‘Erkekler kadınların kendilerinden üstün olduğunu bilirler, bu yüzden de en zayıflarını ya da en cahillerini seçerler. Böyle düşünmeselerdi, kadınların da kendileri kadar bilgi sahibi olmalarından asla korkmazlardı. Erkek cinsine adil davranmak için, sonraki bir konuşmada sözlerinde ciddi olduğunu bana söylediğini açıklamayı dürüstlük sayıyorum.’ Boswell, The Journal of a Tour to the Hebrides (Hebrid Adaları’na Yapılan Bir Gezinin Notları).
“Akıllı erkekler kadınlar hakkında ne düşündüklerini asla söylemezler!”
Şimdi sahne, beni izleyin lütfen, farklıydı. Yapraklar hâlâ dökülüyordu ama artık Londra’daydık, Oxbridge’de değil; gözlerinizin önüne binlerce benzeri olan bir oda getirmenizi istiyorum, penceresinden bakınca insanların şapkalarının, kamyonetlerin, otomobillerin arasından başka pencereleri görüyorsunuz, odadaki bir masanın üzerinde boş bir kâğıt duruyor, üzerinde büyük harflerle KADINLAR VE KURMACA yazıyor, o kadar. Oxbridge’de yenen öğlen ve akşam yemeklerinin kaçınılmaz devamı, ne yazık ki, British Museum’a yapılacak bir ziyaret gibi görünüyor. Bütün bu izlenimlerin içinde kişisel ve tesadüfi olan ne varsa silkip atmalı ve saf sıvıya, hakikatin esas yağına böyle ulaşmalıyız. Çünkü Oxbridge’e yaptığım o ziyaret, o öğle ve akşam yemekleri peş peşe gelen soruları tetiklemişti. Neden erkekler şarap içerken kadınlar su içiyorlardı? Cinslerden biri o kadar varlıklıyken öbürü neden yoksuldu? Yoksulluğun kurmaca üzerinde nasıl bir etkisi vardı? Sanat eserleri yaratmanın koşulları nelerdi? Bir anda binlerce soru dikildi karşıma. Ama benim sorulara değil, yanıtlara ihtiyacım vardı; yanıtı da ancak bilgili, önyargısız kişilere danışarak elde edebilirdim, dil anlaşmazlıklarının ve beden karmaşasının dışına çıkmış ve muhakemelerinin ve araştırmalarının sonuçlarını British Museum’da bulabileceğim kitaplara dökmüş kişilere. Eğer hakikat British Museum’un raflarında bulunmayacaksa nerede bulunacak, diye sordum kendime, elime bir defterle kalem alırken.
Elimde bunlarla, kendimden emin olarak, araştırmaya hazır durumda, hakikatin peşine düştüm. Yağmurlu olmasa da kasvetli bir gündü, Müze’nin yakınındaki sokaklarda kömür kapakları açık duruyordu, açık deliklerden içeri çuvallar dolusu kömür boşaltılıyordu; dört tekerlekli arabalar kaldırıma yanaşıp içinde, servet ya da sığınacak yer ya da gözlerine kestirdikleri başka bir şey peşinde olan ve bunları kışın Bloomsbury’deki pansiyonlarda bulabilecek bir İsviçreli ya da İtalyan ailenin bütün giyeceklerinin bulunduğunu tahmin ettiğim iple bağlanmış sandıklar indiriyorlardı. Her zamanki boğuk sesli adamlar el arabalarına yükledikleri bitkilerle sokaklarda dolaşıyorlardı. Kimi bağırıyordu; kimileri de şarkı söylüyordu. Londra bir atölye gibiydi. Londra bir makine gibiydi. Bir desen oluşsun diye hepimiz bu düzgün zeminde bir ileri bir geri fırlatılıyorduk. British Museum bu fabrikanın bir başka bölümüydü. Açılır-kapanır kapılar açıldılar; devasa kubbenin altında durdum, üzerinde ünlü kişilerin adları yazılı bir bantın muhteşem bir biçimde çevrelediği kocaman, çıplak alnın içindeki bir düşünceydim sanki. Başvuru masasına gittim; küçük bir kâğıt aldım; kataloglardan birini açtım, ve ….. Buradaki beş nokta şaşkınlıkla, merakla ve bakakalarak geçirdiğim beş dakikayı gösteriyor. Bir yıl içinde kadınlara dair kaç kitap yazıldığı hakkında bir fikriniz var mı? Bunlardan kaçının erkekler tarafından yazıldığı hakkında? Evrende en çok tartışılan hayvan olduğunuzun farkında mısınız? Ben buraya elimde defter ve kalemimle geldiğimde bir sabahı okuyarak geçireceğimi, öğlene kadar hakikati defterime kaydetmiş olacağımı varsayarak gelmiştim. Ama bütün bunlarla baş edebilmek için bir fil sürüsü olmam gerek, diye düşündüm, öbek öbek örümcek olmalıydım, yaşam süreleri en uzun sayılan hayvanlarla çok sayıda gözü olan hayvanları aklıma getirerek. Salt kabuğu delebilmem için çelikten pençelerim ve pirinçten bir gagam olmalıydı. Bunca kâğıdın içine gömülü hakikat zerrelerini nasıl bulacağım, diye sordum kendime, gözlerimi çaresizlik içinde kitap adlarının yer aldığı upuzun listelerde gezdirdim. Kitapların adları bile düşünmem için malzeme yaratıyordu. Cinsiyet ve doğası doktorlara ve biyologlara cazip gelebilirdi; ama şaşırtıcı ve açıklaması güç olan, cinsiyetin –yani kadınların– aynı zamanda sevimli deneme yazarlarına, çalakalem yazanlara, lisansüstü eğitim almış genç adamlara; eğitimsiz erkeklere; kadın olmamaları dışında görünürde hiçbir niteliği olmayan erkeklere de çekici gelmesiydi. Bu kitaplardan bazıları, görünürde, saçma sapan ve ciddiyetten uzaktı; ama çoğu da ciddi ve kehanetle dolu, ahlaki ve öğüt verici idi. Salt başlıklarını okumak bile sahneye ve kürsüye çıkıp, genellikle bu tür konuşmalara tanınan zamanı epeyce aşarak konu hakkında nutuk atan sayısız okul müdürünü, sayısız din adamını getiriyordu akla. Çok garip bir olaydı bu; ve anladığıma göre –bu noktada E harfine başvurdum– erkek cinsine tahsis edilmişti. Kadınlar, erkekler hakkında kitap yazmıyorlar – bu gerçek elimde olmadan içimi ferahlattı, çünkü önce erkeklerin kadınlar hakkında yazdıklarını, sonra da kadınların erkekler hakkında yazdıklarını okuyacak olsaydım, ben kalemimi kâğıda değdirene kadar yüzyılda bir çiçek açan sarısabır, iki kez çiçek açmış olurdu. Böylece, on-on iki kadar kitabı tamamen gelişigüzel seçerek küçük kâğıtlarımı tel tepsiye bıraktım, hakikatin esas yağını arayan öteki insanların arasında, bölmemde bekledim.
Bu garip eşitsizliğin nedeni ne olabilirdi acaba; Britanyalı vergi mükelleflerinin başka amaçlar için sağladıkları küçük kâğıtlara araba tekerlekleri çizerken bunu düşünüyordum.
Bu kataloglardan gördüğüm kadarıyla neden erkekler kadınlara değil de kadınlar erkeklere çok daha ilginç geliyordu? Çok garip bir olguydu bu bana kalırsa, kadınlar hakkında kitaplar yazarak ömür geçiren erkeklerin hayatlarını gözümde canlandırmaya çalıştım; yaşlı mı genç miydiler; evli mi bekâr mı, kırmızı burunlu mu kamburu çıkmış mı – her neyse, sakatlar ya da güçsüzler tarafından gösterilmediği sürece böyle bir ilginin nesnesi olmak belli belirsiz gururumu okşamıştı – bunlara kafa yorarken önümdeki masaya çığ gibi yığılan kitaplar bütün bu boş düşüncelerime bir son verdi. İşte derdim başlıyordu. Oxbridge’de araştırma konusunda eğitim almış bir üniversite öğrencisi kuşkusuz hiç oyalanmadan sorusunu doğru yere yönlendirecek yöntemleri biliyordur ve koyunların ağıllarının yolunu bulmaları gibi o da aradığı yanıtı bulur. Örneğin yan tarafımda oturan ve bilimsel bir elkitabından bazı şeyleri dikkatle defterine geçiren öğrenci eminim ki her on dakikada bir temel cevherin eğitici bilgilerini seçip çıkarabiliyordu. Tatmin olduğunu gösteren ufak homurtuları buna işaretti. Ama eğer biri üniversite eğitimi görmemişse, sorusunun ağılına yöneltilmesi bir yana, kalemi, peşinden gelen av köpeklerinden kaçan ürkmüş bir koyun sürüsü gibi telaşla sağa sola koşuşur. Profesörler, okul müdürleri, sosyologlar, din adamları, romancılar, deneme yazarları, gazeteciler, kadın olmamaları dışında hiçbir nitelikleri bulunmayan erkekler benim bu bir tek basit sorumun peşinden gitmişler –Neden bazı kadınlar yoksuldur?– sonuçta ortaya elli soru çıkmış; sonunda bu elli soru çılgın gibi nehrin ortasına atlamışlar ve su onları sürükleyip götürmüş. Not defterimin her sayfası notlarla dolup taşmıştı. Nasıl bir ruh hali içinde olduğumu göstermek için bu notlardan birkaçını sizlere okuyacağım; sayfanın büyük harflerle yazılmış KADINLAR VE YOKSULLUK diye gayet basit bir başlığı olduğunu açıklamak isterim; ancak başlığın altında şöyle şeyler sıralanmıştı:
Ortaçağdaki durumları,
Fiji Adaları’ndaki âdetler,
Tanrıça olarak tapınılanlar,
Ahlaki anlamda daha zayıf olanlar,
İdealizm,
Daha büyük vicdan sahibi olmak,
Büyük Okyanus’taki adalarda yaşayanlarda ergenlik çağı,
Çekicilik,
Kurban edilenler,
Küçük beyin,
Daha derin bilinçaltı,
Bedenlerinde daha az tüy olanlar,
Zihinsel, ahlaki ve bedensel aşağılık,
Çocuk sevgisi,
Daha uzun yaşam süresi,
Daha güçsüz kaslar,
Güçlü sevgi,
Kibir,
Yüksek öğrenim,
Shakespeare’in görüşü,
Lord Birkenhead’in görüşü,
Dekan Inge’nin görüşü,
La Bruyére’in görüşü,
Dr. John’un görüşü,
Mr. Oscar Browning’in görüşü…
Burada bir soluk alıp, sayfanın kenarına, Samuel Butler neden ‘Akıllı erkekler kadınlar hakkında ne düşündüklerini asla söylemezler,’ diyor, diye ekledim. Belli ki akıllı adamlar asla başka bir şey de söylemiyorlar. Ama, diye devam ettim, arkama yaslanıp, içinde bir tek fikir olarak, ama artık bezginleşmiş bir fikir olarak bulunduğum devasa kubbeye bakarak, asıl talihsizlik akıllı erkeklerin kadınlar hakkında asla aynı şeyleri düşünmemeleri. Pope şöyle demiş:
Çoğu kadın kişiliksizdir.
La Bruyère de:
Kadınlar uçlardadır, erkeklerden daha iyi ya da daha kötüdürler.
Birbiriyle çağdaş olan iki keskin gözlemcinin tamı tamına zıt fikirleri. Eğitim alacak yetenekte mi kadınlar, değiller mi? Napoléon yetenekleri olmadığını düşünüyordu. Dr. Johnson ise tam tersini.1 Ruhları var mı, yoksa yok mu? Bazı vahşiler, olmadığını söylüyorlar. Bazıları da tam tersine, kadınların yarı-kutsal olduklarını söyleyip bu nedenle onlara tapıyorlar.2 Hikmet sahibi bazı kişiler kadınların beyinlerinin sığ olduğunu söylüyorlar; kimileriyse bilinçlerinin daha derin olduğunu. Goethe kadınları el üstünde tutardı; Mussolini ise nefret ederdi. Nereye baksanız erkeklerin kadınlar hakkında düşündüğünü görürsünüz, ve hepsi de farklı düşünürler. Bütün bunları anlamanın mümkün olmadığına karar verdim yanımdaki okura imrenerek bakarken, güzel güzel özet çıkarıyor, bunları A, B ya da C diye başlıklar altında topluyordu, benim defterimse birbiriyle çelişen notlara ait çılgın karalamaların cümbüş yeri gibiydi. Üzücüydü, şaşırtıcıydı, küçültücüydü. Hakikat parmaklarımın arasından kayıp gitmişti. Her bir damlası kaçıp gitmişti.
Eve gidecek durumda değilim, diye düşündüm, eve gidip de kadınlar ve kurmaca konusundaki incelemeye, ciddi bir katkı olsun diye kadınların bedenlerinin erkeklere oranla daha az tüylü olduğunu ya da Büyük Okyanus’taki adalarda yaşayan yerlilerde ergenlik yaşının dokuz –yoksa doksan mıydı?– olduğunu ekleyecek değilim, dikkatim dağıldığı için elyazım bile okunmaz hale gelmişti. Bütün sabah uğraştıktan sonra elimde daha hacimli ya da daha kayda değer bir şey bulunmaması utanç vericiydi. Ve eğer K’ye (kısaltma olsun diye K harfini kullanıyorum) dair geçmiş zamandaki hakikati elde edemeyeceksem, ne diye gelecekteki K ile uğraşacaktım ki? Kadın ve kadının neyin üzerinde olursa olsun –politika, çocuklar, ücretler, ahlak– etkisi konusunda uzmanlaşan sayıca çok ve bilgili bütün beyefendilerin görüşünü almak zaman kaybı gibi geliyordu bana. Yazdıkları kitapların kapaklarını açmasam da olurdu.
Ama böyle düşünüp dururken, tıpkı masa komşum gibi bir sonuç çıkarıp yazacağıma, kayıtsız, umarsız durumdayken, farkına varmadan resim çizmiştim. Defterime, bir surat, bir beden çizmiştim. Bu, Dişi Cinsin Zihinsel, Ahlaksal ve Bedensel Düşüklüğü adındaki devasa kitabı yazmakta olan Profesör X’in yüzü ve bedeniydi. Kadınların çekici bulacağı bir erkek olarak çizmemiştim onu. İri yarıydı; sarkık bir gerdanı vardı; bunu telafi etmek istercesine gözleri küçücüktü; suratı kıpkırmızıydı. Yüzündeki ifadeye bakanlar, yazarken zehirli bir böceği öldürürcesine kalemini kâğıda batırmasına yol açan bir duyguya kapılarak çalıştığını, ama öldürmüş olsa bile bunun onu tatmin etmediğini sanabilirlerdi; öldürmeye devam etmeliydi; öyleyken bile öfkelenmesi ve sinirlenmesi için bir neden kalırdı geride. Yaptığım resme bakarak, karısına mı kızmıştı, diye sordum kendime, süvari sınıfından bir subaya mı âşıktı kadın? Bu subay uzun boylu, şık ve astragan paltolu muydu? Freud’un savını kullanmak gerekirse, beşikteyken güzel bir kız alay mı etmişti onunla? Çünkü profesör, beşikteyken bile şirin bir çocuk değildi herhalde, diye düşündüm. Nedeni ne olursa olsun benim resmimde profesör, Dişi Cinsin Zihinsel, Ahlaksal ve Bedensel Düşüklüğü hakkındaki önemli kitabını yazarken çok öfkeli ve çok çirkin görünüyordu. Resim yapmak, boşa harcanan bir sabahın işini tamamlamanın tembelce bir yoluydu. Ama yüzeyin altındaki hakikat bazen aylaklık anlarında, düşlerimizde üste çıkar. Not defterime göz atınca, basit bir psikolojik akıl yürütme, psikanalistin adını vermeyeyim, öfkeli profesörün resminin öfke içinde yapılmış olduğunu gösterdi bana. Ben hayaller kurarken öfke kalemimi eline geçirmişti. Ama burada öfkenin ne işi vardı? İlgi, akıl karışıklığı, eğlence, can sıkıntısı – sabah boyunca birbirinin peşi sıra gelen bütün bu duyguları izleyip adlarını söyleyebilirdim. O kara yılan öfke de onların arasına mı gizlenmişti? Evet dedi, çizdiğim resim, öfke gizlenmişti. İblisi kışkırtan o kitabı, o cümleyi işaret etmişti bana. Kalbim hızla çarpmıştı. Yanaklarım alev alev olmuştu. İçimi öfke doldurmuştu. Ne kadar saçma olsa da bunun tuhaf bir tarafı yoktu. Doğal olarak, küçük bir adamdan daha aşağıda olduğunun söylenmesinden kimse hoşlanmaz –yanımdaki öğrenciye baktım– derin soluklar alıyor, el yapımı olmayan bir kravat takıyordu, suratında iki haftalık sakal vardı. İnsan bazen saçma sapan kibre kapılır. İnsan yaradılışı bu, diye düşündüm, öfkeli profesörün suratının üzerine araba tekerlekleri ve daireler çizmeye başladım, sonunda adamın suratı yanan bir çalılığa ya da parlak bir kuyrukluyıldıza benzedi – her neyse, insana hiç benzemeyen bir nesneye dönüştü. Profesör şimdi Hampstead Heath’in tepesinde yanan bir çalı çırpı yığınından başka bir şey değildi. Çok geçmeden benim öfkem dindi, geçti gitti; ama geriye merak kaldı. Profesörlerin öfkesi nasıl açıklanabilirdi? Neden öfkeliydiler? Çünkü bu kitapların bıraktığı izlenimi çözümlemeye kalkışınca işin içinde hep bir ısı faktörü olurdu. Bu ısı çeşitli şekiller alırdı; kendini yergide, duygularda, merakta, kınamada gösterirdi. Ama bir başka faktör daha vardı ki o da çoğunlukla mevcuttu ve hemen teşhis edilemiyordu. Ben ona öfke diyordum. Ama bu yeraltına girmiş olan bir öfkeydi, her türlü başka duyguyla karışmıştı. Tuhaf etkilerine bakarsak kılık değiştirmiş ve karmaşık bir öfkeydi bu, basit ve açık bir öfke değil.
Nedeni ne olursa olsun, bütün bu kitaplar, diye düşündüm masamın üzerinde yığılanları gözden geçirerek, benim amacıma hiç uygun değil. Bilimsel açıdan değersizdiler, demek istiyorum ki insani açıdan talimatlarla, merakla, can sıkıntısıyla doluydular, Fiji Adası’nda yaşayanların âdetleriyle ilgili garip gerçekler de vardı. Duyguların kızıl ışığında yazılmışlardı, gerçeğin beyaz ışığında değil. Bu nedenle kütüphanecinin masasına geri götürülmeli ve o devasa arı kovanında her biri kendi hücresine konulmalıydı. O sabahki çalışmamdan elime geçen tek şey, öfkeyle ilgili gerçekten başka bir şey değildi. Profesörler –onları böylece bir araya topluyordum– öfkeliydiler. Ama neden, diye sordum kendime, kitapları iade ettikten sonra, neden, diye yineledim, güvercinlerin ve tarihöncesi kanoların arasında, sütunların altında dururken, neden öfkeliler? Kendime bunu sorduktan sonra öğle yemeği yiyebileceğim bir yer bulmak üzere yürüdüm. Şimdi onların öfkesi diye nitelediğim şey aslında nedir, diye sordum. British Museum yakınlarında küçük bir lokantada yemeğim gelene kadar zamanımı dolduracak bir bilmeceydi bu. Benden önce orada yemek yiyen biri akşam gazetesinin erken baskısını sandalyenin üzerinde bırakmıştı, garsonun gelmesini beklerken başlıklara göz attım. İri harflerle yazılmış bir başlık sayfanın bir yanından ötekine uzanmıştı. Biri Güney Afrika’da büyük sayı yapmıştı. Daha küçük başlıklarla Sir Austen Chamberlain’in Cenevre’de olduğu duyuruluyordu. Üzerinde insan saçı olan bir kasap bıçağı bir bodrumda bulunmuştu. Sayın Yargıç, Boşanma Mahkemesi’nde kadınların utanmazlığından söz etmişti. Gazetenin orasına burasına başka haberler serpiştirilmişti. Bir film yıldızı Kaliforniya’da bir tepeden sarkıtılmıştı, havada asılı duruyordu. Hava sisli olacaktı. Gezegenimizde çok kısa kalan ve bu gazeteyi eline alan bir konuk bile, diye düşündüm, bu dağınık ifadelere bakarak İngiltere’de ataerkil bir yönetim olduğunu anlardı. Aklı başında olan herkes profesörün üstünlüğünü anlardı. Güç de para da nüfuz da ondaydı. Gazetenin hem sahibiydi, hem yazıişleri müdürü hem de onun yardımcısı. Hem Dışişleri Bakanıydı hem Yargıç. Kriket oyuncusuydu, yarış atları da onundu, yatlar da. Hissedarlarına yüzde iki yüz kâr payı dağıtan şirketin müdürüydü. Kendisinin yönettiği vakıflara ve üniversitelere milyonlar bırakıyordu. Film yıldızını havada asılı tutuyordu. Kasap bıçağındaki saç telinin insana ait olup olmadığına o karar verecekti; katili beraat ettirecek de oydu, mahkûm edecek de, asacak da oydu özgür bırakacak da o. Sis dışında her şey onun kontrolü altında görünüyordu. Yine de öfkeliydi. Öfkeli olduğunu biliyordum. Kadınlar hakkında yazdıklarını okuduğumda – sözlerini değil de kendisini düşündüm. Bir tartışmacı serinkanlılıkla tartışıyorsa aklında sadece tartıştığı konu vardır; o zaman okur da ister istemez aynı konuyu düşünür. Kadınlar hakkında serinkanlılıkla yazmış olsaydı, tezini savunmak için çürütülmesi olanaksız kanıtlar sunsaydı ve sonucun şu mu bu mu olmasını arzuladığını hiç belli etmeseydi, biz de hiç öfkelenmezdik. Gerçeği kabul ederdik, tıpkı bezelyenin yeşil, kanaryanın sarı olduğunu kabul ettiğimiz gibi. Ben de tamam öyleyse derdim. Ama o öfkeli olduğu için ben de öfkelendim. Yine de çok garip, diye düşündüm, akşam gazetesinin sayfasını çevirirken, bu kadar güce sahip bir erkeğin böyle öfkeli olması. Yoksa öfke, her nasıl oluyorsa, güce eşlik eden o bildik hayalet miydi? Örneğin zenginler çoğunlukla öfkelidirler, çünkü yoksulların onların servetine göz diktiğinden kuşkulanırlar. Profesörler, ya da belki yaşlı ve saygın kişiler demem daha uygun olur, kısmen bu neden yüzünden öfkeleniyor olabilirler, ama kısmen de fazla dikkat çekmeden yüzeyde yer alan bir başka neden yüzünden. Büyük olasılıkla hiç de ‘öfkeli’ değillerdi; gerçekten de sıklıkla, özel yaşamlarındaki ilişkilerinde takdirkâr, sadıktılar, örnek gösterilirlerdi. Eğer profesör, kadınların üstün konumda olmadıklarını biraz fazla vurguladıysa, büyük olasılıkla kadınların üstün olmadıklarını değil, kendi üstünlüğünü düşünüyordu. Bir hayli hiddetlenerek ve epeyce vurgulayarak koruduğu da buydu, çünkü sahip olduğu şey onun gözünde nadide bir mücevherdi. Hayat her iki cins için de –kaldırımda ite kaka yürüyen kadınlarla erkeklere baktım– çetindi, zordu, sürekli bir mücadeleydi. Büyük cesaret ve güç gerektiriyordu. Belki de hepsinden önce, yanılsamaya eğilimli yaratıklar olduğumuz düşünülürse, insanın kendine güveni olmasını gerektiriyordu. Kendimize güvenimiz olmazsa beşikteki bebekler gibi oluruz. Ölçülemeyen, ama pek değerli olan bu niteliği el çabukluğuyla nasıl oluşturabiliriz?
Başkalarının bizden daha aşağıda olduğunu düşünerek. Başkalarına karşı doğuştan gelen bir üstünlüğe sahip olduğumuzu hissederek –servet olabilir bu, ya da rütbe, düzgün bir burun, ya da büyükbabamızın Romney tarafından yapılmış portresi– çünkü insanın imgelemindeki etkileyici araçların sınırı yoktur. Bu bakımdan, fethetmek, hükmetmek zorunda olan saygıdeğer bir büyük için, çok sayıda insanın, hatta insan ırkının yarısının doğal olarak kendisinden aşağıda olduğunu hissetmek çok önemlidir. Sahip olduğu gücün ana kaynaklarından biri gerçekten de budur herhalde. Şimdi de bu gözlemin ışığını gerçek hayata çevireyim, diye düşündüm. Gündelik hayatın kıyısında not aldığımız bu psikolojik bulmacaların bazılarını açıklamanın yararı olur mu? Geçen gün, çok insancıl, erkeklerin en alçakgönüllüsü olan Z., eline Rebecca West’in bir kitabını alıp bir paragraf okuyunca, “Rezil feminist! Erkeklerin kendini beğenmiş olduğunu söylüyor!” diye bağırdığında düştüğüm şaşkınlığı açıklar mı? Beni çok şaşırtan –karşı cins hakkında kaba olsa da büyük olasılıkla gerçek olan bir ifadede bulundu diye Miss West neden rezil bir feminist olsundu ki– bu haykırış sadece yaralı bir kibrin çığlığı değildi; o adamın kendine inanma gücünün uğradığı saldırıya karşı bir protestoydu.
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hâlâ geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık… Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür; erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder?” Ekmeğimi didikleyip kahvemi karıştırırken, ara sıra da sokaktaki insanlara bakarken bunları düşündüm. Ayna görüntüsü çok önemli, çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir. Kaldırın o görüntüyü, o zaman erkek ölebilir, tıpkı kokainsiz kalan kokainman gibi. O görüntünün büyüsü altında, diye düşündüm, camdan dışarı bakarak, kaldırımda yürüyenlerin yarısı işlerine gidiyor. O büyünün ışınlarının altında şapkalarını başlarına oturtup paltolarını giyiyorlar. Güne güvenli ve zinde başlıyorlar, Miss Smith’in çay davetinde beklendiklerine inanıyorlar; salona girerken kendi kendilerine, buradaki insanların yarısından üstünüm diyorlar, bu yüzden toplum yaşamını derinden etkileyen, insanların zihinlerinin kıyısına tuhaf notlar konulmasına yol açan o özgüvenle, kendilerinden emin olarak konuşuyorlar.
Ne var ki karşı cinsin psikolojisine dair bu tehlikeli ve çekici konuya yaptığım katkılar –kendinize ait yıllık beş yüz poundunuz olursa siz de inceleyebilirsiniz bu konuyu umarım– hesabı ödemek zorunda olduğum için yarıda kesildi. Hesap beş şilin dokuz peni tutmuştu. Garsona on şilin verdim, o da üstünü getirmeye gitti. Cüzdanımda bir tane daha kâğıt on şilinlik vardı; onu görmüştüm, çünkü cüzdanımın kendiliğinden on şilinlik kâğıt paralar doğurma gücü hâlâ nefesimi keser. Cüzdanımı bir açarım ve paraları orada bulurum. Birkaç kâğıt parçası karşılığında toplum bana tavuk ve kahve, kalacak bir yer verir, sırf aynı adı taşıyoruz diye teyzelerimden birinin bana bıraktığı paradır bu.
Teyzem Mary Beton’ın, Bombay’da gezintiye çıktığında atından düşerek öldüğünü size söylemem gerek. Mirasa konduğumun haberi bana ulaştığı gün kadınlara seçme hakkı veren yasa meclisten geçmişti. Posta kutumda bir avukattan gelen mektubu bulmuştum, açtığımda bana ölene kadar ödenmek üzere yılda beş yüz pound bıraktığını öğrendim. O iki şeyden –seçme hakkı ve paradan– biri, elime geçen para, kesinlikle daha önemli göründü gözüme. O güne kadar gazetelerden garip işler dilenerek, kâh eşeklerin bir gösterisinin kâh bir düğünün haberini yaparak geçimimi sağlamıştım; zarfların üzerini yazarak, yaşlı hanımlara kitap okuyarak, yapma çiçekler hazırlayarak, bir yuvada çocuklara alfabeyi öğreterek birkaç kuruş kazanmıştım. 1918’e kadar kadınların yapabileceği başlıca işler bunlardı. Sanırım bu işlerin ne kadar güç olduğunu ayrıntılarıyla anlatmama gerek yok, çünkü belki sizler de böyle işlerde çalışmış kadınlar tanıyorsunuzdur; kazanılan bu parayla nasıl kıt kanaat geçinildiğini de anlatmayacağım zira sizler de aynı şeyi denemiş olabilirsiniz. Ama bu ikisinden de daha kötü bir sıkıntı olarak bende kalan, o günlerin içimde doğurduğu korku ve umutsuzluk zehridir. Bir kere, yapmak istemediğimiz şeyi yapıyorduk ve köle gibi yapıyorduk, her zaman olmasa da kuyruk sallayarak, yaltaklık ederek yapıyorduk, ama bu gerekli görünüyordu ve kendimizi tehlikeye atacak durumda da değildik; ve sonra saklaması ölüm anlamına gelen o bir tek yeteneğin –küçük ama sahip olan için çok değerlidir–, onunla birlikte kendimin de, ruhumun da kaybolması düşüncesi – bütün bunlar ilkbaharın çiçeklerini kemiren, ağacın içini oyan bir küfe benzedi. Söylediğim gibi teyzem ölmüştü; ne zaman on şilin bozdursam o küfün ve yıpranmanın bir kısmı silinip gider, korkum ve umutsuzluğum yok olur. Doğrusu çok ilginç, diye düşündüm, bozuk paraları cüzdanıma atarken, o günlerdeki umutsuzluğumu hatırlayarak, sabit bir gelir insanın keyfini nasıl da yerine getiriyor. Hiçbir güç beş yüz pound’umu elimden alamaz. Yiyecekler, ev ve giysiler sonsuza kadar benim. Bu nedenle sona eren sadece çabalarım ve çalışmam değil, nefret ve umutsuzluk da. Erkeklerden nefret etmeme gerek yok, bana zarar veremezler. Hiçbir erkeğe yaltaklık etmeme de gerek yok; bana verecek bir şeyi yok onların. Böylece, belli belirsiz, insan ırkının öbür yarısına karşı yeni bir tutum geliştirdiğimi fark ettim. Bir sınıfı ya da bir cinsi tümüyle suçlamak saçmaydı. İnsan kitleleri hiçbir zaman yaptıklarından sorumlu değildiler. Kontrolleri dışındaki içgüdüleri yönlendirir onları. Bilge kişiler de, profesörler de sayısız güçlükle karşı karşıyaydılar, aşmaları gereken korkunç engeller vardı. Onların eğitimi de bazı bakımlardan benimki gibi eksikti. Onlarda da bendeki kadar büyük arızalar bırakmıştı. Doğru, para ve güç sahibiydiler, ama bunun bedeli göğüslerinde besledikleri bir kartal, bir yırtıcı kuş olmuştu, o da karaciğerlerini parçalıyor, akciğerlerini didikliyordu – sahip olma dürtüsü, elde etme hırsıydı bu, sürekli başkalarının arazilerinde ve mallarında gözlerinin olmasına neden oluyordu; sınır çizip bayrak dikmelerine; savaş gemileri ve zehirli gazlara; kendi hayatlarını ve çocuklarının hayatlarını feda etmelerine. Admiralty Arch’ın altından geçin (o anıta varmıştım), ya da zafer anılarına, toplara teslim olmuş herhangi bir bulvardan, orada nasıl bir zaferin kutlandığını düşünün. Ya da ilkbahar güneşinde, borsa simsarının ve büyük avukatın para, daha çok para ve daha çok para kazanmak üzere içeri nasıl girdiğini seyredin, oysa yılda beş yüz pound insanı güneşin altında hayatta tutmaya yeter. Böyle içgüdüler beslemek hiç de hoş değil, diye düşündüm. Bunlar hayat şartlarından ürüyor; uygarlığın olmamasından, diye düşündüm, Cambridge Dükü’nün heykeline bakarken, özellikle de yamuk duran şapkasındaki tüylere, daha önce benim kadar gözlerini dikip bakan olmamıştır ona. Bu kusurların farkına vardığımda, korkum ve umutsuzluğum yavaş yavaş acıma ve hoşgörüye dönüştü; bir-iki yıl sonra da acıma ve hoşgörü silindi ve en büyük kurtuluş geldi, o da her şeyi kendi içinde düşünme özgürlüğüydü. Şu yapı örneğin, ondan hoşlanıyor muyum hoşlanmıyor muyum? Şu resim güzel mi değil mi? Benim kanaatime göre şu iyi bir kitap mı değil mi? Teyzemin bıraktığı miras bana gökleri açtı ve sürekli hayran olayım diye Milton’un önerdiği bir beyefendinin iri ve heybetli bedeninin yerini uçsuz bucaksız bir gökyüzü aldı.
Bu düşünceler içinde nehrin kıyısındaki evimin yolunu tuttum. Lambalar yakılıyordu, sabah saatlerinden bu yana Londra’ya tarifsiz bir değişiklik çökmüştü. Sanki büyük makine bütün gün çalışıp didindikten sonra bizim yardımımızla çok heyecan verici ve çok güzel bir şeyden birkaç metre üretmişti – kıpkırmızı gözleri parıldayan ateşli bir doku, kızgın soluğunu salarak gürleyen esmer bir canavar. Evleri kırbaçlayan, reklam tabelalarını tıkırdatan rüzgâr bile bayrak gibi savruluyordu.
Benim sokağımdaysa evcil bir hayat sürüyordu. Evleri boyayan adam merdiveninden iniyordu; çocuk odasında çay içecek dadı, bebek arabasını dikkatle eve sokuyordu; kömür işçisi boş çuvallarını katlayıp üst üste koyuyordu; ellerinde kırmızı eldivenleriyle manav kadın günlük hasılatın hesabını yapıyordu. Ama ben, sırtıma yüklediğiniz soruna öyle dalmıştım ki bu alışıldık görüntüleri bile belli bir merkeze yöneltmeden göremiyordum. Bu işlerin hangisinin daha üstün, daha gerekli olduğunu söylemek yüz yıl öncesine kıyasla şimdi ne kadar da güç, diye düşündüm. Kömür işçisi ya da dadı olmak daha mı iyiydi; sekiz çocuk yetiştirmiş olan hizmetçi kadının değeri yüz bin pound kazanmış olan avukattan daha mı düşüktü? Bu soruları sormanın bir yararı yoktu, çünkü yanıtlarını kimse veremezdi. Mesele sadece hizmetçi kadınlarla avukatların göreceli değerlerinin onyıldan onyıla artıp eksilmesi değildi, şu anda bile onları ölçebilecek bir çubuğumuz yoktu. Profesörümden, kadınlar konusunda ileri sürdüğü iddialara dair bana şununla ya da bununla ilgili çürütülemeyecek kanıtlar göstermesini istemekle budalalık etmiştim. Şu anda herhangi bir yetinin değerini söyleyebilecek olsak bile o değer değişirdi; büyük olasılıkla yüz yıl içinde tamamen değişmiş olurdu. Ayrıca, yüz yıl sonra, diye düşündüm, kapının eşiğine vardığım sırada, kadınlar artık himaye edilen cins olmayacaklar. Bir zamanlar kendilerine yasaklanmış olan bütün faaliyetlere ve uğraşlara katılabilecekler. Dadı kömür yığabilecek. Dükkâncı kadın otomobil kullanabilecek. Kadın himaye edilen cins olduğunda görülen durumlara dayandırılan bütün varsayımlar ortadan kalmış olacak – örneğin (o sırada sokaktan bir bölük asker geçiyordu) kadınların, din adamlarının ve bahçıvanların daha uzun ömürlü oldukları. Onları korumaktan vazgeçin, onları aynı faaliyetler ve uğraşlarla baş başa bırakın, bırakın asker olsunlar, denizci, otomobil sürücüsü ya da liman işçisi, o zaman kadınlar erkeklerden daha genç yaşta, daha çabuk ölmezler mi, o zaman da biri çıkıp ‘Bir uçak gördüm’ der gibi, ‘Bugün bir kadın gördüm’ demez mi? Kadınlık, himaye edilen bir meşguliyet olmaktan çıkınca her şey olabilir, diye düşündüm evimin kapısını açarken. Ancak bütün bunların, yazacağım yazının konusuyla, Kadınlar ve Kurmaca’yla ne ilgisi var, diye sordum kendime, içeri girerken.
Virginia Wolf
Kendine Ait Bir Oda
1-‘Erkekler kadınların kendilerinden üstün olduğunu bilirler, bu yüzden de en zayıflarını ya da en cahillerini seçerler. Böyle düşünmeselerdi, kadınların da kendileri kadar bilgi sahibi olmalarından asla korkmazlardı. Erkek cinsine adil davranmak için, sonraki bir konuşmada sözlerinde ciddi olduğunu bana söylediğini açıklamayı dürüstlük sayıyorum.’ Boswell, The Journal of a Tour to the Hebrides (Hebrid Adaları’na Yapılan Bir Gezinin Notları).
2- ‘Eski Almanlar kadınların kutsal bir yanı olduğuna inanırlardı, bu nedenle kâhin sayıp danışırlardı onlara.’ Frazer, Golden Bough (Altın Dal).