Tolstoy: İnsanlar hükmetmek için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar

170

Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiç bir şey yetişmesin diye her yanma taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış, havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı; kentte bile Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde. Çimenler yalnız bulvar yeşilliklerinde değil, koparılıp atılmadıkları her yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyor, yeşeriyordu. Kayın, kavak, akdiken ağaçları hoş kokulu, taptaze yapraklar açıyor, ıhlamur ağaçlarının tomurcukları patlıyordu. Kargalar, serçeler, güvercinler ilkbaharın verdiği neşeyle yuvalarını yapmaya başlamışlardı bile.

Böcekler güneşin ısıttığı duvar diplerinde vızıldaşıyorlardı. Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydi. Gelgelelim insanlar -büyük, yetişkin insanlar — birbirini kandırmaya, birbirini ezmeye devam ediyorlardı. İnsanlar bu ilkbahar sabahının, tüm canlıların mutluluğu için yaratılmış doğanın bu güzelliğinin değil de, birbirlerine hükmetmek için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar.
İl ceza evi müdürünün odasındaysa ilkbaharın getirdiği mutluluk ve sevincin tüm canlılar, tüm insanlar için olduğu önemli değildi; orada önemli hatta kutsal olan, bir gün önce gelen yazılı emirdi. Basma başlıklı, numaralı kâğıtta o gün, yirmi sekiz nisan sabahı saat dokuzda ikisi kadın, biri erkek üç tutuklunun duruşmada hazır bulundurulmaları yazılıydı. Kadınlardan biri, en önemli suçlu olduğu için, ayrı götürülecekti. Bu emir gereği, yirmi sekiz nisan sabahı saat sekizde kadınlar koğuşunun karanlık, pis kokan koridorunda baş gardiyan görülmüştü. Peşinden, ak saçları karmakarışık, yüzü renksiz, üzerinde kol ağızları sırmalı bir bluz, belinde kenarına açık mavi şerit geçirilmiş bir kuşak olan yaslı bir kadın geldi. Kadın gardiyandı bu.
Kadın, yanında nöbetçi gardiyanla, koridora açılan kapılardan birine yaklaşarak,
— Maslova’yı mı istiyorsunuz? diye sordu.
Nöbetçi gardiyan gürültüyle çevirdi kilidi, kapıyı açtı, koridordakinden daha da pis kokan bir hava akın etti dışarıya. Nöbetçi gardiyan,
— Maslova, diye bağırdı, mahkemeye!
Rüzgârın kente taşıdığı tarlaların o taze, misk kokulu havası ceza evinin avlusunda bile vardı. Ama koridordaki hava iğrençti, pislik, katran, küf kokuyordu. İçeri girer girmez bir ağırlık çöküyordu insanın üstüne, karamsar oluyordu. Avludan gelen kadın gardiyan — bu pis havaya alışık olduğu halde — hemen fark etmişti bunu. Koridora girince bir bitkinlik hissetmişti üzerinde, uyumak istemişti.
Hücrede bir telâştır başlamıştı: Kadın sesleri, çıplak ayakla koşuşmalar duyuluyordu.
Baş gardiyan başını kapıdan uzatarak,
— Hadi kımıldan biraz, Maslova! diye bağırdı, kulakların
sağır mı?
İki dakika sonra orta boylu, göğüsleri dolgun, genç bir kadın çıktı koridora, canlı adımlarla yürüdü, tam gardiyanın önüne gelince hızla dönüp yanında durdu. Beyaz etek bluzunun üzerine gri bir gömlek giymişti. Ayaklarında keten çorap, çorabım üzerinde de ceza evlerinde giyilen terliklerden vardı. Başına beyaz bir başörtü bağlamıştı; başörtünün kenarından — besbelli mahsus dışarda bırakılmış — bir tutam siyah, kıvırcık saç gözüküyordu. Kadının yüzünde, uzun süre kapalı bir yerde kalmış insanların yüzünde görülen, rutubetli bir bodrumda patatesin sürdüğü filizleri andıran o tuhaf beyazlık vardı. Küçük, geniş ellerinde, gömleğin enli yakası arasından gözüken dolgun boynunda da vardı aynı beyazlık. Bu mat beyaz yüzde son derece siyah, biraz şiş, ama çok canlı, fildir fildir, parlak, biri hafif şaşı bir çift göz dikkati çekiyordu. Kadın, dolgun göğsü önde, dimdik duruyordu. Koridora çıkınca başını hafif yana yatırarak gardiyanın gözlerinin içine bakmış, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir tavırla geçip yanında durmuştu. O sırada düz, ak saçlı, yaşlı bîr kadının soluk, sert çizgili, kırış kırış yüzü uzandı kapıdan. Maslova’ya bir şeyler söylüyordu. Ama gardiyan kapıyı üzerine kapayınca, yaşlı kadının başı kayboldu. İçerden bir kadın kahkahası duyuldu. Maslova da gülümsedi, kapıdaki parmaklıklı deliğe baktı. Yaşlı kadın yüzünü parmaklığa dayamış, kısık sesiyle,
— Unutma, diyordu az konuş, bir dediğinden dönme, geri yanı kolay.
Maslova başını salladı:
— Olur, unutmam, bir şey söyleyeceğim.
Baş gardiyan amirlere özgü bir kendine güvenle, pek akıllıca bir söz ediyormuş gibi,
—• Elbette bir şey söyleyeceksin, dedi, on şey söyleyecek değilsin ya… Hadi yürü bakalım, marş!
Yaşlı kadının delikte gözüken gözü kayboldu, Maslova da koridorun ortasına çıktı; çabuk, küçük adımlarla baş gardiyanın peşi sıra yürüdü. Taş bir merdivenden alt kata indiler; kadınlar koğuşundan daha da pis kokan, gürültülü hücrelerin önünden geçtiler, — erkekler koğuşuydu burası, kapılardaki parmaklıklı, küçük pencereciklerden erkekler bakıyorlardı onlara — ceza evi müdürünün odasına girdiler. Silâhlı iki er vardı orada. Masa başında oturan yazıcı sigara dumanının sararttığı bir kâğıdı erlerden birine uzattı, tutukluyu göstererek,
— Al götür, dedi.
Er, — çiçek bozuğu yüzlü, al yanaklı bir Nijegorod köylü-süydü bu — kâğıdı paltosunun devrik kol ağzının arasına soktu, gülümseyerek, elmacık kemikleri çıkık çavuş arkadaşına göz kırptı, tutukluyu gösterdi. Erler tutukluyla beraber merdiveni indiler, ana kapıya yöneldiler.
Ana kapıyı açtılar onlara, erlerle tutuklu avluyu geçip ceza evi duvarlarını geride bıraktılar, kentin parke sokaklarına daldılar.
Arabacılar, dükkâncılar, çamaşırcı kadınlar, işçiler, memurlar durup merakla yukardan aşağı süzüyorlardı tutukluyu, bazıları başını sallayarak şöyle düşünüyordu: «Kötü yola düşenin hali budur işte,» Çocuklar, canavar kadına içleri korkudan ürpererek bakıyor, ama arkasında iki askerin olduğunu, onlara bir şey yapacak durumu bulunmadığını görerek rahatlıyorlardı. Köyden getirdiği kömürü sattıktan sonra bir meyhaneye girip doyasıya çay içmiş bir köylü yaklaştı Maslova’nın yanına, haç çıkardı, bir köpek uzattı ona. Beriki kızardı, başını önüne eğip bir şey mırıldandı.
Tutuklu, kendine yönelen bakışları hissediyor, başını çevirmeden belli etmemeye çalışarak yan gözle ona bakanları süzüyordu. Hoşuna gidiyordu ona gösterilen bu ilgi. Tertemiz, ilkbahar havası da hoşuna gidiyordu; ama uzun zamandır yürümediği için hamlaşmış, ceza evinin biçimsiz terliklerini geçirdiği ayaklarının altı sızlıyordu taşlara bastıkça. Eğilip ayaklarının altına bakıyordu arada bir, elinden geldiğinde hafif basmaya çalışıyordu yere. Önünde kimsenin ilişmediği güvercinlerin dolaştığı bir un dükkânının önünden geçerlerken tutuklu az kaldı gümüş rengi bir güvercinin üstüne basıyordu; güvercin birden ürktü, kanatlarını çırparak geçti tutuklunun kulağının dibinden, rüzgârı yüzüne vurdu. Tutuklunun dudaklarında bir gülümseme dolaştı, sonra durumunu hatırlayınca derin bir göğüs geçirdi.
Son derece olağan bir öyküydü tutuklu Maslova’nınki. Köyde çiftlikleri olan iki kızkardeşin yanında hayvan bakıcısı, hiç evlenmemiş köle bir kadının kızıydı. Annesiyle beraber kalıyordu. Ömründe hiç evlenmemiş bu kadın hemen her yıl bir çocuk doğuruyordu. Köylerde çoğunlukla olduğu gibi, hemen vaftiz ediyorlardı çocukları; sonra anne çalışmasına engel olan bu gereksiz, istenmeyen çocuğun karnını bile doyurmuyordu, çocuk da kısa bir zaman sonra ölüyordu.
Kadının beş çocuğu ölmüştü böyle. Hepsini de vaftiz etmişlerdi; açlıktan ölmüşlerdi sonra. Köyden geçen bir çingeneden olan altıncı çocuk kızdı, onu da aynı son bekliyordu elbette, ama çıkarılan kaymak, inek kokuyor diye yaşlı kız kardeşlerden biri bakıcılara çıkışmaya ahıra gelince kaderi değişti bebeğin, ölümden kurtuldu. Ahırın bir köşesinde yanında gürbüz bir çocuk, yeni doğum yapmış kadın yatıyordu. Yaşlı hanım hem kaymak için, hem .de, yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için söyleyeceğini söyledikten sonra tam çıkıp gidiyordu ki, yerde yatan bebeği görünce duygulandı, çocuğun vaftiz anası olacağını söyledi. Vaftiz töreninde haç çıkararak kutsadı küçük kızı, sonra da bebeğe acıdığı için annesine süt, para verdi, böylece kız ölmedi, hayatta kaldı. O günden sonra da «kefeni yırtmış» diye ad taktılar kıza hanımlar.
Annesi hastalanıp öldüğünde kız çocuğu üç yaşındaydı. Kızın gene hayvan bakıcısı olan anneannesi torununa bakmak istemeyince yaşlı hanımlar çocuğu yanlarına aldılar. Siyah gözlü kız öylesine hayat dolu, öylesine tatlı bir çocuk olmuştu ki, hanımlar bayılıyorlardı ona.
Hanımların küçüğü Sofiya İvanovna —kızı vaftiz eden buydu— daha bir yumuşak yürekliydi. Büyüğü Mariya İvanovna’ysa biraz sertti. Sofiya İvanovna küçük kızı süslüyor püslüyor, ona okuma yazma öğretmeye çalışıyordu; okutmaya niyetliydi onu. Mariya İvanovna kızı iyi bir oda hizmetçisi olarak yetiştirmelerinin gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden titiz davranıyordu ona karşı, cezalandırıyordu sık sık, canı sıkkın olduğu zamanlar dövüyordu bile. Böylece, iki zıt etkinin altında büyüyünce yarı oda hizmetçisi, yarı okumuş bir kız oldu çocuk. Adı da ne Katya’ydı ne de Katenka. Katyuşa diyorlardı ona. Dikiş dikiyor, odaları topluyor, resimlerin tozunu alıyor, yemek pişiriyor, odun yarıyor, kahve servisi yapıyor, ufak tefek şeyleri yıkıyor, bazan da hanımlarla beraber oturuyor, onlara kitap okuyordu.
Bir çok kimse evlenmek istemişti onunla, ama o evlenmemişti. Evlenirse yaşayışının güçleşeceğini, hanımların yanındaki rahatı bırakıp bir uşağa varırsa sonra bu hayatı arayacağını biliyordu.
On altı yaşına kadar öyle yaşadı. On altısını doldurup on yedisine yeni basmıştı ki, hanımlarının üniversite öğrencisi zengin bir prens olan yeğeni geldi köye. Katyuşa tutuldu ona, ama sevgisini ne delikanlıya açabilmişti, ne de kendi kendine itiraf edebilmişti. İki yıl sonra aynı yeğen savaşa giderken yolu üzerindeki halalarının köyüne uğradı gene, dört gün kaldı orada, gitmeden bir gün önce de Katyuşa’yı iğfal etti, devrisi gün eline bir yüz rublelik sıkıştırıp gitti. Delikanlı gittikten beş ay sonra öğrendi kız gebe olduğunu.
Artık her şeyden iğreniyor, onu bekleyen yüz karasından nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu yalnız. Hanımlarının hizmetini aksatmaya başlamıştı, istemeye istemeye yapıyordu her işi. Kendi de farkında olmadan değişivermişti birden. Sonunda pişman olup özür dilediği kaba kaba sözler söylüyordu hanımlarına; sonunda hesabının görülmesini istedi bir gün.
Bu yaptıklarından zaten bıkmış olan hanımları hemen yo! verdiler ona. Oradan ayrılınca bölge polis komiserinin yanma oda hizmetçisi olarak girdi, ama ancak üç ay kalabildi bu işte; çünkü ellilik komiser asılmaya başlamıştı ona, ihtiyar iyice azıttığı bir gün kızın da tepesi attı birden, «aptal, bunamış şeytan suratlı,» diye bağırdı yüzüne karşı, öyle bir itti onu ki, ihtiyar sırtüstü yere yuvarlandı. Bu yaptığı, işinden kovulmasına yetti de arttı bile tabiî. Bir işe giremezdi artık, yakında doğum yapacaktı, şarap ticareti yapan dul köy ebesinin yanına yerleşti. Kolay oldu doğumu. Ne var ki, ebe kadın köydeki bir hastadan kaptığı bir hastalığı yeni doğum yapan Katyuşa’ya bulaştırınca bebeği —erkekti— bakım evine yollamak zorunda kaldılar. Çocuğu oraya götüren yaşlı kadın, yavrunun bakım evine gittikten az sonra öldüğü haberini getirdi.
Köy ebesinin evine yerleştiğinde Katyuşa’nın bütün parası yüz yirmi yedi rubleydi; yirmi yedi rublesi çalışıp kazandığı paraydı; yüz rubleyi de onu aldatan delikanlı vermişti. Ebenin yanından ayrılırken altı ruble vardı cebinde. Parasını tutmayı bilmiyordu, kendine harcıyor, her isteyene çıkarıp veriyordu. Ebe iki aylık bakımına, yemesine içmesine karşılık kırk ruble almıştı ondan, yirmi beş ruble çocuğun bakım evine yatırılmasına gitmişti, ebe inek almak için kırk ruble istemişti, yirmi ruble şuna buna — giysiye, çaya, kahveye — harcanmıştı… Öyle ki, Katyuşa iyileştiğinde meteliksiz kalmıştı ortada, öte yandan bir iş bulması da gerekiyordu kendine. Orman bakıcısının yanında bir iş buldu. Evliydi orman bakıcısı, ama tıpkı komser gibi o da daha ilk günden asılmaya başladı Katyuşa’ya. Katyuşa iğreniyordu bu adamdan, elinden geldiğince kaçmaya çalışıyordu ondan. Gelgelelim adam Katyuşa’dan daha tecrübeli, kurnazdı; üstelik amiriydi de, istediği yere yollayabilirdi onu; uygun bir anını bulup elde etti Katyuşa’yı sonunda. Ormancının karısı öğrendi durumu nasıl öğrendiyse, bir keresinde kocasını Katyuşa’yla odada yalnız yakalayınca kızın üzerine saldırdı, vurmaya başladı ona. Katyuşa boyun eğmedi, saç saça, baş başa dövüştü iki kadın, bu kavganın sonunda Katyuşa’yı içerde biriken parasını da vermeden kovdular evden. Katyuşa kente geldi sonra, halasının yanına yerleşti. Halasının kocası ciltçiydi, kitap ciltlerdi, eskiden iyi gidermiş işleri, ama Katyuşa kente indiğinde tüm müşterilerini kaybetmişti, gece gündüz durmadan içiyor, eline geçen her şeyi içkiye veriyordu.
Katyuşa’nın halası küçük bir çamaşırhane çalıştırıyor, onun geliriyle çocuklarına, bu arada ayyaş kocasına da bakıyordu. Halası çamaşırcı olarak yanında çalışmasın! önerdi Maslova’ya. Ama Maslova halasının çamaşırhanesindeki çamaşırcı kadınların ağır çalışma koşullarını gördüğü için bu öneriye cevabını elinden geldiğince geciktirmeye çalışıyor, bir yandan da hizmetçi bulma yazıhanelerini dolaşıp bir hizmetçilik arıyordu. Buldu da sonunda, lise öğrencisi iki oğluyla oturan bir kadının yanma girdi. Ama bir hafta sonra çocukların büyüğü, bıyıklı, altıncı sınıf öğrencisi olanı dersleri bir yana itip Maslova’ya rahat vermemeye başladı. Çocukların annesi Masloya’da buldu bütün kabahati, parasını ödeyip yol verdi ona. Başka yer de yoktu, ama hizmetçi bulma yazıhanelerinden birinde parmakları kocaman kocaman taşlı yüzükler, tombul çıplak kolları bilezik dolu bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımefendi iş arayan Maslova’nın başından geçenleri dinledikten sonra adresini verdi ona, evine gelmesini söyledi. Maslova gitti. Hanımefendi güler yüzle karşıladı onu, çörekle, tatlı şarapla ağırladı; sonra oda hizmetçisini, eline bir pusula tutuşturarak bir yere yolladı. Akşam ak saçları uzun, sakallarına ak düşmüş, uzun boylu bir adam girdi odaya; yaşlı adam hemen Maslova’nın yanına çöktü, gözlerinde tuhaf bir parıltı, gülümseyerek süzmeye başladı onu; arada şaka da ediyordu. Hanımefendi yan odaya çağırdı sonra yaşlı adamı, «taptaze bir köylü kızı» diye fısıldadığını duydu Maslova. Daha sonra Maslova’yı çağırdı hanımefendi, yaşlı adamın çok paralı bir yazar olduğunu, hoşuna giderse ondan hiç bir şey esirgemeyeceğini söyledi. Hoşuna gitmişti yazarın Maslova, sık sık görüşeceklerini söyleyerek yirmi beş ruble verdi ona. Halasına olan borcunu verip kendine yeni bir elbise, bir şapka, birkaç da kordela alınca bu yirmi beş ruble suyunu çekiverdi hemen. Üç dört gün sonra yazar, adam yollayıp çağırttı onu. Gitti Maslova. Yirmi beş ruble daha verdi ona, sonra da ayrı bir daireye taşınmasını önerdi.
Maslova yazarın tuttuğu dairede otururken, aynı evde kiracı şen yaradılışlı bir satıcıya tutuldu. Maslova kendi açtı durumu yazara, ondan ayrılıp satıcının küçük dairesine yerleşti. Onunla evleneceğine söz veren satıcı, Maslova’ya bir şey söylemeden Nijniy’e kaçınca gene yalnız kaldı Maslova. Dairede tek başına oturmak istedi, ama izin vermediler. Mahalle polisi, yalnız başına ancak sarı kart alırsa, her hafta da muayeneye gelirse oturabileceğini söyledi. O zaman gene halasına gitti Maslova. Üzerindeki son moda elbiseyi, pelerini, şapkasını görünce saygıyla karşıladı onu halası; onun yüksek tabakaya girdiğini düşünerek, çamaşırhanesinde çalışmasını önermeye cesaret edemedi. Mas lova için çamaşırcı olmak ya da olmamak önemli değildi artık. Çamaşırhanenin ilk odalarında bazıları çoktan vereme yakalanmış, soluk yüzlü, sıska çamaşırcı kadınların yaz kış açık duran pencereleri arasında, otuz derece sıcakta sabunlu buharın içinde çamaşır yıkayarak, ütü yaparak sürdükleri kürek mahkûmla-rmkinden farksız bu hayata bakarken içi sızlıyordu Maslova’nın; kendisinin de burada çalışabileceği aklına gelince dehşete kapılıyordu.
Onun için bu pek güç günlerde — ne bir koruyanı vardı ne de elinden tutanı — genel eve kız bulan bir muhabbet tellâlı kadının ağma düştü Maslova.
Sigaraya çoktan başlamıştı, son zamanlardaysa, satıcıyla ilişki kurduktan, satıcı onu bırakıp kaçtıktan sonra da içkiye alışmıştı. Şarap yalnız tadı hoşuna gittiği için çekmiyordu onu; daha çok, içkiyi, başından geçen kötü olayları unutmasına yardım ettiği, davranışlarına daha bir serbestlik verdiği için içiyordu. İçtiği zaman kendine güveni artıyordu. İçkili olmadığı zamanlarsa bir ağırlık çöküyordu üzerine, sıkılgan oluyordu.
Muhabbet tellâlı kadın halaya armağanlar yağdırdı, Maslo va’yi sarhoş ettikten sonra kentteki eve taşınmasını önerdi ona; oradaki hayatın gözalıcılığını, güzelliğini ballandıra ballandıra anlattı. Maslova ikisinden birini seçmek zorundaydı; ya herkesin hor göreceği bir hizmetçi parçası olarak kalacaktı — bu arada erkekler gene kovalayacaktı onu tabiî, ara sıra gizliden geçici aşklar da yaşayacaktı — ya da ona gelecek endişesi olmayan, huzur dolu bir hayat sağlayacak o eve gidecekti. Orada da olacaktı aşkları, ama bu aşklar açıktan açığa yaşanacaktı, yasalar izin verecekti ona; üstelik iyi de para kazanacaktı… Sonra, Mas-lova, onu bu duruma düşüren insandan, ona kötülük eden herkesten öcünü almayı düşünüyordu böylece. Kesin kararını vermesinin bir nedeni daha vardı; Muhabbet tellâlı, istediği giysiyi diktirip giyebileceğini söylemişti ona; kadife, atlas, ipek giysileri, omuzlan açık ya da kollu tuvaletleri olacaktı. Maslova kendini üzerinde siyah kadifeden güller olan parlak kırmızı, dekolte bir tuvaletle hayal edince dayanamadı, verdi kimlik cüzdanını. Muhabbet tellâlı, hemen o akşam kiralık bir faytonla galip aldı Maslova’y ı, Kitayeva’nın ünlü evine götürdü.
O günden sonra Maslova için, kutsal kitapların, bilge insan-larm öylesine kötülediği, bilinen günahla dopdolu bir hayat başladı. Yurttaşlarının mutluluğundan başka bir şey düşünmeyen devletimizin yalnız izniyle değil, üstelik himayesi altında yüz binlerce kadın sürdürür bu hayatı; sonunda bu kadınların onda dokuzu korkunç hastalıklara yakalanırlar, zamanından önce çökerler, ölürler…

Lev Tolstoy Diriliş

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz