Sürgün, Marji̇nal, Yabancı: Entelektüelin Temsil Ettikleri – Edward W Said

Sartre’ın Simone de Beauvoir’la olan ilişkisi, Camus’yle yaptığı tartışma, Jean Genet’yle arasındaki sıkı bağlantıyla ilgili bir şeyler okuduğumuzda onu ortamı içinde konumlarız. Sartre işte bu ortam sayesinde Sartre olmuştur, Fransa’nın Cezayir politikasına da, Vietnam’a da karşı çıkan kişi olmuştur.

Entelektüeller çok geniş bir grup mudurlar, yoksa had safhada küçük ve oldukça seçkin bir grup mu oluştururlar? Entelektüellerle ilgili olarak yirminci yüzyılda yapılan en ünlü iki tanım bu noktada tam anlamıyla zıt konumlardadır. Mussolini’nin 1926 ile 1937 yılları arasında hapiste tuttuğu İtalyan Marksist, eylemci, gazeteci ve olağanüstü siyaset felsefecisi Antonio Gramsci Hapishane Defterleri adlı kitabında, “bütün insanlar entelektüeldir, ama toplumda herkes entelektüel işlevini görmez” diye yazıyor. Gramsci’nin kendi hayatı entelektüele biçtiği rolü örnekler: Mektepli bir filolog olan Gramsci hem İtalyan işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden biriydi hem de çeşitli gazete ve dergilere yazdığı yazılarla, amacı sadece bir toplumsal hareket değil, aynı zamanda bu hareketle bağlantılı bir kültürel formasyon oluşturmak olan toplum çözümleyicilerinin en bilinçlilerinden biri olduğunu göstermişti.

Gramsci toplumda entelektüel işlevi görenlerin ikiye ayrılabileceğini göstermeye çalışır: bunlardan birincisi, nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entelektüeller, ikincisi ise entelektüelleri çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik entelektüellerdir. Nitekim, Gramsci organik entelektüele ilişkin olarak şöyle der: “Kapitalist girişimci kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır.”Bir deterjan ya da havayolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da halkla ilişkiler uzmanı, demokratik bir toplumda müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan biri Gramsci’ye göre bir organik entelektüeldir. Gramsci organik entelektüellerin topluma aktif olarak katıldıklarına inanır; yani bu entelektüeller sürekli insanların zihinlerini değiştirip piyasaları genişletme mücadelesi içindedirler; çoğunlukla aynı yerde kalan, yıllar yılı aynı tür işler yapan öğretmenlerle papazların tersine organik entelektüeller her zaman hareket halinde, oluşum halindedirler.

Diğer uçta Julien Benda’nın, entelektüelleri, insanlığın vicdanı olan süper yetenekli, ahlâki donanımları gelişkin filozof-krallardan oluşan bir avuç insan olarak gösteren ünlü tanımı vardır. Benda’nın kitabı La trahison des ciercâin ileriki kuşakların belleğinde entelektüel hayatın sistematik bir analizi olarak değil, görevlerini bir yana bırakıp ilkelerinden ödün veren entelektüellere yönelik zehir zemberek bir saldın olarak kaldığı doğruysa da, Benda gerçek entelektüeller olduklarını düşündüğü birkaç kişinin adını zikredip önemli özelliklerini sıralar. Sokrates ve İsa’nın adı sık sık geçer; daha yakın zamanlardan da Spinoza, Voltaire ve Ernest Renan örnekleri verilir.

Gerçek entelektüeller bir tür ruhban sınıfı oluştururlar, pek nadir bulunan yaratıklardır; çünkü bu dünyaya ait olmayan ebedi hakikat ve adalet standartlarının bayraktarlığını yaparlar.

Benda’nın bu insanlar için ruhban gibi dini bir terim kullanmasının, onlara her zaman bu sınıfa ait olmayan, yani maddi avantajlar edinme, kendini geliştirme ve mümkünse dünyevi güçlerle yakın ilişkiler kurma gibi dertleri olan sıradan insanlarınkine karşıt bir statü ve davranış tarzı atfetmesinin nedeni budur. Gerçek entelektüeller, der Benda, “özünde pratik amaçlar gütmeyen faaliyetler yürüten,” bir sanat ya da bir bilimle ya da metafizik spekülasyonla ilgilenmekten keyif alan, özetle manevi avantajlara sahip olan, yani bir bakıma şöyle diyen kişilerdir: “Benim krallığım bu dünyanın krallığı değil”

Bununla birlikte Benda’nın verdiği örnekler, entelektüellerin dünyadan tamamen elini eteğini çekip fildişi kulesine kapanmış, kendini son derece özel, çapraşık, hatta belki de karanlık denecek ölçüde esrarlı meselelere adamış düşünürler olduğu anlayışını savunmadığını gayet net bir biçimde gösterir. Gerçek entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar. “Fenelon ve Massilion’un XIV. Louis’nin bazı savaşlarına nasıl karşı çıktıklarım hatırlatmam gerekii mi?’ der, ” Voltaire’in Paiatiniik’in yıkılmasını nasıl mahkûm ettiğini? Renan’ın Napoleon’un vahşetini nasıl kınadığını? Buckle’ın, Fransız Devri m i’ne karşı İngiltere’nin takındığı hoşgörüsüz tutumu; zamanımızda Nietzsche’nin Almanya’nın Fransa’ya yaptığı gaddarlıkları nasıl şiddetle eleştirdiklerini?’ Benda’ya göre bugünkü entelektüellerin sorunu, sahip oldukları ahlâki otoriteyi, sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi “kolektif duygular”ın örgütlenmesi adını verdiği şeye bu deyim Benda’nın ileri görüşlülüğünün işaretidir devretmiş olmalarıdır.

Benda bütün bunları kitle iletişim çağından çok önce, 1927’de yazıyordu; ama hükümetler için, gerektiğinde kendi politikalarını pekiştirmeleri; resmi düşmanlara karşı propaganda yapmaları; kurumsal “menfaatler” ya da “ulusal onur” adına gerçekte neler olup bittiğini gizleyecek hüsnütabirler, hatta daha geniş bir ölçekte Orwellvari Yenikonuş sistemleri üretmeleri için başvurabilecekleri, kendilerine uşak yapabilecekleri entelektüellerin ne kadar önemli olduğunu sezmişti.

Benda’nın entelektüellerin ihaneti karşısındaki yanıp yakınmalarının gücü akıl yürütmesindeki incelikten ya da entelektüelin görevinin ne olduğu konusundaki son derece katı, ödün vermez mutlakçılığından kaynaklanmaz. Benda’nın tanımına göre gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Başat özellikleri dünyevi kaygılarla aralarındaki gevşemez mesafe olan simgesel şahsiyetlerdir onlar. Bu yüzden de sayıları çok olamaz, gelişimleri belli rutinlere bağlı olamaz. Güçlü kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir: Bütün bu nedenlerden ötürü Benda’nın entelektüelleri kaçınılmaz olarak, yücelerden gökgürültüsü gibi bir sesle insanlığa kaba beddualar yağdıran, görünürlük derecesi yüksek küçük bir grup adamdan oluşur. Benda bu adamların nasıl olup da hakikati bildikleri, ya da ebedi ilkeler konusundaki göz kamaştırıcı görüşlerinin Don Kişot’unkiler gibi ham hayallerden başka bir şey olup olmadığı konusunda hiçbir şey söylemez.

Yine de Benda’nın kavradığı biçimiyle gerçek entelektüel imgesinin çekici ve güçlü bir imge olduğuna benim şüphem yok. Verdiği pozitif örneklerin de negatif örneklerin de çoğu ikna edici: Mesela Voltaire’in Calas ailesini kamu huzurunda savunması; ya da -zıt uçta- Benda’ya göre Fransız ulusal onuru adına “acımasız ve aşağılayıcı bir romantizm” kapılan, Maurice Barres gibi Fransız yazarların ürkütücü milliyetçilikleri?

Benda’nın ruhu, her ikisi de entelektüeller için ciddi birer sınav işlevi görmüş olan Dreyfus Olayı ve Birinci Dünya Savaşı’yla biçimlenmiştir. Burada entelektüeller ya ordudaki antisemitik önyargılardan kaynaklanan bir adaletsizliğe ve milliyetçi taşkınlığa cesaretle karşı çıkmayı seçeceklerdi ya da koyun gibi sürüye uyup, haksız yere mahkûm edilen Yahudi subay Alfred Dreyfus’u savunmayı reddedecek, Alman olan her ‘şeye karşı olan savaş ateşini hararetlendirmek için şovenist sloganlar haykıracaklardı. Benda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kitabını tekrar yayımladı; kitaba bu kez Nazilerle işbirliği yapmış olan entelektüellerle Komünistleri gözü kapalı desteklemiş olanlara saldıran birkaç yazı eklemişti. Benda’nın özünde son derece muhafazakâr bir içerik taşıyan yapıtında kullandığı mücadeleci retoriğin altında, derinde bir yerlerde, ayrı bir varlık; iktidarın yüzüne karşı doğruları söyleyen biri; hiçbir dünyevi gücü eleştirilemeyecek ve sorgusuz sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nüfuzlu görmeyen haşin, uz-dilli, olağanüstü cesur ve öfkeli bir birey olan bu entelektüel figürü vardır.

Gramsci’nin entelektüeli toplumda belli işlevleri yerine getiren bir kişi olarak değerlendiren toplumsal çözümlemesi, Benda’nın bize sunduğu her şeyden çok daha fazla yakındır gerçeğe. Özellikle yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan birçok yeni meslek -radyo televizyoncular, profesyonel akademisyenler, bilgisayar analistleri, spor ve medya alanında uzmanlaşmış hukukçular, işletme danışmanları, siyasa uzmanları, hükümet danışmanları, özel pazarlar hakkında raporlar hazırlayanlar, hatta bütün bir modern kitle gazeteciliğinin kendisi- Gramsci’nin bakış açısını haklı çıkartmıştır.

Günümüzde bilginin üretilmesiyle ya da dağıtılmasıyla bağlantılı herhangi bir alanda çalışan herkes, sözcüğe Gramsci’nin verdiği anlamda, bir entelektüeldir.

Endüstriyel Batı toplumlarının çoğunda bilgi endüstrileri denen endüstrilerle fiili olarak fiziksel üretim yapanlar arasındaki orantı, bilgi endüstrileri lehine hızla değişmektedir. Amerikalı sosyolog Alvin Gouldner epey bir zaman önce entelektüellerin yeni bir sınıf halini aldıklarından ve eski para babası, mülk sahibi sınıfların yerini artık büyük ölçüde entelektüel yöneticilerin aldığından bahsetmişti. Ama Gouldner ayrıca entelektüellerin artık geniş bir halk kesimine seslenen insanlar olmadıklarını (yükselişleri bunu içeren bir süreçtir), eleştirel söylem kültürü adını verdiği bir kültürün üyeleri haline geldiklerini de belirtmişti. İster yayıncı, yazar, askeri strateji uzmanı ister uluslararası hukukçu olsun, bütün entelektüeller uzmanlaşmış ve ancak aynı alanın diğer üyeleri tarafından kullanılabilen bir dili konuşur, işlerini bu dille görürler; uzmanlaşmamış halkın çoğunlukla anlayamadığı bir iingua franca ile diğer uzmanlara hitap eden uzmanlar haline gelirler.

Fransız filozof Michel Foucault da aynı şekilde evrensel entelektüelin yerini, “özgül” entelektüelin, belli bir disiplinin içinde çalışan ama uzmanlığını her biçimde kullanabilen entelektüelin aldığını söylemiştir. Burada Foucault özellikle, uzmanlık alanı dışına çıkıp 1942-45 yılları arasında Los Alamos’ta atom bombası projesi üzerinde çalışan ve sonraları ABD’de bir tür bilim komiseri haline gelen Amerikalı fizikçi Robert Oppenheimer’ı düşünmektedir.

Entelektüellerin sayısındaki çoğalma, entelektüellerin inceleme konusu oldukları çok sayıdaki alana da yansımıştır; neredeyse ilk kez modern toplumun işleyişinde toplumsal sınıfların değil entelektüellerin merkezi bir işlev gördüğünü ileri sürmüş olan Gramsci’nin Hapishane Defterlerindeki iddiaları öncü niteliğindedir. “Entelektüellerin …sı”veya “Entelektüeller ve…” başlıkları altında toplanabilecek, kapsamı göz korkutucu boyutlara ulaşan ve son derece ayrıntılı neredeyse bir kütüphane dolusu çalışma vardır.

Entelektüellerin tarihi ve sosyolojisi konusunda binlerce kitap; entelektüeller ve milliyetçilik (ve iktidar, ve gelenek, ve devrim, vs. vs.) hakkında sonsuz sayıda inceleme var elimizin altında. Dünyanın her bölgesi kendi entelektüellerini yaratmış, bu oluşumların her biri ateşli, tutkulu tartışmalara konu olmuştur. Modern tarihte entelektüellerin işin içine karışmadığı ne önemli bir devrim ne de önemli bir karşıdevrim olmuştur. Entelektüeller hareketlerin ana-babaları ve tabii ki evlatları, hatta yeğenleri olmuşlardır.

Entelektüel figürünün ya da imgesinin bir ayrıntı yığını arasında ortadan kaybolması, entelektüelin sadece bir başka profesyonel, toplumsal trendin içinde yer alan bir şahsiyet haline gelmesi gibi bir tehlike söz konusudur. Bu konferanslarda, ilk olarak Gramsci’nin dikkat çektiği, yirminci yüzyılın sonlarına ilişkin bu gerçeklikleri peşinen doğru kabul edecek olsam da; entelektüelin toplumda, sadece kimliksiz bir profesyonel, salt kendi işine bakan bir sınıfın yetenekli bir üyesi olmaya indirgenemeyecek özgül bir kamusal role sahip bir birey olduğunda ısrar etmek istiyorum. Bence merkezi önem taşıyan olgu şudur: entelektüel belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir. Bu rolün özel, ayrıcalıklı bir boyutu vardır ve kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, ortodoksi ve dogma üretmektense bunlara karşı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sumen altı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var olan biri olma duygusu hissedilmeden oynanamaz. Entelektüel bunu evrensel ilkeler temelinde yapar: Tüm insanların dünyevi güçlerden ve ülkelerden özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye hakkı vardır; bu standartların kasti veya gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık edilmeli ve cesaretle karşı konulmalıdır.

Bunu daha kişisel bir düzeyde açıklayayım: Bir entelektüel olarak kaygılarımı bir dinleyici ya da izleyici kitlesi önünde sunarım; ama mesele sadece bu kaygıları nasıl ifade ettiğimde değil, aynı zamanda özgürlük ve adalet davasını savunmaya çalışan biri olarak benim neyi temsil ettiğimdedir. Bütün bunları söyler ya da yazarım, çünkü uzun uzun düşündükten sonra bunlara inanmışımdır, başkalarını da bu görüş doğrultusunda ikna etmek isterim.

Bu yüzden de özel olanla kamusal olanın oluşturduğu hayli karmaşık bir karışım çıkar ortaya; bir yanda kendi tarihim, deneyimlerimin sonucu olan değerlerim, yazılarım ve tavır alışlarım vardır, bir yanda da tüm bunların insanların savaş, özgürlük ve adalet hakkında tartışıp kararlar verdikleri toplumsal dünyaya girme biçimleri. İnsan salt özel alanda kalarak entelektüel olamaz, zira sözcükleri kâğıda döküp yayımladığınız anda kamusal dünyaya girmişsiniz demektir. Salt kamusal alana ait, sadece bir hareket, dava ya da konumun sözcüsü veya simgesi olan bir entelektüel de olamaz. Şahsi tını, kişiye özgü duyarlılık diye bir şey vardır; söylenen ya da yazılan şeylere de bu anlam verir. Hele bir entelektüelin dinleyicilerini mutlu etmesi diye bir şey söz konusu olamaz; işin özü sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmaktır.

Yani sonuçta temsil edici bir kişi olarak entelektüeldir önemli olan; şu ya da bu bakış açısını görünür olarak temsil eden, her türlü engele rağmen bu temsili muhatap aldığı kamu adına yapan kişidir. Savım şu ki entelektüeller temsil etme sanatını ki bu konuşma, yazma, öğretmenlik, televizyona çıkma gibi biçimler alabilir görev edinmiş bireylerdir. Ve bu görev kamunun gözleri önünde cereyan ettiği ve hem bağlanımı hem riski, hem cüreti hem de kırılganlığı içerdiği ölçüde önemlidir; Jean-Paul Sartre’ı ya da Bertrand Russell’ı okuduğum zaman beni etkileyen söyledikleri şeylerden çok özgül, bireysel sesleri ve mevcudiyetleridir; çünkü inandıkları şeyleri dile getirmektedirler. İsimsiz bir memurla ya da ihtiyatlı bir bürokratla karıştırılmaları mümkün değildir.

Entelektüellerle ilgili çalışmalar sağanak halinde, birbiri ardına çıkmaya devam ettiği halde, bunlarda entelektüelin tanımı üzerinde gereğinden çok durulurken, imgesi, imzası, fiili müdahalesi ve performansı yeterince değerlendirilmemiştir; oysa tüm bunlar her gerçek entelektüelin yaşam suyunu oluşturur. Isaiah Berlin, ondokuzuncu yüzyıl Rus yazarlarının okurlarının, kısmen Alman romantizminin etkisiyle “yazarın kamusal bir sahnede, tanıklık yapmakta olduğunun bilincinde oldukların!’ söylemişti. Benim anladığım biçimiyle modern entelektüelin kamusal rolü hâlâ bu nitelikte bir şeyler içerir.

Bu yüzdendir ki mesela Sartre gibi bir entelektüeli anımsadığımızda, onun kendine özgü davranışları, tüm benliğiyle kendini savunduğu davaya adaması, gösterdiği saf çaba, göze aldığı riskler, iradesi, sömürgecilikle, bağlanmayla ya da toplumsal çatışmalarla ilgili sözleri, hasımlarını küplere bindiren, dostlarını heyecanlandıran ve hatta belki de sonradan düşündüğünde mahcubiyet duymasına bile yol açmış olabilecek tüm bu özellikleri gelir aklımıza. Sartre’ın Simone de Beauvoir’la olan ilişkisi, Camus’yle yaptığı tartışma, Jean Genet’yle arasındaki sıkı bağlantıyla ilgili bir şeyler okuduğumuzda onu ortamı içinde konumlarız (Sartre’ın kendi terimidir bu); Sartre işte bu ortamda, ve bir ölçüde bu ortam sayesinde Sartre olmuştur, Fransa’nın Cezayir politikasına da, Vietnam’a da karşı çıkan kişi olmuştur. Tüm bu ayrıntılar onun bir entelektüel olarak değerini azaltmak şöyle dursun, aksine söylediklerine yoğunluk ve gerilim kazandırır, onun içsıkıcı ve ahlâkçı bir vaiz değil herkes gibi yanılabilen bir insan olduğunu gösterir.

Modern kamusal hayat, bir işletme ya da sosyolojik bir çalışmanın hammaddesi olarak değil de ancak bir roman ya da dram olarak görüldüğü takdirde, entelektüellerin nasıl olup da sadece gizli ya da büyük bir toplumsal hareketi değil, aynı zamanda salt kendilerine özgü, biraz tuhaf, hatta yıpratıcı bir hayat tarzını ve toplumsal performansı da temsil edebildiklerini

anlayabilmemiz mümkün olur. Bu rol de en iyi ve ilk kez olarak on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başlarında yazılmış bazı sıradışı romanlarda -Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ında, Fiaubert’in Duygusal Eğitiminde, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde – betimlenmiştir; bu romanlarda toplumsal gerçekliğin temsil edilme biçimi yeni bir aktörün, modern genç entelektüelin aniden sahneye çıkışından derinlemesine etkilenir, hatta tayin edici bir tarzda değişir.

Turgenyev’in 1860’lardaki Rusya taşrası portresi kır hayatını anlatan metinlerde olduğu gibidir, burada olay olmaz: Varlıklı gençler hayat tarzlarını ana babalarından miras alır, evlenir, çocuk sahibi olurlar, hayat da kör topal gider. Bazarov diye bozguncu, ama oldukça güçlü biri bu insanların hayatına birdenbire girene dek durum böyledir.

Bazarov’da ilk fark ettiğimiz şey ailesiyle bağlarını koparmış olduğudur; hiç ana babası olmamış gibi, kendi kendini yaratmış biri gibi görünür; âdetlere kafa tutar, vasatlığa ve klişelere saldırır, akılcı ve ilerici nitelikte olduğunu düşündüğü yeni, bilimsel, duygusallıktan uzak değerleri savunur. Turgenyev Bazarov’u sevimli göstermeyi reddettiğini söylemiştir; o “kaba, kalpsiz, acımasız denecek ölçüde kuru ve haşin” biri olacaktır. Bazarov Kirsanov ailesiyle alay eder; orta yaşlı baba Schubert çaldığında ona güler. Alman materyalist biliminin düşüncelerini savunur: Ona göre doğa bir tapınak değil, bir atölyedir. Anna Sergeyevna’ya âşık olduğunda o da Bazarov’a yakınlaşır, ama ürker de: Bazarov’un engel tanımayan, çoğunlukla anarşik entelektüel enerjisi ona kaosu çağrıştırır. Onunla olmak, der bir yerde, bir uçurumun kenarında yaşanan baş dönmesini verir insana.

Romana güzelliğini ve pathosunu veren şey, Turgenyev’in ailelerin, aşk ve akraba sevgisindeki sürekliliklerin, eski, doğal sayılan davranış tarzlarının hüküm sürdüğü bir Rusya ile romandaki tüm diğer karakterlerin aksine hikâye edilmesi imkânsız bir tarihi olan Bazarov’un nihilist denebilecek ölçüde bozguncu gücü arasındaki uyuşmazlığı betimlemesidir. Bazarov birdenbire ortaya çıkar, her şeye kafa tutar ve tedavi ettiği hasta bir köylüden hastalık kaparak aynı birdenbirelikle ölür. Bazarov’u amansız sorgulama gücü ve son derece muhalif zekâsıyla hatırlarız, Turgenyev Bazarov’un en sempatik karakteri olduğuna inandığını iddia etmesine rağmen, onun bile Bazarov’un pervasız entelektüel gücü karşısında kafası karışmış, okurlarının gösterdiği hayret edilecek ölçüde şiddetli tepkilerden nutku tutulmuştur. Bazı okurlar Bazarov tipiyle gençlere saldırıldığını düşünür, bazıları da onu gerçek bir kahraman olarak görüp överken bazıları da tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Kişiliği hakkında ne düşünürsek düşünelim, Babalar ve Oğullar’da. Bazarov’u bir anlatı karakteri olarak hiçbir yere yerleştirenleyiz; dostları Kirsanov ailesi, hatta açması babaları bile hayatlarını sürdürürken Bazarov’un bir entelektüel olarak sergilediği mutlakçılık ve meydan okuma onu hikâyenin dışına taşırır, evcilleştirilmeye müsait olmadığı için hikâyeye de uydurulamaz.

Joyce’un genç adamı, Stephen Dedalus’un durumu da budur, hatta daha aşırısı; Dedalus hayata atıldığı ilk yılları kilise, öğretmenlik mesleği, İrlanda milliyetçiliği gibi kurumların ayartıları ile şeytani non serviam [hizmet etmeyeceksin -ç.n.]sözünü kendine düstur edinen bir entelektüel olarak yavaş yavaş gelişen inatçı benliği arasında sürekli gidip gelerek geçirir. Seamus Deane, Joyce’un Sanatçının…Portresi romanı hakkında mükemmel bir gözlemde bulunur: Bu roman, der, “İngiliz dilinde bir düşünce tutkusunun tam anlamıyla sergilendiği ilk romandır’. Ne Dickens’ın, ne Thackeray’ın, ne Austen’ın, ne Hardy’nin, hatta ne de George Eliot’ın kahramanları, temel meseleleri toplumda bir düşünce hayatı sürdürmek olan genç insanlardır; oysa genç Dedalus için “düşünme bir tür dünya deneyimidir. Deane, Dedalus’tan önce İngiliz edebiyatında entelektüelin yalnızca “grotesk biçimlerde temsil edildiğini’ söylemekte haklı. Ama kısmen de olsa, genç bir taşralı, bir sömürge ortamının ürünü olduğu için Stephen’ın sanatçı olabilmek için önce entelektüel bir direniş bilinci geliştirmesi gerekir.

Romanın sonuna gelindiğinde Stephen, sonuçta kendi bireyselliğinden ve genelde pek hoş sayılamayacak kişiliğinden ödün vermesini gerektirecek bütün ideolojik tasarımlara olduğu kadar aileye ve Fenianlara da eleştirel ve uzak bakar. Turgenyev gibi Joyce da genç entelektüel ile insan hayatının normal akışı arasındaki uyuşmazlığı iğneli bir dille sergiler. Bir ailede büyüyen, sonra da okula ve üniversiteye giden bir genç adamı anlatan klasik bir hikâye olarak başlayan romanın kompozisyonu sonlarda Stephen’ın defterinden aktarılan bir dizi eksiltili [elliptical] notla çözülür. Entelektüel evcilleşmeyecek, tekdüzeliğe teslim olmayacaktır. Romanın en ünlü bölümlerinden birinde Stephen entelektüelin özgürlük amentüsünü şöyle dile getirir: “Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana. İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim: ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanmasını bildiğim silahları kullanacağım: sessizlik,, sürgün ve kurnazlık.” Joyce bu sözlerdeki melodramatik edayı Stephen’ın tumturaklılığının altını çizmek için kullanır.

Ama Uiysse’de bile Stephen inatçı ve aykırı bir genç adamdan başka bir biçimde gösterilmez bize. Amentüsünün en çarpıcı yanı entelektüel özgürlüğü olumlamasıdır. Entelektüelin yapıp ettiklerinde canalıcı önem taşıyan mesele budur, abus suratlılık ve oyunbozanlığı amaç edinmek değil. Entelektüelin faaliyetinin amacı insanın özgürlüğünü ve bilgisini arttırmaktır. Ben bu amacın hâlâ doğru olduğuna inanıyorum; hem de çağdaş Fransız filozof Lyotard’ın geçmişte kalmış “modern” çağla bağlantılı olduğu düşünülen bu tür kahramanca çabalar için kullandığı deyişle “büyük özgürleşme ve aydınlanma anlatılarının, postmodernizm çağında artık esamisinin okunmadığı yolundaki sık sık tekrar edilen suçlamaya rağmen. Söz konusu tesbiti yapanlara göre büyük anlatıların yerini yerel durumlar ve dil oyunları almıştır; günümüzün postmodern entelektüelleri doğruluk ya da özgürlük gibi evrensel değerleri değil yeterliliği önemserler. Oysa ben, Lyotard ve takipçilerinin, postmodernizme rağmen hâlâ entelektüelin elinin altında olan uçsuz bucaksız imkânları doğru bir biçimde değerlendirmekten çok kendi tembelliklerinden kaynaklanan yetersizliklerini, hatta kayıtsızlıklarını itiraf ettiklerini düşünmüşümdür hep. Zira hükümetler hâlâ halklarını açık açık ezmekte, adalet hâlâ ciddi bir biçimde zedelenmekte ve iktidar entelektüelleri hâlâ kendi saflarına katıp seslerini gayet güzel kısabilmektedir; entelektüeller hâlâ sık sık görevlerinden yan çizmektedirler.

Duygusal Eğitimde Flaubert entelektüellerin kendisinde yarattığı hayal kırıklığını anlatmış, entelektüellere yöneltilebilecek belki de en acımasız eleştiriyi yapmıştır. Ünlü İngiliz tarihçi Lewis Namier’nin entelektüellerin devrimi adını verdiği bir dönemde, 1848-1851 yılları arasındaki Paris ayaklanmasında geçen roman, “on dokuzuncu yüzyılın başkenti”ndeki bohem hayatının ve siyasal ortamın geniş kapsamlı bir panoramasıdır. Kitabın merkezini iki genç taşralı, Frederic Moreau ve Charles Deslauriers oluşturur; Flaubert bu iki gencin kentte yapıp ettiklerini anlatırken onların entelektüel olarak istikrarlı bir yol tutturamamalarına duyduğu öfkeyi de gizlemez.

Flaubert’in bu gençlere gösterdiği horgörü büyük ölçüde onların olmaları gerektiğini düşündüğü şeye yönelik, belki de biraz abartılı beklentisinin ürünüdür. Fakat romanda, akıntıya kapılmış sürüklenen entelektüelin en parlak anlatımıyla karşılaşırız. Romanın başında iki genç toplumun refahını amaç edinmiş hukukçular, eleştirmenler, tarihçiler, denemeciler, filozoflar ve toplum kuramcıları olma sevdasındadırlar. Oysa sonuçta Moreau’nun “entelektüel hırsları tükendi. Yıllar geçtikçe zihninin aylaklığına ve yüreğinin ataletine teslim oldu” Deslauriers ise sırasıyla “Cezayir’deki koloninin yöneticisi, bir paşanın sekreteri, bir gazetenin ve bir reklam ajansının müdürü oldu; …şu anda da bir sanayi şirketinde müşavir avukat olarak çalışıyor”

Flaubert’e göre 1848’in başarısızlıkları kendi kuşağının başarısızlıklarıdır. Moreau ve Delauriers’in kaderleri, hem iradelerini belli bir noktaya yönlendirememelerinin sonucu olarak, hem de insanın zihnini çelen sonsuz sayıda şey, başdöndürücü hazlar içeren modern topluma ödenen bir bedel olarak betimlenir (Flaubert sanki bir kehanette bulunuyor gibidir burada). Bu toplum gazeteciliğin, reklamcılığın doğuşuna sahne olan, insanların bir günde ünlü olabildikleri, tüm düşüncelerin pazarlanabilir, tüm değerlerin değiştirilebilir hale geldiği, tüm mesleklerin kolay para kazanma ve çabucak başarılı olma arayışına indirgendiği sürekli bir dolaşım alanına dönüşmüş bir toplumdur. Bu yüzden romanın en önemli sahneleri simgesel bir biçimde at yarışları, kafe ve genelevlerde düzenlenen danslar, ayaklanmalar, geçit törenleri ve gösterilerde geçer; Moreau buralarda durmaksızın sevgiyi ve entelektüel doyumu bulmaya çalışır, ama araya hep başka şeyler girer.

Bazarov, Dedalus ve Moreau uç örnekler şüphesiz; ama biz entelektüelleri eylem halinde, etrafı çeşit çeşit güçlükler ve ayartılarla kuşatılmış bir biçimde; basit bir elkitabından bir seferde öğrenilebilecek sabit bir görev değil, bizzat modern hayat tarafından sürekli tehdit edilen somut bir deneyim olan işlerimizi sürdürürken ya da buna ihanet ederken gösterme amacına hizmet ediyorlar ki bu, on dokuzuncu yüzyılın panoramik gerçekçi romanlarının son derece iyi yaptığı bir şey.

Entelektüelin gerçekleştirdiği temsil edimlerinin, topluma bir dava ya da fikri ifade etmesinin asıl amacı egosunu güçlendirmek ya da statüsünün keyfini çıkartmak değildir. İktidarın bürokrasilerinde hizmet vermek, cömert hizmetkârlar olarak çalışmak da değildir bu temsil edimlerinin amacı. Entelektüel temsil edimleri, kuşkucu, kendini dur durak bilmeksizin akılcı sorgulamaya ve ahlâki yargıya adayan bir tür bilince yaslanan faaliyetlerdir; bu da insanı sürekli tetikte olmaya zorlar. Dili iyi kullanmayı bilmek ve dile ne zaman müdahale edileceğini bilmek entelektüel eylemin iki temel özelliğidir.

Entelektüel bugün neyi temsil ediyor peki? Bence bu soruya verilen en iyi ve en dürüst cevaplardan biri, tutkulu bir toplum anlayışına ve düşüncelerini lafı dolandırmadan, son derece etkileyici bir biçimde ifade etme yeteneğine sahip, bağımsızlığına çılgınca düşkün bir entelektüel olan Amerikalı sosyolog C. Wright Mills’e aittir. Mills 1944’te, bağımsız entelektüellerin önünde ya marjinalliklerinin sonucu olarak umutsuz bir güçsüzlük duygusuna kapılma ya da kendi başlarına sorumsuzca kararlar veren düzen adamlarından oluşan görece küçük bir gruba mensup olup kurumların, şirketlerin ya da hükümetlerin saflarına katılma seçenekleri olduğunu yazmıştı. Bir enformasyon sanayiinin “kiralık” çalışanı olmak da çözüm değildir, çünkü o zaman sana kulak verenlerle, Tom Paine’in kendisini dinleyenlerle kurduğu türden bir ilişki kurabilmen imkansızlaşacaktır. Özetle entelektüelin tedavüle dahil olabilmesini sağlayan “etkili iletişim araçları” gasp edilmiştir; bu durumda entelektüelin önünde çok önemli bir görev vardır. Mills bunu şöyle ifade ediyor:

Bağımsız sanatçı ve entelektüel sahiden yaşayan şeylerin basmakalıplaştırılmasına ve sonuç olarak cansızlaştın/masına kaışı direnebilecek ve mücadele edebilecek donanıma sahip, sayılan gittikçe azalan birkaç kişiden biridir. Artık gerçekten yeni düşünceler geliştirmek için modern iletişim araçlarının (yani, modern temsil sistemlerinin) bizi gömdükleri klişe görüş ve düşünce batağının maskesini indirme, sürekli olarak bunlann etkisini kırma kapasitesi gerekir. Bu kitie-sanatı ve kitle-düşüncesi dünyaları giderek daha fazla siyasetin taleplerine maruz kalmaktadır. İşte bu yüzden entelektüel dayanışma ve çabaların odak noktası siyaset olmalıdır. Düşünür siyasal mücadele içinde hakikatin değeri He bizzat ilişki kurmazsa, yaşanan deneyimlerin bütününü sorumlu bir biçimde ele alamaz.”

Bu paragraf öyle önemli tespitler ve vurgular içermektedir ki tekrar tekrar okunmayı hak eder. Siyaset her yerdedir; saf sanat ve düşünce alanlarına ya da tarafsız nesnellik veya aşkın teori alanına kaçmak mümkün değildir. Entelektüeller zamanlarına ait insanlardır; enformasyon ya da medya sanayiinin cisimleştirdiği kitlesel temsil siyasetine herkes gibi onlar da tabidirler; buna direnmelerinin tek yolu giderek güçlenen medyanın -tabii ki sadece medyanın değil, statükoyu koruyan, her şeyi kabul edilebilir ve onaylanmış bir aktüellik perspektifi içinde tutan bütün düşünce yönelimlerinin- yaydığı imgeleri, resmi anlatıları, iktidarı haklı çıkarma çabalarını tartışmaya açmaları, Mill’in “maske indirme” dediği şeyi yaparak mümkün olduğunca hakikati anlatmaya çalıştıkları alternatif versiyonlar geliştirmeleridir.

Bu hiç de kolay bir iş değildir: Entelektüel her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir yerde durur. Geçtiğimiz yıllarda Irak’a karşı girişilen Körfez Savaşı’nda yurttaşlara, ABD’nin masum ya da tarafsız bir güç olmadığını (Vietnam ve Panama işgallerini unutmak siyasetçilerin işine geliyordu tabii), kimsenin de ona dünya jandarmalığı gibi bir görev vermediğini hatırlatmak ne kadar zor olmuştu. Fakat o zaman entelektüellerin görevi unutulanları su yüzüne çıkartmak, görmezden gelinen bağlantıları göstermek, savaştan ve insanların öldürülmesinden kaçınacak alternatif eylem tarzları önermekti.

Sözcüğe benim verdiğim anlamda entelektüel, ne insanları teskin etme ne de konsensüs oluşturma derdindedir; çok ciddi bir anlamda, ucuz formülleri, hazır klişeleri ya da iktidar sahiplerinin ve uzlaşımcıların söylediklerinde, yapıp ettiklerinde gözlenen sorunsuz, uzlaştırıcı olumlamaları kabullenmeyi istememe anlamında tüm varlığını ortaya koyan biridir. Hatta sadece bir şeyleri pasif olarak istememekle yetinmez, bunu aktif olarak kamuoyuna söyler de.

Salt hükümet politikalarını eleştirme meselesi değildir bu, daha çok entelektüelin yarım-doğrulara ya da basmakalıp fikirlere pabuç bırakmamak için sürekli tetikte olmayı görev edinmesi meselesidir. İstikrarlı bir gerçekçilik, neredeyse atletik bir akıl enerjisi ve kamusal alanda yazılar yayımlatıp konuşmanın gerekleriyle kişinin kendi sorunlarını dengelemek için karmaşık bir mücadele gerektiren bu görev, gerektirdikleri yüzünden hep süregiden, yapısı itibarıyla bitmemiş ve zorunlu olarak eksikli bir çaba haline gelir. Ama insanı pek sevilen biri yapmasa da ben bu görevin karmaşıklığını, insanı diri tutuşunu, zenginleştirmesini seviyorum.

Edward W Said
Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı
Ayrıntı Yayınevi, İnceleme Dizisi,  Çeviren: Tuncay Birkan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz