Albert Camus ve Jean-Paul Sartre: Çalkantılı Bir İlişki

Jean-Paul Sartre ve Albert Camus, XX. yüzyıl Fransız entelektüel yaşamının iki önemli figürüdür. Mahir romancılar (Camus’nün Yabancı’sı; Sartre’ın Bulantı’sı) fakat aynı zamanda oyun yazarları (Camus’nün Caligula’sı; Sartre’ın Çıkış Yok’u ve Sinekler’i) olup, Camus Kavga ve Sartre Modern Zamanlar adlı referans gazetelerine de kendilerini vakfetmişlerdi. Nihayet, dostluklarının, rekabetlerinin ve sonra da dargınlıklarının yoğunluğunu kuşkusuz en iyi izah eden ise, her ikisinin de filozof, kendilerini adamış düşünürler, entelektüel direnişin üyeleri olmaları, komünistlere yakın durmaları ve başkaldırıya inanmalarıdır.  

Bununla birlikte, Camus filozof olduğunu iddia etmiyordu; kendisini büyük rahatlıkla bir sanatçı olarak nitelendirmekteydi: “Ben neden bir filozof değil de bir sanatçıyım? Fikirlere göre değil de kelimelere göre düşündüğümden.” demişti bu konuda. Gelgelelim, Camus’nün “saçma” kavramına dair vizyonu gerçekte felsefeye ilişkindir; Sisifos Söyleni bir romandan çok bir denemedir.

Camus bir kuramcı değildir, örneğe ihtiyaç duyan tutkulu bir insandır: içinin en derinlerinde hissettiklerini yazarken bile, Düşüş’te bile, diğer insanlar üzerinden konuşur. Ancak diğer romanlarında da felsefi bir temel, okundukça boyanan bir tabloya benzer bir fikir görürüz. O elbette bunun farkındaydı; Camus’ye göre, “bir roman, imgeler haline getirilmiş bir felsefeden başka bir şey değildir asla.”

Jean-Paul Sartre bu vizyonu paylaşmıyordu ve Camus’yü hiçbir zaman hakiki bir filozof olarak görmemesinin nedeni de buydu. Sartre’ın, deyim yerindeyse “resmi” bir filozof statüsüne sahip olduğu hatırlanmalı; kendisi École Normale Supérieure çıkışlı olup, felsefe doçentlik sınavında birinci olmuştu – esasında, Simone de Beauvoir ile birlikte eşit birinciliği paylaşıyorlardı. (İkinci teşebbüsünde. Sartre ilk seferinde reddedilmişti zira dediğine göre, “orijinal olmayı denemişti”).

Sartre varoluşçuluğun önderlerinden biridir, bir fenomenolojisttir, dahası, deneme yazarı olarak da yetenekleri Fransa’da ve hatta dış ülkelerde bile büyük ölçüde bilinmektedir, bilhassa da Varlık ve Hiçlik adlı, örnek niteliğindeki denemesi sayesinde.

Kuşkusuz ki Camus ile Sartre’ın karşılaşması kaçınılmazdı fakat arkadaş olmaları hayli şüpheliydi. Yazarlıklarına ilişkin farklarının ötesinde, kişisel hayatlarının ve özellikle de çocukluklarının fazla ortak noktası yoktu. Camus Cezayir’de daha mütevazı bir ailede dünyaya gelmişken, Sartre, Alsaslı, protestan ve burjuva bir aileden çıkmıştı. Bu kertede kuşkusuz en büyük ortak noktaları, her ikisinin de kendi babalarını hiçbir zaman tanımamış olmalarıydı.

Böylelikle 1943’te Paris’e geliyoruz – Camus Kavga gazetesinin idaresini alıyor. 1944’te, 16 Haziran’da, Michel Leiris’in evinde simgesel bir buluşma gerçekleşti. Picasso’nun Kuyruğundan Yakalanmış Arzu adlı piyesinin okuma grubu, eserin sahnelenmesi için çalışmaktaydı. Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Pablo Picasso, Simone de Beauvoir orada hazır bulunuyordu. Bu, iki adam arasındaki dostluğun başlangıcıydı, her ne kadar Camus ve Simone de Beauvoir arasında hafif bir takışma olduysa da. Öyle ki Camus, Castor’un (Sartre Beauvoir’a bu adı takmıştı) piyes kostümünü ironik ve açık bir biçimde eleştirmeye cüret etmişti. Beauvoir bunu hiç unutmayacaktı. Bununla birlikte, Simone de Beauvoir feminist hareketin “pruva figürü” idi, özgür kadınların İncil’i olan İkinci Cins’in yazarıydı. Onun zekasının kocasınınkine imrenecek hiçbir şeyi yoktu ve Beauvoir, Paris’in “entelektüel ailesi”nde nispeten itibarlı bir şöhreti haizdi.

Fakat bu hadise Camus ve Sartre arasındaki ilişkilere leke sürmeyecekti. Camus,  Sartre’ın onu Saint-Germain-des-Prés ve Café de Flore’un “entelektüel aile”lerine sokması karşılığında, Sartre’ın Kavga’ya girmesini sağladı. Böylelikle bu ikili, edebiyatta olduğu kadar politikada da kayda değer bir ağırlığa sahip oldu. Onların ahlak bilimi de bilinen ve kabul edilen bir başvuru kaynağı haline geldi.

Böylesi parlak iki zihin arasında bulunmak zorunda olan rekabet silikleşmiş gibi görünse de, ilk “dargınlık” 1947’de gelir. Bu dargınlığa, varoluşçu ve fenomenolojist Maurice Merleau-Ponty’nin Modern Zamanlar’da yayımlanmış ve Camus’nün görüşlerinin yeniden tartışma konusu yapıldığı bir eleştirisi neden olmuştur.

O zamandan itibaren, Camus ve Sartre’ın politik ayrılığı daha net belirmeye başlar. Tartışmanın yeniden açılmasını sağlayan unsur, Sovyet gulaglarına yapılan sürgünlere dair bir kanıttır. Komünizme sıkı sıkıya bağlı olan Sartre, Fransız hükumetini eleştirmek adına, (totaliter ve acımasız olduğunu bilse de) Sovyet modelinden faydalanır. Camus bu tutumu desteklemez ve S.S.C.B.’de işlenen mezalimi ifşa etmek ister (“İsyan”ın, yazarın düşüncesinin başlıca ve yineleyen temalarının bir parçası olduğunu hatırlatalım. Onun yalnızca bir cümlesini aktaracağız: “Başkaldırıyorum, o halde varız”).

Nitekim, durum oldukça sürtüşmeli bir hal kazanır ve 1951 sonunda yayımlanan Başkaldıran İnsan, komünistlerin hoşnutsuzluğuna yol açar. İlk eleştiriler, sürrealizmin “Papa’sı” André Breton’dan gelir ve bu eleştiriler, esere olduğu kadar (“başkaldırı hayaleti”) yazara da (“pazar günü isyankârı”) dokunmaktadır. Sartre henüz alenen tepki göstermemiştir fakat dostluklarının bozulduğunu ve seçtiği yolda onu takip edemediğini Camus’nün bilmesini sağlar. Rahatsızlık halihazırda mevcuttur ve ölümcül darbeyi de, Modern Zamanlar’da (dolayısıyla Sartre’ın mutabakatıyla), kitabı ve kitabın yazarı Camus’yü pek zarif olmayan, hattâ tahkir edici biçimde yeren bir makale yayımlayan Sartre’cı filozof Francis Jeanson indirir. Buna mukabil, Camus Sartre’a, başlığını Modern Zamanlar’ın Müdürüne Mektup şeklinde attığı bir mektup gönderir. Konunun atmosferi belirlenmiştir; söz konusu olan, bir diğerine yazan bir arkadaş değildir artık; ona hakaret etmiş bir gazetenin müdürüne yazan, hoşnutsuz bir yazardır. Mektubuna “Müdür Bey” diyerek başlar. Camus’nün sitemleri arasından şunu not edebiliriz: “Bir tek koltuklarını Tarih’le aynı yöne koyan (burada Sartre’ın gulaglar konusundaki tutumu imâ edilmekte) kişiler tarafından eleştirilmekten usandım.”

Sartre’ın cevabı gecikmez fakat o, bu dargınlığın kendisinde yarattığı hayal kırıklığı ve üzüntüyü ifade ederek başlar mektubuna:

“Sevgili Camus,

Pek çok şey bizi yakınlaştırıyordu, çok azı bizi ayırıyordu. Fakat bu ‘az’ yine de fazlaydı: dostluk, o da totaliter olmaya temayül eder.”

Bununla beraber, saldırıya uğramış olan ve Camus’nün tepkisini ölçüsüz ve çok büyük bir ego belirtisi gibi addeden Sartre, ona oldukça şiddetli hücumlar yöneltir: “İnsanlığın umutlarını elinden almaksızın sizin kitaplarınızdan birinin eleştirilememesi nereden kaynaklanıyor, Camus?”

Bu denli öneme sahip iki adam arasındaki ilişkinin kopması entelektüel, siyasi ve hatta popüler manzarada gözden kaçamayacağından, iki mektup da Modern Zamanlar’ın 30 Haziran 1952 tarihli sayısında yayımlandı. Bu iki adamın her biri için ve belki de Sartre için daha çok, Fransızların gözünde itibar kaybetmemek söz konusuydu. Aynı yılın Ağustos ayında, birçok gazetenin ilk sayfasında şunu görmek mümkündü: “Sartre, Camus: Bozuşmaları doğrulandı.”

André Gide öldüğünde hem Modern Zamanlar’ın hem de Kavga’nın Gide’in şüphesiz “yüzyılın en özgür yazarı” olduğunu söylemesinin haricinde, Camus ile Sartre bir daha asla aynı istikamette gitmeyecekti.

Beş yıl sonra, Nobel Edebiyat Ödülü Albert Camus’ye verildi; ödülü André Malraux’nun daha çok hak ettiğini düşünen Camus, onu gönülsüzce kabul etti. 10 Aralık 1957’de, Nobel ödülünün ona İsveç’te teslimi sırasında, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden itibaren insanlığın durumunu, dehaya değgin bir bilinçlilikle betimleyen bir konuşma yaptı:

“Her nesil kuşkusuz ki kendini Dünya’yı yeniden inşa etmeye adadığını zanneder. Benim neslim onu yeniden inşa etmeyeceğini biliyor. Ancak vazifesi belki de daha büyük; Dünya’nın bozulmasını engellemekten ibaret.”

Camus tüm alçakgönüllülüğüyle, her daim gündemde olan bu konuşmayı, öğrenim bursu almasına olanak sağlayan, Cezayir’deki hocası Louis Germain’e ithaf eder.

Camus dört yıl sonra, 4 Ocak 1960 saat 13.55’te, arkadaşı Michel Gallimard’ın sürdüğü Facel Vega yoldan çıkıp bir ağaca çarpınca, bizleri terk etti; böylelikle, “saçma” kavramı vasıtasıyla dünyayı nihayet diğer birçoklarından daha iyi anlayan insanın yerine getirebileceği tüm şeylerden Fransa’yı ve hatta Dünya’yı mahrum bıraktı.

1964’te Jean-Paul Sartre da Nobel Ödülü’yle onurlandırıldı fakat ödülü reddetti. Hayatının sonuna dek hiç ara vermeden, entelektüellerin toplumla sürdürdükleri ilişkiyi değiştirmeye çalışacaktı fakat bu teşebbüsü, her ne kadar faydalı olsa da, bir başarı olarak değerlendirilemezdi.

Akciğer ödemi nedeniyle, gözlerini etkileyen hastalığının ağırlaşmasından beş yıl boyunca mustarip olmasının ardından, 15 Nisan 1980’de Sartre’ın ışığı söndü. Onun yazıları bugün halen, felsefede olduğu kadar edebiyatta da başvuru kaynakları niteliğinde sayılmaktadır. 

Çeviri: Banu Barış [Çeviri için teşekkür ederiz.]
Kaynak:
https://blogs.mediapart.fr/acturevue/blog/120110/albert-camus-et-jean-paul-sartre-une-relation-tumultueuse

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz