STEFAN ZWEIG: GEÇ KALMADAN FAŞİZMİ DURDURMAK – GEORGE PROCHNIK

1

Anılarında Zweig kendini ya da entelektüel çevresini, Hitler’in önemini anlamama konusunda mazur göstermez. “Hitler’in kitabını okuyan çok az sayıdaki yazar bile, onun programına kafa yoracağına, cafcaflı üslubuyla dalga geçiyordu.” Onu ne ciddiye aldılar ne de söylediklerini yapabileceğini düşündüler. 1930’larda bile “Büyük demokratik gazeteler uyarmak yerine (…) bu kışkırtma eylemlerinin öyle ya da böyle yarın, öbür gün son bulacağını söyleyerek okurlarını her gün yeniden avutuyorlardı.”

Birinci Dünya Savaşı sırasında propaganda yaygınlaştıkça ve gazeteleri, dergileri, radyoları etkisi altına aldıkça, okuyucuların hassasiyetlerinin nasıl köreldiğini gösterir.

Avusturyalı siyasi göçmen Stefan Zweig, Dünün Dünyası adını verdiği anılarının ilk taslağını 1941 yılı yazında vecd içinde yazdı; bu dönemde gazete manşetleri medeniyetin bir karanlık tarafından yutulacağının işaretlerini açıkça vermeye başlamıştı. Zweig’ın sevgili Fransası bir önceki yıl Nazilerin eline düşmüştü. Blitz (Almanca yıldırım anlamına gelen “Blitz”, II. Dünya Savaşı’nda Almanların uyguladığı savaş taktiği için kullanılır. Ç.N.) Mayıs’ta tepe noktasına ulaşmış ve yalnızca bir gecede bin beş yüz Londralının ölümüne sebep olmuştu. Yaklaşık bir milyon kişinin yaşamına mal olan Barbarossa Harekâtı, Soyetler Birliği’nin Mihver Devletleri tarafından işgali, Haziran ayında başlamıştı. Hitler’in Einsatzgruppen’ı, yani seyyar infaz birlikleri Ordu’nun da desteğiyle, Yahudileri ve diğer şeytanlaştırılmış grupları katlediyordu –çoğu zaman yerel polis ve sıradan vatandaşların yardımıyla.

Zweig’a gelince, o ihtiyatlı davranarak 1934’te Avusturya’ya kaçmıştı. Aynı yılın Şubat ayında ülkede yaşanan kısa ve kanlı iç savaşta dinci faşizm yanlısı Şansölye Engelbert Dollfuss sosyalist muhalefeti yok ederken, Zweig’ın Salzburg’daki evi sol milis kuvvetlerine gizlice silah sağladığı gerekçesiyle aranmıştı. Zweig o dönemde Avrupa’nın en önde gelen hümanisti ve barış yanlısı olarak görülüyordu; polisin manasız kabalığı onu o kadar kızdırmıştı ki aynı gece eşyalarını toplamaya başladı. Avusturya’dan yola çıkan Zweig ve ikinci eşi Lotte önce İngiltere’ye, sonrasında ABD’de New York’a gitti; kalabalıklara ve aşırı yarışmacı ortama duyduğu tiksintiye rağmen. 1941 yılının Haziran ayında, Manhattan’da ondan para, iş ve bağlantı sağlama konusunda yardım dilenen sürgünlerden rahat bir nefes alabilmek için, çift Sing Sing Islah Merkezi’ne yokuş yukarı bir mil mesafede bulunan Ossining’de mütevazı bir kır evi kiraladı. Orada Zweig, otobiyografisini yazmak için hızlıca işe girişti –onun sözleriyle “çalışmaya dört elle sarıldı”. Birkaç hafta içinde yazdıkları dört yüz sayfayı buldu. Bu üretkenlik, onun aciliyet hissini ele verir: kitap geleceğe bir mesaj olarak tasarlanmıştı. Tarihin yasası ona göre şuydu: “çağa damgasını vuran önemli olayların nasıl başladığını dönemin çağdaşları fark etmez.” Enkaz devralarak toplumu yeniden kurmak zorunda kalabilecek gelecek kuşaklara faydalı olması amacıyla, Nazilerin korku krallığını kurmasının nasıl mümkün hale geldiğinin ve kendisi dahil kimsenin nasıl olup da bu hareketin başlangıcından bihaber kaldığının izini sürmeye kararlıydı.

Avrupa ulusları arasında dayanışmaya inanıyordu

Zweig Hitler’in adını ilk kez ne zaman duyduğunu hatırlamadığını söyler. Korkunç provokatörlerin etrafta fink attığı bir belirsizlik dönemiydi. Hitler’in yükselişinin ilk yıllarında Zweig kariyerinin doruklarındaydı ve Avrupa ulusları arasındaki dayanışmayı artırma davasını güden tanınmış ve öncü insanlardan biriydi. Tüm büyük Avrupa başkentlerinde kampüsü bulunacak ve rotasyonlu değişim programıyla gençlerin çeşitli topluluk, etnik grup ve dinlerle temasını sağlayacak uluslararası bir üniversitesinin kurulması için çağrı yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya konan milliyetçi ihtirasın iki savaş arası yükselen ırkçı ideolojilerle iç içe geçmeye başladığının farkındaydı. Versay Antlaşması dolayısıyla Alman vatandaşlarının maruz kaldığı ekonomik zorluklar ve aşağılanma duygusu, radikal ve kana susamış herhangi bir projenin fitilini ateşleyebilecek bir kinin yayılmasına sebep olmuştu.

Zweig, Nasyonal Sosyalistler’in toplantılarında sergilenen disiplin ve maddi kaynak gerektiren şaşaayı fark etmişti –onların eşzamanlı çıkardıkları korkutucu rap rap seslerini, yeni üniformalarını, dikkat çekici otomobil, motorsiklet ve kamyon konvoylarını. Zweig, Almanya sınırında bulunan küçük tatil kasabası Berchtesgaden’e de sık sık uğruyordu; “kahverengi gömleklerinin kollarında parlak renkli gamalı haç bulunan çizmeli gençleri” (Metinde yer alan Zweig’ın Dünün Dünyası kitabından yapılan alıntılar kitabın Can Yayınları baskısından (Çeviri: Gülperi Sert) alınmıştır. Ç.N.) orada gördü. “Bu genç adamlar açıkça saldırı amacıyla eğitilmişlerdi” diyordu Zweig. Ama 1923’te Hitler’in darbe girişimi bastırılınca; Zweig, partiye yönelik desteğin –bir milyona bile ulaşmayan oyun iki yıl içinde altı milyona yükselmesiyle- patladığı 1930 seçimine kadar Nasyonal Sosyalistler’i pek kaale alıyor gibi görünmüyordu. Bu noktada, halkın bu türden bir yöneliminin neye delalet edebileceğinden bihaber olan Zweig seçimlerde ortaya çıkan coşkuyu alkışlıyordu. Nazi zaferi dolayısıyla ülkenin eski kafa demokratlarını durağanlıkla suçluyor ve sonuçları “belki akıllıca olmayan ama temelde gençlerin ‘yüksek siyasetin’ yavaşlığı ve çözümsüzlüğüne karşı sağlam ve hoş karşılanabilir bir başkaldırısı” şeklinde ifade ediyordu.

Kendilerini avutan entelektüeller

Anılarında Zweig kendini ya da entelektüel çevresini, Hitler’in önemini anlamama konusunda mazur göstermez. “Hitler’in kitabını okuyan çok az sayıdaki yazar bile, onun programına kafa yoracağına, cafcaflı üslubuyla dalga geçiyordu.” Onu ne ciddiye aldılar ne de söylediklerini yapabileceğini düşündüler. 1930’larda bile “Büyük demokratik gazeteler uyarmak yerine (…) bu kışkırtma eylemlerinin öyle ya da böyle yarın, öbür gün son bulacağını söyleyerek okurlarını her gün yeniden avutuyorlardı.” Kendi yüksek bilgi ve görgüsüyle gurur duyan entelektüeller sınıfı; “ipleri elinde tutan görünmez kukla ustası” –karizmatik ve başıboş bir adamı kendi çıkarları doğrultusunda manipüle edeceklerine inanan çıkarcı grup ve bireyler- sayesinde bu eğitimsiz “bira salonu provokatörünün” aslında geniş bir destek topladığını kavrayamamıştı. Her şeyden öte, Almanya’da yasa sağlam temellere sahipti, parlamentonun yarıdan fazlası Hitler’e muhalifti ve tüm vatandaşlar “özgürlük ve eşitliğin anayasada tarafından resmi bir biçimde korunduğu” fikrindeydi.

Dünyanın vicdanının erozyona uğramasında propagandanın önemi:
“Propaganda’ denilen o organize yalanlar henüz ölüme koşmuyordu”

Zweig, dünyanın vicdanının erozyona uğramasında propagandanın önemli bir rol oynadığını kabul eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında propaganda yaygınlaştıkça ve gazeteleri, dergileri, radyoları etkisi altına aldıkça, okuyucuların hassasiyetlerinin nasıl köreldiğini gösterir. En nihayetinde, iyi niyetli gazeteciler ve entelektüeller bile onun “coşkunluk dopingi” –kaçınılmaz olarak nefret ve korkuya varan yapay duygusal tahrik- adını verdiği şeyden dolayı suçludur. 1914’te bir sanatçının savaş karşıtı feryadını takip eden faydalı hareketlenmeden bahsederken, Zweig bu noktada, “O tarihlerde sözün bir gücü vardı. Propaganda’ denilen o organize yalanlar henüz ölüme koşmuyordu” der. Ancak Hitler nasıl “insancıllık karşıtlığını yasaya” çevirdiyse “yalanı da olağan bir hale getirdi”. 1939’da şöyle yazıyordu: “1939 yılında bir şairin tek bir bildirisi olumlu ya da olumsuz hiçbir etki yapmamış, bugüne kadar tek bir kitap ya da broşür, bir makale ya da bir şiir” Hitler’in savaş çığırtkanlığına karşı kitleleri harekete geçirmemiştir.

Propaganda hem Hitler’in tabanını kamçıladı hem de onun rejiminin en vahşi saldırıları için bir kılıf görevi gördü. Ayrıca gerçeğin hüsnüzana intikaline zemin hazırladı; Avrupalıların küresel krize yumuşak bir çözüm bulma arzusu tüm rasyonel kuşkuculuğa baskın çıktı. “Hitler bir konuşmasında ‘barış’ sözcüğünü ağzına alıyor, bütün gazeteler heyecan ve coşkuyla tüm olanları unutuyor ve Almanya’nın neden öyle çıldırmış gibi silahlandığını sormuyordu” diye yazıyordu Zweig. İnsanların kulaklarına, özel toplama kamplarının inşa edildiği ve masumların yargılanmadan infaz edildikleri söylentileri ulaşsa da, Zweig insanların bu yeni gerçekliğin kalıcı olacağına inanmayı reddettiğini ifade ediyor. “Bu, anlamsız bir öfkenin sadece bir patlamasıdır herhalde, diye düşünüyordu insanlar. Böyle şeyler 20. yüzyılda devam edemez, diyorlardı kendi kendilerine.”

“Avrupa intihar ediyordu”

Otobiyografisindeki en dokunaklı sahnelerden birinde Zweig, Hitler’in şansölyeliğe getirilmesinden kısa bir süre sonra Almanya’dan kaçan ilk mültecilerin Avusturya’ya varabilmek için Salzburg dağını ve nehirleri yaya olarak nasıl aştığını anlatır.

“Günlerdir aç, perişan olduklarından insana anlamsız gözlerle bakıyorlardı; insanlık dışı olaylardan korkuyla kaçış bu insanlarla başlamış, sonrasında bütün dünyayı sarmıştı. Fakat bu sürülmüş insanları gördüğüm o gün, bu sapsarı kesilmiş yüzlerin benim yazgımın da habercisi olduğunu ve hepimizin bu bir tek adamın iktidar hırsına, öfkesine kurban edileceğimizi henüz bilmiyordum.”

Zweig ABD’de sefil düşmüştü. Amerikalılar göçmenlerin acılarına kayıtsız görünüyorlardı; defaatle söylediği gibi, Avrupa intihar ediyordu. Bir arkadaşına sanki ölmüş de sanki bu yaşadıkları öldükten sonra yaşananlarmış gibi hissettiğini söylemişti. Yaşam azmini tazelemek adına giriştiği umutsuz bir çabayı 1941’in Ağustos’unda Brezilya’ya seyahat ederek gösterdi; daha önceki ziyaretlerinde bu ülkenin insanları onu bir süper starmışçasına karşılamıştı ve Zweig, ırkların iç içe geçmesinin insanlığı ileriye taşıyacak tek yol olabileceği gözlemini burada yapmıştı. O dönemde yazdığı mektuplar, Zweig’ın müzmin bir melankoli içine düştüğünü açığa vurur, sanki dünün dünyasının öncesine geri dönmüş gibi. Ne var ki Brezilya halkına karşı beslediği sevgiye ve ülkenin doğal güzelliklerine duyduğu hayranlığa rağmen yalnızlık onu içten içe kemiriyordu. Yakın arkadaşlarının çoğu hayatını kaybetmişti. Diğerleri binlerce mil uzaklıktaydı. Sınırların ortadan kalktığı, hoşgörülü Avrupa (onun daima asıl, ruhsal anavatanı) düşü suya düşmüştü. Yazar Jules Romains’e şöyle yazıyordu: “İçinde bulunduğum buhran kendimi pasaportumdaki kişide, ‘sürgün edilmiş ben’de bulamamamdan ibaret.”

Trump ile ABD’nin gittiği yol

1942 Şubatında Lotte ile birlikte Zweig yüksek dozda uyku hapı aldı. Geride bıraktığı resmi intihar mektubunda Zweig, yaşama devam edebilecekken haysiyetle çekilmeyi tercih ettiğini, yaşadığı hayatta entelektüel uğraşının en saf hazza ve kişisel özgürlüğe denk geldiğini ve bunun dünya üzerindeki en değerli şey olduğunu yazdı.

“Her zaman bir hamle yapıp sonra ara veriyorlardı. Bu hamlenin fazla gelip gelmediğini, dünyanın vicdanının bu dozu kaldırıp kaldırmadığını görmek için bir süre bekliyorlardı.”

Zweig çifti 5 Mart 1942’de Rio De Janeiro’da birlikte intihar etti.

Zweig’ın ABD’nin mevcut durumunu ahlaki yozlaşma açısından nasıl değerlendireceğini bilmek isterdim. Sürekli ve amansızca yalan söyleyip insanları kendine çeken bir liderimiz var; bunu hastalıklı bir biçimde değil stratejik bir biçimde yapıyor: muhaliflerini yatıştırmak, çekirdek tabanının öfkesini diri tutmak ve kaosa kapı aralamak için. Amerikan halkı yalan haber ve bilgi kirliliği karşısında şaşkın ve uyuşmuş durumda. Zweig’ın anılarında anlattığı gibi; Hitler’in iktidara yükselişi sürecinde iyi niyetli birçok insanın “yanı başlarında bilinçli bir şekilde, yeni bir umursamaz ahlaksızlık tekniğinin yükseldiğini” anlayamadığını ya da anlamak istemediğini okudukça, içine düştüğümüz durumu düşünmemek olanaksız.

Geçtiğimiz hafta ülke ve dünya çapında birçok protestoya yol açan Trump’ın sert göç yasağı ve sonrasında Trump’ın eylemleri yatıştırmak için attığı birkaç ufak adım ve bazı şeyleri inkarı, Zweig’ın Hitler ve bakanlarında tespit ettiği önemli bir tekniği hatırlattı: en uç politikalarını aşama aşama –stratejik olarak- izlediler ve her seferinde yasaların ayaklar altına alınmasına nasıl tepkiler verildiğini gözlemlediler. “Her zaman bir hamle yapıp sonra ara veriyorlardı. Bu hamlenin fazla gelip gelmediğini, dünyanın vicdanının bu dozu kaldırıp kaldırmadığını görmek için bir süre bekliyorlardı.” diyordu Zweig. “Dozlar gittikçe artırıldı, ta ki tüm Avrupa’yı yok edinceye kadar.”

Ama Zweig yine de Başkan Trump ve onun “iplerini tutan” uğursuz kişilerin bugün itibariyle iktidarı tamamen tekelleştirmeyi henüz başaramadıklarını söylerdi herhalde. Dünün Dünyası’nın verdiği trajik derslerden biri şudur; bilgi kirliliği içinde yüzen, karizmatik liderin durmak bilmez yalanları ile kendini güçlü hisseden, farklı çıkarlar temelinde bir araya gelmiş öfkeli kalabalıkların olduğu bir kültürde bile, merkez yerinde durabilir.

Zweig’a göre, Almanya’yı felakete sürükleyen son darbe 1933 Şubatında Berlin’de bulunan ulusal parlamento binasının bir kundakçılık eylemi sonucu yakılması ile geldi. Hitler komünistleri suçladı ancak bazı tarihçiler hâlâ eylemin Naziler tarafından gerçekleştirildiğine inanıyor. “Tek bir hamleyle Almanya’daki tüm hukuk yerle bir edildi” diyordu Zweig. Can kaybının olmadığı bir yangınla sembolik bir yapının tahribi, hükûmet açısından kendi sivil halkını terörize etmek için bir bahane oldu. Bu meşum yangın olduğunda Hitler henüz şansölyelik görevinin otuzuncu gününü doldurmamıştı.

Zweig’ın anılarının bu denli ıstırap vermesinin nedeni; geriye doğru baktığımızda harekete geçmek için küçük bir pencere olduğunu görmemiz ve sonrasında o pencerenin aniden ve geri dönüşü olmayan bir biçimde kapandığını fark etmemizdir.

George Prochnik
6 Şubat 2017, New Yorker dergisi
Çeviri: İlker Kocael – medyascope.tv

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz