Öncüler ve Pogromlar
Adolf Hitler’in ve onun 6 yardakçısının, bu topu topu 7 kişinin, önce 1 milyona, sonra 6, 13,40 milyona, derken, bütün Alman halkını kapsayacak bir sayıya tırmanıp çıkmasının dokunaklı hikâyesi, nasyonal sosyalist söylevlerin propaganda envanterlerine dahildir. Mussolini için de buna benzer hikâyeler anlatılır. Ama, nasıl ki Duçe, kendi soluk kopyesini oluşturan Ftihrer’den çok daha görkemli idiyse, tıpkı bunun gibi Duçe’nin partisi de Nazi partisinden çok daha görkemliydi. İtalyan faşistlerinin 23 Mart 1919’da Milano ticaret okulundaki ilk toplantısına katılanlann sayısı sadece 145’di. Ama burada da yükseliş azametliydi. 145 rakamı, 145.000’e, daha sonra milyonlara ve nihayet, sözcülerine bakılırsa, bütün İtalyan ulusunu kapsayacak bir rakama çıkıverdi.
Bir avuç insanın milyonluk bir kitle hareketine dönüşmesi, doğrusu pek şaşırtıcıydı. Sadece diktatöre bağlı olanlar değil, fakat onun hasımlarından birçoğu da, bir bilmece karşısında, bulundukları sanısını taşıyorlardı.
Faşizm üstüne yazı yazanlardan çoğu, bir zamanlar sosyolojiden ve Marksizmin sınıf öğretisinden bir şeyler duymuşlardı. Şimdi, kimileri bu mucizeyi mümkün kılan sınıfı ya da insan kesimini harıl harıl aramaya koyuldu. Ne yazık ki, sosyal sınıflar öğretisi ilk bakışta sanıldığından çok daha girift bir öğretiydi. Piyanonun tuşlarına piyanonun başına oturan herkes basabilir. Ama sadece bunu yapmakla sanatçı olunamaz. Tıpkı bunun gibi, sosyal sınıflar kavramıyla hokkabazlık etmek de mutlaka bir sosyal tahlil ve hele marksist bir sosyal tahlil yapma anlamını taşımaz. Sosyolojinin müptedileri, çoğu zaman, Hitler’i ve Mussolini’yi zafere götüren temel gücün küçük burjuvalardan oluştuğunu ileri sürdüler. Bir de baktılar ki o küçücük manav Fritz Schulze, koskoca bir devin boyutlarına ulaştırılıyor; bir eliyle proletaryayı öteki eliyle de kapitalistleri baskı altında tutabilmekte, koca bir milleti temsil edip yeni yüzyıla damgasını vurabilmekte!
İnsan olarak, bay Fritz Schulze, gerçekten bir kahraman olabilir. Bu arada bütün savaş madalyalarını toplamış ya da kentinin boks şampiyonluğunu kazanmış da olabilir. Ne var ki, burada “insan” olarak bay Fritz Schulze değil de, bir “manav” olarak, bir “küçük buıjuva” olarak Fritz Schulze söz konusudur.
Küçük burjuvaların, bir sınıf olarak, Almanya’yı, İtalya’yı, Polonya’yı, Avusturya’yı ve daha yarım düzine başkaca devleti ele geçirdiklerini ve öteki ülkelerin de aynı tehlike karşısında bulunduklarını ileri sürmek, doğrusu bir hayli şaşırtıcıdır, inandırıcılıktan alabildiğine uzaktır.
Küçük burjuvazinin, bir sınıf olarak, yani loncalarında organize olmuş esnaf ve zanaatkâr olarak, gerçekten de ekonomiyi ve üretimi önemli ölçüde etkilediği dönemler olmuştur. Avrupa tarihinde, bu dönem, orta çağın sonlarına rastlar. O zamanlar, ortada daha ne modem anlamda proletarya ne de kapitalizm vardı. Lonca ve ustalarının altın çağı idi bu dönem. Ne var ki, lonca ustalarının bütün kozları ellerinde tuttukları günlerde bile, onlar hiçbir büyük Avrupa devletini ele geçirememişlerdir. Gerçi Almanya’da loncalar bir kentte iktidara el koymuşlardır. Ama millî plânda, kırsal alanda, hâkim soylular karşısında kesin bir yenilgiye de uğramışlardır. Kentlerin gerçekten bir siyasî ve askerî güç olarak sahneye çıkabildiği yerlerde ise, zanaatkarlar değil de partisyen büyük tacirler öncü gücü oluşturmuşlardır. 1500 yılından beri, Avrupa’da küçük burjuvazinin sosyal ağırlığı da giderek azalmıştır.
500 yıl önce, el işlerinin gerçekten altın çağını yaşadığı ve makinesiz el işinin bütün değerleri yarattığı dönemde bile küçük buıjuvazi siyasî iktidarı ele geçirmekten acizdi. Nerede kaldı ki, küçük burjuvazinin bu işi seri imalât, uçak ve elektrik çağında kotarması! Küçük burjuvazinin, sırf birtakım renkli gömlekleri giydi diye ve sırf Hitler ile Mussolini kendisini göreve çağırdı diye birdenbire güç kazandığını İleri sürmek demek, bir mumun, beceri ile yakıldığında, en güçlü projektörden daha kuvvetli bir ışık saçacağını ileri sürmek demektir!
Çağımızın kimi düşünürleri de, faşizmin köklerini küçük burjuvazide değil de gençlikte arayıp keşfederler! Gençlikle ilgili teori, küçük buıjuvazinin etkinliği ile ilgili teoriden daha da şaşırtıcıdır. Gerçi, insanın var oluşundan bu yana, gençlik ile yaşlılık arasında bir karşıtlık var olmuştur ve bizim türümüzden yaratıklar bu gezegende oturdukça, böyle de kalacaktır. Gelgelelim, gençlik, bir başına, bu niteliği ile, bir siyasî hareket oluşturmamıştır. Çünkü, insanlar arasında mevcut bütün farklılaşmalar, gençlikte de belirir. Günün birinde banka müdürlerinin oğullarının maden işçilerinin oğullan ile el ele verip, banka müdürlerinin bütün imtiyazlarını ve maden işçilerinin bütün örgütlerini yoketmeye ve geçmişin yıkıntıları üzerinde ışıl ışıl parlayan faşist gençlik federasyonunu kurmaya karar verdiklerine mi inanalım yoksa?
Faşizmin bu teorileri üzerinde tartışmak, masa başında oturup sosyoloji üstüne spekülasyon yapanlar için sadece bir zaman öldürme yolu olabilir. Oysa proletarya için olağanüstü pratik, politik önem taşıyan son kertede ciddî bir sorun sözkonusu- dur. Hasmını yenmek isteyen, onu iyi tanımalıdır.
Faşizmin mantığa aykın, fantastik açıklamaları, demokratlar ve sosyalistler arasında, kendilerinin halihazır baş düşmanının akıl dışı bir oluşum olarak, mantıkî nedenlerle aşılamayacağı, kırılamayacağı inancını yerleştirmiş görünüyor. Faşizm, bir tabiat olayı, bir deprem, insan kalbinden fışkıran ve direnç tanımayan bir manevî güç gibi görünmektedir bu kişilere. Bizatihi faşistler de bu inancı hararetle desteklerler. Aklın ve mekanik mantığın hâkimiyetinin defterinin dürüldüğünü, şimdi artık duygulann, milletlerin bu ilk dürtülerinin yeniden hâkimiyet ka- zandıklannı belirtip dururlar. Sosyalistler ve demokratlar da bu “yeni dinin” saldırısını durdurabileceklerine bir türlü inanamazlar. Faşist saldırıyı püskürtebilmek için endişe ve telâş içerisinde savunma silâhlan aranır. Bir anda koca milletin hakemi haline gelivermiş olan küçük buıjuvanın nasıl kazanılabileceği, hiç değilse onunla nasıl uzlaşılabileceği konusunda kafa patlatılır. Ama bu yeni siyasî tabiat olayına karşı koyabilmek için gerekli güven duygusu eksik kalır. Hasımlar ise, özellikle 1933 sonrası Almanya’da demokrat ve sosyalist kampta esmiş olan bu panik havasını ustaca değerlendirirler. Sanki herhangi bir iflas etmiş, reaksiyoner politikacı renkli bir gömleği sırtına geçirse, olgunlaşmamış birkaç genci eğitse ve gençliğin haklarından ve de milletin yenilenmesinden söz etse, en köklü anayasaları devirebilirmiş, en sağlam işçi Örgütlerini darmadağın edebilirmiş sanısını uyandırırlar.
İşçi kesimi için bugün hedefini şaşırmamak ve maneviyatını bozmamak her zamankinden daha büyük önem taşır. Faşizmin her ülkede patlattığı sis bombalan dağıtıldı mıydı, bu sisin ardında iyi bir eski tanıdık göze çarpar. Hiç de mucivezî, hiç de esrarlı olmayan bir tanıdıktır bu. Ne yeni bir din getirir ne de altın bir çağ. Ne gençlikten, ne de küçük burjuva katlanndan gelir. Olsa olsa bunları dolandınp yanına katar. Evet, bu tanıdık, sınıf bilincine sahip işçi kesiminin doğuştan düşmanı olan karşı-devrimci kapitalisttir. Faşizm, burjuva-kapitalist karşıdevrim hareketinin halkçılık – milliyetçilik maskesi ardındaki modem bir biçiminden başkaca bir şey değildir. Gerçi Mussoli- ni’nin partisinin İtalya’da ve Hitler’in partisinin Almanya’daki farklı uygulamalarını aynı “faşizm” kavramının çatısı altında toplamak pek doğru gözükmez. Meselâ, Nazi ideolojisinin çekirdeğini oluşturan Yahudi sorunu İle ırk sorununa, İtalyan faşizminde hiç rastlanmaz. Ama günümüzün siyasî geçer akça terminolojisinde bütün kapitalist ve karşı devrimci hareketler, halkçı bir kisveye büründükleri ve aynı zamanda bir iç savaş için eğitilmiş parti ordusuna dayandıktan anda faşist hareketler diye anılırlar.
Modern üretim sürecine gireliberi, buıjuva kapitalizmi bütün uygar ülkeler üzerinde hâkimiyetini devam ettirmiştir. Şu var ki, kolayca anlaşılabileceği gibi, kapitalist sınıf, hiçbir zaman kendi fiziki gücü ile halk kitlelerine iradesini doğrudan doğruya empoze edememiştir. Fabrikatörlerin ve bankerlerin silâha sarılıp elde kılıç ve tüfek, halk kitlelerini kendilerine tabi kıldıklarını düşünmek bile gülünçtür.
Eskiden feodal asiller, pekâlâ doğrudan doğruya kendi fizik gücü ile, hükümet edebiliyordu. Ortaçağda ağır silâhlarla donanmış şövalyeler gerçekten de halk kitlelerine, askerî bakımdan üstündü. Bunun gibi, işçilerin veya köylülerin hâkim olacağı bir devlette de hükümet eden sınıfın fiilen de fizik gücünü kullanacağı tabiidir.
Oysa kapitalistler, dolaylı yoldan hükümet etmek zorundadırlar. Kendi mallarını kendileri satmak için tezgâhın arkasında kendileri durmuyorlarsa, kendi ordularını, kendi polislerini ve kendi seçmenlerini de kendileri üretebilmek, satabilmek ve hükümet edebilmek için oluşturmazlar. Yardımcılara ve hizmetkârlara ihtiyaçları vardır. Kapitalistler, halkın etkin kesimlerinin, kendilerini kapitalist sistemle bütünleşme ve dayanışma içerisinde hissettikleri ve kendi öz çıkarlarının kapitalist ekonomi düzeninin ayakta tutulmasını gerektirdiği inancıyla kapitalistler için çalışmaya, oy vermeye ve silaha sarılmaya hazır oldukları sürece devlette egemen kalırlar.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak modem Avrupa’da kapitalizmin emrine amade yardımcı ve hizmetkârların sayısı gibi çeşidi de kabarıktır. Bir kere, hemen hemen bütün ülkelerde kapitalist sistem, şu veya bu yoldan, eski, prekapitalist, feodal düzen ile bir uyuşmaya gitmiştir. Monarşi, soyluluk, kilise, ordu ve yüksek memurluk, kendilerini modem kapitalist çağa da intibak ettirmişlerdir.
Başlangıçta, burjuvazi devrimci bir kimlikle feodallere karşı iktidar savaşı vermiştir. Bu devrimci rolünde de imtiyazlı feodal azınlığa karşı bütün milletin temsilcisi olarak sahneye çıkmıştır. Bütün orta ve aşağı halk tabakalarını kendi çevresinde birleştirmiş ve feodal beylere teslim bayrağını çektirmiştir. Ama savaş biter bitmez, aynı kapitalistler yoksul halk kitlelerinin demokratik ve sosyalist taleplerine karşı elbirliği ile çıkabilmek için feodal unsurlarla derhal bir uzlaşmaya gitmişlerdir.
Faşizmin gereği gibi kavranması için pek önemli olan otorite, disiplin, askerî yetenek ve hayat tarzının doğrudan doğruya feodal geleneklerden kaynaklandığını bu arada belirtmek yerinde olur.
Aydınlar zümresi de, feodal dönemden yeni buıjuva dönemine uzanmış bir zümredir. Bu zümre, eski aristokratik düzeni nasıl kabullenmişse, yeni toplum düzenini de öylesine kabullenmiştir. Bununla beraber, aydm kişi, doğrudan doğruya üretim sürecine katılmadığı, artı-değer yaratmadığı ve sadece artı- değerden pay aldığı için, kapitalist devlette de özel bir yer almak ister. Genel olarak, içtenlikle inandığı şey, kendisinin kapitalistin para kazanma çıkarım değil, fakat milletin genel yararım temsil ettiğidir. Milletin serpilip gelişmesi için “ne yazık ki Özel mülkiyet zorunlu olduğundan”, Avrupa’nın sıradan aydım, ister İstemez, kapitalizmden yana çıkacak, sosyalizme “kaka” diyecektir. Aydınlar, mesleklerinin bir gereği olarak, genel çıkarları ve genel düşünceleri temsil ettiklerinden, sınıf çatışmasının acı gerçeklikleri üstüne millî bir birlik, beraberlik, fedakârlık şurubunu dökmeye de pek meraklıdırlar.
Nihayet, sosyal piramitte, kapitalistlerin altında bir de, kuvvetleri ülkeden ülkeye, onun özel gelişim şartlarına bağlı olarak değişen köylüler, zanaatkârlar ve azametli bir işçi sınıfı ordusu yer alır. Bunların hepsi, ya az ya da çok, kapitalizmin tuzaklarına düşürülmeye elverişlidirler. Gerçekte de, sadece köylüler ve zanaatkarlar değildir. Kapitalistlerin insafsız tuzaklarına düşenler, Almanya’da Hitler öncesi dönemde bile, işçilerin Önemli bir bölüğü de burjuva partilerine oy vermiştir. İngiltere’de bugün de muhafazakâr fabrika işçilerinin sayısı bir hayli kabanktır. Bu durumda, kapitalist bir ülkenin siyasal mekanizmasının 19. ve 20. yüzyıllarda pek karmaşık bir nitelik taşımasından ve son derece hassas kapitalist dengeyi koruyabilmek üzere, sadece görünüşte çelişen çeşitli güçlerin varlığından daha doğal bir şey olamazdı.
Yakın Avrupa tarihinde gözlenen burjuva kitle hareketlerinin iki türü vardır: Liberal ve anüliberal tip… Antiliberal burjuva kitle hareketlerinin en yeni örneklerini faşizm verir. 19. yüzyılın burjuva liberalizmi, serbest rekabet esası üzerine bina edilmişti; özgürlüğe ve barışa muhtaçtı. Özgürlük demek, iç politikada devlet zorunu kaldırmak, her şeyden evvel ekonomiyi özerk kılmak demekti. Ta ki devlet, jandarma görevini üstleninceye değin… Serbest ticaret ve barış, sistemin dış politikasını belirliyordu. Yeryüzünün her köşesinde ekonomik birimlerin serbestçe köşe kapmaca oynayabilecekleri bir ortamda, insanoğlu altın çağını yaşayacaktı. Özgürlük, serbest ticaret ve barış türküleri, halk kitlelerini, orta tabakaları ve çoğu işçileri de heyecanlandırmıştı.
Ingiltere’de liberalizm, 1832’deki seçim reformundan başlayarak, kesintisiz, I866’ya kadar, bu tarihten sonra da dünya savaşına kadar muhafazakâr parti ile nöbetleşe hükümet etti.
Almanya’da liberalizm 1848’den 1878’e dek, geniş bir halk kitlesine daha sonra ise sadece azınlığa hâkim olabildi. Almanya’da liberalizm Ingiltere’deki kadar serpilme ortamı bulamamıştı. Hiçbir zaman kendi özgücü ile hükümet edememiş, feodal Monarşinin kendisine ayırdığı siyasî iktidar kırıntıları ile yetinmek zorunda kalmıştır.
Fransa’da liberal dönem 1830’dan 1848’e dek burjuva kralı Louis Philipp hâkimiyetinde devam etti. Ardından 3. Napole- on’un 1870’e dek uzanan dikta dönemi geldi. Onun ardından da yeniden liberal cumhuriyet! Ne var ki bu liberal cumhuriyet, Dünya savaşma kadar olan dönemde antiliberal hareketlere karşı kendisini güçlükle ayakta tutabildi.
İtalya’ya gelince: Bu ülkede Krallık, kuruluşundan beri boynuna liberal devlet yaftasını asmıştır. Ama bu yaftanın altında liberal sayılamayacak bir sürü güçler de toplanmıştır.
Rusya’da da burjuvazi Dünya Savaşı’na dek liberalizme bağlı kalmıştı. Şu var ki, Rus burjuvazisinin Çarlık rejimindeki siyasî iktidarının etkinliği, Alman burjuvazisinin etkinliğinden bile azdı.
Avrupa’nın bütün bu belli başlı ülkelerinde, liberal akımlara karşı başkaca akımlar daha gözlüyoruz. Bunlar da kapitalist ekonomi düzenini onaylıyorlar, doğru buluyorlar. Gelgelelim liberal ilkelerden de hiç hoşlanmıyorlar. Devletin jandarma rolünü inkâr ediyor ve bunun yerine kamu iktidarının ekonomik hayata yoğun müdahalesini talep ediyorlar. Liberal serbest ticarete karşı himaye gümrükleri getiriyorlar, liberal pasifizme karşı istilâcı emperyalizmi çıkarıyorlar… Halklar arası barışı istemeyip, milleti her şeyin üstüne çıkarıyorlar. Demokratik eşitliği reddedip, insanlar arasındaki geleneksel farkları vurguluyorlar.
Liberalizmden, yeni ve otoriter muhafazakârlığa bu dönüşümün ekonomik sebebi, burjuva üretim sürecindeki bir iç değişimde yatar: Kapitalizm, serbest rekabet döneminden çıkarak, merkezileşip yoğunlaşmış dev işletmelerin ve bu işletmelerin tekelleşme eğilimleri dönemine geçmişti. Bu yeni tekelci kapitalizm, millî ekonomi bölgesini himaye gümrükleriyle sımsıkı kapar. Kaba kuvvet ve fetihler yoluyla yeni sömürü mihrakları kazanmaya çalışır. Liberal dönemin barışçı, keyfiliğe açık ideolojisi, artık bu kapitalizmin işine yaramaz olur. Otorite, merkeziyetçilik ve iktidar talep eder kapitalist sınıf.
Liberalizm ortamından atlayıp yeni emperyalist metotlara başvuranlar, en büyük ve en güçîü kapitalistler grubundan, tekelci dev işletmelerin ve finans kurumlannm muteber efendileri arasından çıkıyor. Orta ve küçük kapitalistlerin çoğunluğu daha uzun süre liberal geleneklere bağlı kalıyor. Devlet içinde iktidarı ele geçirebilmek için, antiliberal kapitalistlerin Öteki halk kesimleri arasında kendilerine müttefik arayıp bulmaları gerekiyor. Yeni emperyalizmin en becerikli önderleri, halkçılıkta, liberalleri ve butjuva demokratlarını bile geride bırakacak kadar ileri gidiyorlar. Hatta kimi zaman, yoksulların milletçe korunması bayrağı altında liberalizmin bencil ve kısır para çıkarlarına karşı çıkıyorlar, işte modern faşizm bu tipolojinin içine girer. O, bu politikanın ayrılmaz parçası olan milliyetçilik propagandasını büyük bir ustalıkla geliştirmiştir.
Ingiltere’de, Benjamin Disraeli tarafından emperyalizm temeli üstünde yenilenmiş olan muhafazakâr parti, 1867 yılında, şehir işçilerini liberalizmden soğutmak amacıyla onlara oy hakkı vermişti. Nitekim 1874’de muhafazakâr parti, işçi oylan sayesinde, Avam Kamarası’nda ilk kez çoğunluğu ele geçirebil- miştir. Önce Disraeli, daha sonra da Chamberlain îngilteresin- de, çoğu aristokratlar, City’nin büyük finans beyleri, büyük sanayiciler, aydınların çoğunluğu ve sanayi proletaryasının önemli bir bölüğü muhafazakâr idiler. Bütün bu unsurlar, “milli büyüklük” bayrağı altında birleşmişlerdi. Buna karşılık, orta ve küçük kapitalistlerin, küçük burjuvazinin ve hatta tanmın geniş kesimleri, daha uzun bir süre liberal ülkülere bağlı kaldılar.
Fransa’da ise, 1871 sonrasında, milliyetçi sağı büyük bankalar ve büyük sanayiciler beslediler. Almanya’ya karşı Sedan’da yitirilen millî onuru kurtarmak üzere bir intikam savaşının nâralan atılmaya başlandı. Bütün askeri monarşik gelenekleri canlandırmanın yolu yordamı aranıyordu şimdi. Soyluluk ve kilise de bu millî hareketin hizmetine girmişlerdi. “Cibilliyetsiz ve milliyetsiz” liberal cumhuriyete sövülüyor ve bir millî kurtarıcının diktası isteniyordu. Bu rol için 1880’lerde sahneye çıkan aktör de, geçici bir süre için bile olsa, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, Fransız halkının büyük çoğunluğunu arkasına takabilmiş olan General Boulanger idi. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken Fransız Cumhuriyeti yine askerî darbe tehlikesinin ağır tehdidi altına girmişti. Fransa’daki sağcı hareket, toplumun yukarı tabakalarına, küçük burjuvazinin bazı bölümlerine ve saptırılmış işçi gruplarına dayanırken, karşı kampta sosya- lişt İşçilerin yanısıra küçük burjuvazinin geniş bir bölüğü de demokratik Cumhuriyet için mücadele vermekteydi.
Almanya’da eski üsluptaki liberaller 1878’den sonra Reich- stag’daki çoğunluğu kaybettiler. Ağır sanayi, himaye gümrüklerini öngörüp, feodal soyluluk ile birlikte, yeni bir ordu ve koloni programı önerdi. Aydınlar, askerî disiplin ve Prusya ruhuna hayrandılar. Onlar, demokrasiyi Alman’a yabancı aşağılık bir kurum sayıyorlar, ömek alınacak ideal insanı yedek subay tipinde somutlaştırıyorlardı. 1878’den sonra, Almanya’nın pro- testan kesimlerinde, kırsal alandaki kitleler de muhafazakâr partinin kuyruğuna takıldılar.
Bu arada, küçük butjuvazinin önemli bölümleri de s ağa yöneldiler. Bunlar, ağır sanayinin ve aydınların kuyruğu olan eski Nasyonal Liberal Parti’yı, liberalizmin sadece adını koruyan bir parti durumuna getirdiler. Liberal bayrak, açık yüreklilerin yorgun ellerine emanet edildi. 1887’deki Reichstag seçimlerinde, başlarında Bismarck olmak üzere, muhafazakharlar ve nasyonal liberaller çoğunluğu ele geçirdiler. Gerçi İkinci Wilhelm döneminde sosyal demokrasi çabuk serpilmiştir. Ama açık yürekli liberalizm öylesine zayıf düşmüştür ki, muhafazakârlar, nasyonal liberallerle ve Katolik merkezle elele vererek Reichstag’da sağlam bir çoğunluğa sahip olabilmişlerdir.
Görülüyor ki, İngiltere ve Fransa’daki gibi, Almanya’da da, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken geleneksel liberalizm geri çekilmekte ve yerini yeni emperyalist – milliyetçi güçlere bırakmaktadır.
Almanya’da da emperyalistler, ordu, kilise ve aydın takımı ile birleştiler. Ama yine de 1914’e dek, tek düzenli ve uyumlu büyük bir milliyetçi kitle hareketi oluşmadı. Nedeni kolay anlaşılabilir bunun.
Kaiser hükümeti o kadar güçlüydü ki, halk oyundan ve parlamento çoğunluğundan hiç etkilenmiyor, bağımsızlığını koruyabiliyordu. Milliyetçi emperyalizmin Reich hükümetini yönetmesi, onun her isteğine kavuşması için yetiyordu. Seçimlerde halkın beynini yıkama yolunda ciddî demagojik çabalar büsbütün gereksizdi. Kaiser çağında, Almanya’nın egemen sınıfları, demokrasinin araçlarım, Ingiliz ve Fransız yüksek tabakalarından farklı olarak, kullanmak ve uygulamak zorunda değildiler. Saray vaizi Stoecker’in, kentlerde halkçı, antiliberal ve antisos- yalist bir kitle hareketi oluşturma çabası, bizzat Reich hükümeti tarafından engellendi. Bu soy hareketler, Almanya’nın egemen çevrelerini kitlelere birtakım tavizler vermek zorunda bırakacaktı. Oysa, bu gibi tavizler hiç mi hiç verilmek istenmiyordu. Kaiser ile büyük sermaye, Potsdam muhafızlarının kanatları altında, kendilerini Stoecker’in kitle toplantılarının kanatlan altındakinden çok daha emin hissediyorlardı.
Liberal ve antiliberal buıjuva kuvvetleri arasında İngiltere’de, Fransa’da ve Almanya’da 1871-1914 arası dönemdeki gelişmeleri önemli ölçüde etkileyen mücadelenin bir benzerine aynı dönemde İtalya’da rastlanmıyor.
Ama bu sadece görünüşte böyle. Çeşitli eğilimler burada da mevcut. Eski üsluptaki liberalizm, İtalya’da da büyük sermaye emperyalizmi eliyle, giderek arka plâna itilmekte ve bu gelişme, 20. yüzyılın başında, dünya savaşı öncesinde Trablusgaıp Savaşı’na ve aktif Balkan politikasına yol açmaktadır. Dozu artırılmış milliyetçilik, Avusturya’yı boy hedefi yapmış, Trento ile Trieste’deki “Italyan kardeşlerin kurtuluşu”nu talebetmiş ve kuzeydeki daha zengin uluslarla aradaki mesafeyi kapatmaya çalışmıştı. Ne var ki, İtalya’nın resmî parti politikası özellikle yarımadanın ged kalmış orta ve güney bölgelerinde yan feodal bir yolsuzluğun batağına batmıştı.
Gerçekten aktif toplumsal güçler, İtalyan Parlamentosunda, pek yetersiz bir ağırlıkta temsil edilmekteydi.
Rusya’da dünya savaşı öncesinde büyük burjuvazi emperyalizme geçmiş, İstanbul’un fethi ve Çar bakanlarının başka haydutça projeleri peşinde koşmuştu. Aynı dönemde, Çarın emniyet ajanları, devrime karşı Çara bağlı bir kitle hareketi yaratmaya çalışmaktaydı. Lümpen proletaryası, içki ve Ruble ile satın alınmakta ve yasaklanmış sosyalist sendikaların karşısına “safkan Rus”lann ve polislerin güdümünde sendikalar çıkarılmaktaydı. Ama yine de bir kitle hareketi meydana geldi; “Gerçek Ruslar” veya “Kara Birlikler” örgütü Pogrom hareketlerinde coştukça kabardı.
Avusturya-Macaristan’da da her iki İmparatorluk bölgesinde 1867 Anayasası çerçevesinde ilkin liberalizm yönetim başındaydı. Yalnız Macaristan’ın liberalleri bu çerçeve içinde özel bir yer tutmaktaydı. Bunlar, toprak sahibi soylular ve parababa- ları arasından gelmekte ve geniş halk kitlelerini de gaddarca boyunduruk altında tutmaktaydılar. Bu nedenle, Macaristan liberalizmi, emperyalist yöntemlere de hiç ihtiyaç duymamıştır. Yerli kaba kuvvet yöntemleri iktidara fazlasıyla yetiyordu. Bu gaddar Macar devlet sistemi, kaynayıp köpüren vahşi bir Macar milliyetçiliğinin peçesi ardına sinmiştir.
Avusturya’da, önceleri, 1870’Ierde, alışılagelmiş tipte bir liberalizm yönetim başındaydı. Aynı dönemde Alman liberallerinin rejimini andırıyordu bu liberalizm, ama 1880’e gelindiğinde liberalizm Avusturya’da da yıkıldı gitti. Gerçi Habsburg feodalitesi ömrünün sonuna dek ağır sanayi ve büyük finans kapital ile gayet iyi geçindi. Tuna monarşisine toplan, tanklan ve devlet tahvillerini sunan firmalar, Kaiser’e bağlı idiler ve Viya- na’nın gerekli arka kapılanndan işleyebilecek denli de güçlüydüler. Ama Alman orta ve liberal buıjuvazisinin etkileri, Avusturya’da sistematik biçimde bertaraf edildi. Kaiser’e bağlı orta tabaka ve Katolik kilisesine dayanan Lueger, Sosyal Hıristiyanların kitle partisini kurdu. Lueger, birinci sınıf bir kışkırtıcı ve organizatördü. Viyana’da çoğunluğu ele geçirmiş, burada belediye başkanı seçilmiş, nihayet Kaiser hükümeti tarafından her zaman ihtiyaç duyulan Parlamento’nun en güçlü grubunu yönetmişti. Lueger, küçük insanların adamıydı. Finans kapitalin partisi ile doğrudan doğruya bir ilişkisi yoktu. Gelgelelim, Lueger, yaşamının sonraki döneminde, varlığı ile büyük sermayenin iş çevirmesini olanaklı kılan Habsburg monarşisinin de baş dayanağı oldu. Lueger’in Halkçı Parti’sinin, Kaiser’in ve onun aristokratik bakanlarının ve nihayet büyük Viyana bankerlerinin de esas itibariyle aynı amaç ardında koştuktan, rolleri dağılmış bir oyun oynanıyordu artık.
Avusturya’daki Alman aydınlan başta Alman gençliği, dünya savaşı öncesinde sosyal konumlarından hiç de memnun değildiler. Üniversite gençliğinin Hohenzoller hâkimiyetinde söz hakkına sahip kılınmış olduğu Alman Reich’ma, sınır taşları üzerinden imrenerek, özenerek bakıyorlardı. Gerçekten de, Avusturya’da hükümet, Slavları Alınanlara yeğ tutuyordu. Hıristiyan entelektüeller de kendilerini Yahudi rekabeti karşısında .tehdit altında hissediyorlardı. Avusturya’nın Alman asıllt gençliği, emperyalizmin hizmetine girmeyi pek istemekteydi. Ne var ki bu gençliği ne dinleyen ne isteyen vardı… Ne Avusturya hükümeti ne büyük finans kapital Almancı değildi. Bu durum karşısında, Alman Avusturya’sının gençliğinin bir bölüğü kendilerini toplum dışına itilmiş görmekteydiler. Buysa, onları Alman milliyetçiliğine yöneltiyor ve Alman olmayan her şeye karşı nefreti körüklüyordu. Onların bu millî romantikliği ve millî nefreti bazı genç küçük burjuvalara ve işçilere de sıçradı. İşte Adolf Hitler, böyle bir çevreden çıkıp Alman Reich’ma geldi. Onun, 1918’den sonra değişen Almanya’da yeni baştan öğrenecek hiçbir şeyi yoktu artık.
Demagojik bir milliyetçilik, kendisine üstünlüğünü kanıtlayabileceği ve intikam duygularını başlatabileceği bir obje arar. Amerika’nın güney eyaletlerinde, yoksul beyaz, zencilerden nefret ederdi. Ne var ki beyaz adam, kara deriliye aynı zamanda muhtaçtı da. Çünkü zenci nefreti olmaksızın içgüdülerini geliş- tiremezdi. Aynı şey Abdülhamid rejiminde Ermenileri boy hedefi alan Türk’ün de başından geçmiştir.
Bohemya’nın Alman gençliği de Çekler’e karşı aynı savaşçı tutumu takınmıştı. Genç Çek milliyetçileri de Alman milliyetçilerine karşı aynı tavrı almışlardı. Bu tip güdüler için fevkalâde kadirbilir ve elverişli bir obje ise her zaman Yahudiler olmuştur. Gerçekten de 1914 öncesi Avrupa’sında, yukarıda anlatılmış antiüberal ve milliyetçi kitle hareketlerinde, Yahudi sorunu olağanüstü bir rol oynamıştır. Rus lümpen proletaryası yanısıra, Orta Avrupa’nın belirli entelektüel ve küçük burjuva çevreleri de kendilerinin Yahudilere karşı kışkırtılmasından büyük bir zevk almaktaydılar.
“Safkan Ruslar” örgütü esas itibariyle Yahudi kışkırtmacılığı ile yaşıyordu. Lueger, Sosyal Hıristiyan Partisini Yahudi aleyhtarı propaganda-üzerine kurmuştu. Saray vaizi Stoecker, Berlin’de monarşik ve Hıristiyan bir kitle hareketini oluşturmak istediğinde, Yahudilere saldırmıştır. Fransız milliyetçiliği de keskin bir Yahudi aleyhtarlığından beslenmiştir. Fransa’da Yahudi Dreyfus’un suçluluğu çevresinde fırdönen partiler arası yoğun tartışmalar da bu gelişmeyi ayrıca körüklemiştir. Daha Birinci Dünya savaşından Önce Avrupa’nın 6 ülkesinin 4’ünde antiliberal, milliyetçi kitle hareketlerinin Yahudi aleyhtarlığı ile bu sıkıfıkı bağlantısı doğrusu düşündürücüdür.
Bu arada, Avusturya’da Alman milliyetçileri ile Sosyal Hı- ristiyanlar Yahudi düşmanlığında düpedüz yanşa kalkışmışlardır. Buna karşılık, Macaristan’da 1914 öncesinde Yahudi düşmanlığına rastlanmaz. Budapeşte’nin zengin Yahudileri, yönetici oligarşinin yakın dostlan olmuşlardı. Yahudilerin sayısının pek sınırlı kaldığı İtalya’da1 ise Yahudi aileler modem emperyalizmin en aktif güçlerinden biri idiler. İtalya’da olduğu gibi Ingiltere’de de bir Yahudi aleyhtarlığı söz konusu değildi.
Devlet biçimine gelince: Rusya’da, Avusturya – Macaristan’da ve Almanya’da, bütün karşı – devrimci kitle hareketleri, mevcut otoriter monarşinin ve onun tüm ülküsel değerlerinin korunmasından yana çıktılar. Fransa’da sağ antidemokratik idi, cumhuriyete ancak kaçınılmaz bir yük olarak katlanıyordu ve milliyetçilik hareketinin en aşırı gruplan bir devlet darbesini, ardından da ya bir askerî diktayı ya da monarşinin geri gelmesini istiyorlardı. İtalya’da Anayasa sorunu 1914 savaşı öncesinde bir türlü aktüel olamamıştır. Ingiltere’de işçilerin geniş kitlesi ve orta tabakalar mutlaka parlamenter düzeni istiyorlardı. Dikta düşünceleri ile oynamaya kalkışan her siyasal örgüt derhal yok olmaya mahkumdu. Bu nedenle, muhafazakâr parti, pariamanter çerçevede kendini kabul ettirmek zorundaydı. Disraeil ve Chamberlain gibi adamlar, seçimlerde çoğunluğu elde etmiş olmanın gururu içindeydiler.
Görüldüğü gibi, bugün faşist diye adlandırılan ideoloji, Avrupa’da dünya savaşı öncesinde de mevcuttu ve kitleler üzerinde de büyük bir etkisi vardı. Ama yine de, tek bir ülkeyi dışta bırakacak olursak, bugünkü faşizm için pek karakteristik olan o kendine özgü hücum kıtası taktiği eksikti. Biricik istisna Çarlık Rusyasındaki “Kara Birlikler” ve onların Pogrom harekâtının etkinliği olmuştur.
Aslında, faşizmin hücum kıtası taktiği son kertede ilginç bir toplumsal tezahürdür. Siyasal mantığa tümüyle ters düşer gibidir. Gerçi hâkim sınıfın, baskı ve sömürüsü altındaki kitlelere karşı giriştiği kaba kuvvet eylemleri uygarlaşmış insanlığın tarihi kadar eskidir, özellikle Avrupa’nın kapitalist sınıfı, sosyalizmin hatta halkçı bir demokrasinin iktidarlarını tehdit ettiği anda en gaddar zorbalığa ve kitlesel kan dökme eylemine başvurmaktan hiç çekinmemiştir.
Nitekim, Fransız kapitalist sınıfı, I848’de ve 1871 ‘de Paris işçilerini düpedüz bir kitle katliamına tâbi tutmuştur. Öte yandan, Bismarck da 1878’den 1890’a dek Alman işçi sınıfını “Sosyalistler Yasası”nın prangasına vurmuştur.
Egemen sınıfın, kendi devleti içinde iktidarını kendi devlet aygıtı eliyle yürütmesi aslında doğaldı. Nihayet devlet, bu amaçlar için vardı. Hükümet, polis ve adliye örgütü, devrime karşı elbirliği ile mücadele edecek; eğer bu yetmezse, ordu imdada çağrılacaktı.
Darda kaldığı zaman, egemen sınıf, devlet iktidarını gönüllüler veya ücretliler eliyle güçlendirebilir. Ama devrime karşı bütün silahlan ve yasalan ile mücadele eden, yine de doğrudan doğruya kamusal devlet iktidandır. Baskı altına alınmış kitleler zayıf oldukça, egemen sınıfa ve onun devlet gücüne karşı direnemezler. Güçlü olduklarım hissettikleri anda onlar da silaha sarılırlar ve iç savaş başlar. Halkın baş kaldırışı devlet aygıtının fonksiyonlarını yerine getiremez hale getirir. Her iki taraf da silâha sarılır ve kesin sonuç alınıncaya kadar çarpışılır. Bunlar, 17. yüzyılın Ingiliz devriminden 18. yüzyılın Fransız devriminden ve 20. yüzyılın Rus devriminden pek iyi tanıyıp bildiği gerçeklerdir.
Faşizmde, hücum kıtaları, siyasî çatışmanın alışılagelmiş şemasına uymamaktadır. Hücum kıtalarının varlığı, devlette bir barışın mevcut olmadığını gösterir. Ama öte yandan, ortada açık bir iş savaş da yoktur. Zira hükümetin muhalifleri, gerçi hâkim güçler için sevimsizdirler ama bunlar bir başkaldırı ile iktidar sorununu gündeme getirecek kadar güçlü de değildirler. Hükümet ve egemen kesimler, muhalefete karşı, alışılmış, olağan devlet gücünü seferber etmezler, halkın arasından gönüllü toplulukları kullanırlar. Bunlar, sevimsizleşmiş bütün insanlara saldırır, bir vahşet ve dehşet dalgası yayarlar. Amaç, muhalefeti bu dalgaların içinde boğmaktır. Bu vurucu güçlerin eylemleri, ülkenin yürürlükteki yasalarına kesinlikle aykırı düşerler. Öyle ki, aslında, yürürlükteki hukuka göre, hücum kıtalarının mahkemede yargılanmaları ve ceza evine gönderilmeleri gerekir. Oysa, başlarına hiçbir şey gelmez bunların. Hüküm giydiklerinde, bu hüküm sadece göstermelik kalır; ya cezalarını çekmezler ya da lemencecik affedilirler. Egemen sınıf da bu kahramanlara sempatisini ve minnettarlığını her fırsatta gösterir.
Acaba böyle bir siyasal hücum kıtası eylemi hangi şartlar altında gerçekleşebilir? Bugün artık pek yakından tanıdığımız bu tezahürün en açık ve aynı zamanda en önemli örneğini Avrupa’nın yakın tarihinde 1905 Ekimi Rusyasında “Kara yüzlerin” pogromlan verir. Birinci şart, normal devlet iktidarının kökünden sarsılmasıdır. Genellikle, egemen sınıf, yönetenlerin otoritesini güçlendirebilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Devlet, hâkim görüşe bakılırsa, kamunun, kamu yararının cisimleşmesidir. Adliye ise tarafsız adaletin tezahürü! Devlet ve onun makamları önünde saygı ve yasaların gücüne inanç, egemen sınıfın elinde en etkili silâhtır. Ancak devrim depreminin bir ülkeyi kökünden sarstığı ve egemen sınıf ile yöneticilerini yasa ve polis eliyle söz geçiremez duruma düşürdüğü andadır ki başka araçlar, gereçler aranır.
Resmî makamlar ve hükümet, devrimcilere, demokratlara, sosyalistlere veya Yahudilere karşı doğrudan doğruya saldırıya geçmekten kaçınırlar. Ama günün birinde, “halkın öfkesi” uyanır. Allaha, Kaiser’e ve anavatana inanan “namuslu halk adamı” ayağa kalkar, o “alçak devrimcileri” parçalar ve “hukukun otoritesini, üstünlüğünü” yeniden gerçekleştirir. Oysa, aslında eğer bu halk Öfkesi gerçekten mevcut olsa, ortaya herhangi bir kriz de çıkmış olmazdı. Bu nedenle, milliyetçi kitlelerin öfkesi, hiç yoktan “imal” edilmelidir.
Ekim 1905’de, Rus hükümeti, polislerine ve Kazaklarına Yahudileri ve sosyalistleri topluca katletmek emrini vermeye cesaret edemezdi. Çünkü 1905 devrimci akımı muazzam dalgalar halinde büyümekteydi. Bu durumda, polis yardımıyla, bir milliyetçi, antiliberal ve Yahudi aleyhtarı halk hareketi bluşturuldu ve işte bu hücum kıtası, Yahudİler ve devrimciler üzerine salıverildi. Böylece bir çeşit iş bölümü ortaya çıktı. Çarın hükümeti pogrom kahramanlarının utanç verici eylemlerinden resmen sorumlu değildi. Bazı valiler ve polis müdürleri ikiyüzlü bir tavırla “Kara yüzler”den resmen yana çıkmıyorlardı, böylelikle, hiç değilse yabancı ülkelere ve kamuya karşı belirli bir mesafe korunabiliyordu. Öte yandan pogrom yöntemlerini duymak bile istemeyen bir sürü namuslu konservatif Çar yanlısı kişiler vardı. Hatta, pogromlara karşı kesin bir tavır alan memurlar ve bakanlar bile mevcuttu.
Aslında bunda yadırganacak bir husus yoktur. Egemen sınıfın, hücum kıtalarını ve onlann yöntemlerini tümüyle doğru bulması hiç de zorunlu değildir. Hatta genellikle düşünce ayrılıkları mevcut olacaktır. Burjuvazinin liberal çizgisi ve bir bölük bağnaz muhafazakâr, hücum kıtalarını ve faşizmin yöntemlerini mahkûm edeceklerdir. Gelgelelim, işçi sınıfının, kendisini bu gibi düşünce ayrılıklarına kaptırması en vahim yanılgı olur. Aralarındaki bütün taktik ayrımlarına rağmen, faşist hücum kıtaları, kapitalistlerin veya feodal beylerin etidir, kemiğidir, kanıdır, böyle zamanlarda devlet içinde kapitalistlerden, faşistlerden ve demokratik sosyalistlerden oluşan üç gücün mevcut olduğu iddiası doğru değildir. Bir devlette her zaman iki güç vardır: Bir yanda kapitalistler ve faşistler, Öte yanda demokratlar ve sosyalistler. Küçük burjuva faşizmi teorisinin en tehlikeli münasebetsizliği, bu yalın gerçekliği işçi sınıfının gözleri Önünden kaçırmasıdır. Gerçekten de, bu teoriye bakılırsa dünyanın görünüşü şöyledir: En başta topluma hâkim olan kapitalistler. Sonra faşist küçük burjuva muhalefeti. Ve nihayet proleter, sosyalist muhalefet. Böyle bir üçlü ayınm kabul edildiği takdirde, artık her türlü hokkabazlık ve cambazlık da mümkün olur. Örneğin egemen sermayeye karşı sosyalistlerle faşistler koalisyonu! Veya faşistlere karşı sosyalistlerle liberaller ve namuslu muhafazakâr kapitalistler koalisyonu! Ya da başkaca sabun köpükleri! Bu tür hayaller, safsatalar Almanya’nın, İtalya’nın ve daha başka ülkelerin proletaryasının başına en büyük felâketleri getirmiştir.
Troçki 1909 yılında 1905 Ekiminin Pogrom harekâtı hakkında şunları yazıyordu:
“Rus hükümeti bu haçlı seferi için kıtalarını bütün meyhanelerden ve batakhanelerden toparladı. Bu hücum kıtalarında kimler yoktu ki. Hırdavatçı, berduş, meyhaneci, hizmetçi, polis ha- fıyesi, hırsız, haydut, küçük zenaatkâr, kerhane kapıcısı ve belki de daha dün köyünü terkedip kentin makine gürültüsünden bunalmış, ruhu karanlık ve midesi aç Muschik!”
Rus-Japon savaşının başında, sefil yığınların bu türden harekâtını polis düzenlemekteydi. O zaman bu yığınlar hükümetin savaş politikasını desteklemek üzere sokaklarda milliyetçilik gösterileri yapmaktaydılar. Troçki şöyle devam ediyor:
“Bu andan itibaren, toplumun bütün bu molozlarının organize edilişi müthiş bir hız kazandı. Pogroma katılanlar kitlesi (eğer burada bir kitleden söz edilirse) az veya çok tesadüfi bir nitelik taşısa bile, bu kıtanın çekirdeği yine de ordu örnek alınarak eğitilmiş ve organize edilmişti. Bu çekirdek, yukarıdan parolayı alıp aşağıya aktarıyor ve aynı zamanda düzenlenecek kanlı eylemin zamanını ve kapsamını da saptıyordu.”
Burada, Rus Pogrom ve “Kara Yüzler” hareketinin, faşizm tarihi açısından önem taşır niteliklerini göstermek yeter.
Eylemin hazırlanması için ilgili yerde Kara Yüzlerin bir gazetesi yayımlanır. Kısa bir süre sonra yabancı kentlerden gelmiş meslek adamları gazetede boy gösterirler. Ardından da gerekli söylentiler yayılır: “Yahudiler, Hıristiyanlar üzerinde bir gece yarısı baskını plânlamaktalar, Sosyalistler kilisenin kutsallığım ihlâl ettiler. Öğrenciler bir Kaiser portresini paramparça ettiler.” Sonra evleri yağma edilecek kişileri gösteren bir afaroz listesi çıkarılır. Kararlaştırılmış günde, “Kara Yüzler”, önce kilisede ibadet için toplanırlar. Arkadan, dalgalanan ulusal bayraklar ormanı gelir. Bir askerî bando durmadan milliyetçi marşlar çalar. Yavaş yavaş ilk pencere camlan kırılır ve yoldan gelip geçenlere sövülür. Derken, Sosyalistler veya Yahudiler tarafından barışsever milliyetçi göstericiler üzerine birtakım silâhlar patlatılır! İntikam nâralan yeri göğü kaplar. Artık hareket, yağma, yaralama, öldürme yolu açılmıştır.
Polis olay yerindedir ama pasif seyirci kalır. Gelgelelim, hele bir Yahudiler ya da Sosyalist işçiler, örgütlü bir direnişe kalkışsınlar. İşte o zaman vay onlann haline! Polis ve gereğinde ordu derhal müdahale eder. Proletaryanın meşru müdafaası hunharca kınlır. Pogroma gelince; onun seferine devam vizesi verilir.
1905 sonbaharında “Kara Birlikler”, 100 Rus kentinde, bütün Öteki cürümler bir yana, 4000 cinayet işlemişlerdir. Dış kapsamı itibariyle “Safkan Rusların” bu hareketi, günümüzde Kara Gömleklilerle Kahverengi Gömleklilerin yeni eylemleriyle boy Ölçüşebilir.
Devrimci gerilimin en yüksek kertesine çıktığı zamanda, Rusya’da milyonlarca işçi grev yapar, köylüler isyan eder, askerler ve bahriyeliler ayaklanır iken, yoksul halk kesimleri içinden yüz binlerce insan pekala karşı devrimin hücum kıtalarında toplanabilirdi. Yahudi nefreti, gözü dönmüş şoven milliyetçilik, rüşvet ve içki, bu küçük burjuva ve lümpen proletarya yığınlarını ve arada sırada da gerçek işçileri bir araya getirmeye yetiyordu.
Ceza görmeksizin çalıp yağma etme olanağı, meslekten hırsızlan sürüler halinde hücum kıtalanna sevketmekteydi. Ama bunun yanısıra, bütün yoksullaşmış ve perişan olmuş insanla- n hücum kıtalanna katılmaya iteleyen bir başka psikolojik olgu daha mevcuttu. Bu insanlar, resmen göz yumulan faşist hücum kıtalarının üyeleri sıfatıyla, bir anda, hiçliklerinden, boş- luklanndan kurtulup hemcinslerinin kaderlerine hâkim oluvermiş güçlü yaratıklar katma çıkıvermekteydiler. Troçki, son derece keskin bir psikolojik bakış açısıyla, bu noktaya da dokunur:
“Baldırı çıplak hükmeder artık. Daha bir saat önce polis ve açlık tarafından kovalanan çaresiz bir kitle, şimdi kendisini hiç kısıtlamaya bağlı olmayan bir despot gibi görür. O her şeyi yapmaya izinlidir, iyilik ve şeref, yaşam ve ölüm üzerinde söz sahibidir. Canı isterse, yaşlı bir kadını bir piyano ile birlikte üçüncü katın penceresinden kaldırım taşına fırlatıp atabilir. Minik bir bebeğin başında bir sandalye kınp parçalayabilir. Herkesin gözü önünde küçük bir kızın ırzına geçebilir, içki ve öfke ile kudurtulmuş beynin düşünebileceği işkencelerin herhangi bir çeşidini uygulamaktan onu alakoyabilecek hiçbir güç yoktur. O her şeyi yapabilir. Allah Çarı korusun!”
Karşı-devrim, Rusya’da zafere ulaştığında, artık Pogromlara da gerek kalmamıştı. Egemen güçler, düzene ve hukuka geri döndüler.
Rus deneyi bize şu önemli dersi veriyor: Hayatını ancak hücum kıtalarının terörü sayesinde kurtarabilmiş bir hükümet ya da sistem, eninde sonunda ölüme mahkûmdur. Hak ve hukuk gibi ana kavramların Pogromlar ve hücum kıtaları tarafından yapıldığı gibi darmadağın edilmesini hiçbir halk unutamaz. Gelecek devrim dalgası, intikamı ve çöküşü beraberinde getirir. 1905’in kanlı sonbaharından sonra Çar II. Nikola “Tanrı iradesiyle bütün Rusların Çan” değildi artık. O, şimdi sadece “Kara Yüzlerin” koparılasıca pis kellesi olmuştu. Nitekim onun sevgili Pogrom kahramanlarının gücü kendisini kurtarmaya yetmedi.
1914 öncesinde Rusya dışında hiçbir güçlü Avrupa ülkesinde, devlet otoritesi, milliyetçi ve antiliberal hareketlerin terörist hücum kıtalarında toplanıp birikmesine yol açacak ölçüde sarsılıp dağılmamıştır. Ancak Dünya Savaşı’nın sonuçlan ve Avrupa’yı mengeneye sokup kıskıvrak bağlayan genel sosyal krizdir ki Pogrom yöntemlerine yeni bir geçerlilik ve genişlik kazandırabilmiştir.
Kaynak: Narteks