Bir Kitle Hareketi Olarak Faşizm: Yükselişi Ve Çöküşü – Arthur Rosenberg

hitlerÖncüler ve Pogromlar
Adolf Hitler’in ve onun 6 yardakçısının, bu topu topu 7 kişi­nin, önce 1 milyona, sonra 6, 13,40 milyona, derken, bütün Al­man halkını kapsayacak bir sayıya tırmanıp çıkmasının doku­naklı hikâyesi, nasyonal sosyalist söylevlerin propaganda en­vanterlerine dahildir. Mussolini için de buna benzer hikâyeler anlatılır. Ama, nasıl ki Duçe, kendi soluk kopyesini oluşturan Ftihrer’den çok daha görkemli idiyse, tıpkı bunun gibi Duçe’nin partisi de Nazi partisinden çok daha görkemliydi. İtalyan faşist­lerinin 23 Mart 1919’da Milano ticaret okulundaki ilk toplantı­sına katılanlann sayısı sadece 145’di. Ama burada da yükseliş azametliydi. 145 rakamı, 145.000’e, daha sonra milyonlara ve nihayet, sözcülerine bakılırsa, bütün İtalyan ulusunu kapsaya­cak bir rakama çıkıverdi.

Bir avuç insanın milyonluk bir kitle hareketine dönüşmesi, doğrusu pek şaşırtıcıydı. Sadece diktatöre bağlı olanlar değil, fakat onun hasımlarından birçoğu da, bir bilmece karşısında, bulundukları sanısını taşıyorlardı.

Faşizm üstüne yazı yazanlardan çoğu, bir zamanlar sosyolo­jiden ve Marksizmin sınıf öğretisinden bir şeyler duymuşlardı. Şimdi, kimileri bu mucizeyi mümkün kılan sınıfı ya da insan ke­simini harıl harıl aramaya koyuldu. Ne yazık ki, sosyal sınıflar öğretisi ilk bakışta sanıldığından çok daha girift bir öğretiydi. Piyanonun tuşlarına piyanonun başına oturan herkes basabilir. Ama sadece bunu yapmakla sanatçı olunamaz. Tıpkı bunun gi­bi, sosyal sınıflar kavramıyla hokkabazlık etmek de mutlaka bir sosyal tahlil ve hele marksist bir sosyal tahlil yapma anlamını taşımaz. Sosyolojinin müptedileri, çoğu zaman, Hitler’i ve Mussolini’yi zafere götüren temel gücün küçük burjuvalardan oluştuğunu ileri sürdüler. Bir de baktılar ki o küçücük manav Fritz Schulze, koskoca bir devin boyutlarına ulaştırılıyor; bir eliyle proletaryayı öteki eliyle de kapitalistleri baskı altında tutabilmekte, koca bir milleti temsil edip yeni yüzyıla damgasını vurabilmekte!

İnsan olarak, bay Fritz Schulze, gerçekten bir kahraman ola­bilir. Bu arada bütün savaş madalyalarını toplamış ya da kenti­nin boks şampiyonluğunu kazanmış da olabilir. Ne var ki, burada “insan” olarak bay Fritz Schulze değil de, bir “manav” ola­rak, bir “küçük buıjuva” olarak Fritz Schulze söz konusudur.

Küçük burjuvaların, bir sınıf olarak, Almanya’yı, İtalya’yı, Polonya’yı, Avusturya’yı ve daha yarım düzine başkaca devleti ele geçirdiklerini ve öteki ülkelerin de aynı tehlike karşısında bulunduklarını ileri sürmek, doğrusu bir hayli şaşırtıcıdır, inandırıcılıktan alabildiğine uzaktır.

Küçük burjuvazinin, bir sınıf olarak, yani loncalarında orga­nize olmuş esnaf ve zanaatkâr olarak, gerçekten de ekonomiyi ve üretimi önemli ölçüde etkilediği dönemler olmuştur. Avrupa tarihinde, bu dönem, orta çağın sonlarına rastlar. O zamanlar, ortada daha ne modem anlamda proletarya ne de kapitalizm vardı. Lonca ve ustalarının altın çağı idi bu dönem. Ne var ki, lonca ustalarının bütün kozları ellerinde tuttukları günlerde bi­le, onlar hiçbir büyük Avrupa devletini ele geçirememişlerdir. Gerçi Almanya’da loncalar bir kentte iktidara el koymuşlardır. Ama millî plânda, kırsal alanda, hâkim soylular karşısında ke­sin bir yenilgiye de uğramışlardır. Kentlerin gerçekten bir si­yasî ve askerî güç olarak sahneye çıkabildiği yerlerde ise, zana­atkarlar değil de partisyen büyük tacirler öncü gücü oluştur­muşlardır. 1500 yılından beri, Avrupa’da küçük burjuvazinin sosyal ağırlığı da giderek azalmıştır.

500 yıl önce, el işlerinin gerçekten altın çağını yaşadığı ve makinesiz el işinin bütün değerleri yarattığı dönemde bile kü­çük buıjuvazi siyasî iktidarı ele geçirmekten acizdi. Nerede kal­dı ki, küçük burjuvazinin bu işi seri imalât, uçak ve elektrik ça­ğında kotarması! Küçük burjuvazinin, sırf birtakım renkli göm­lekleri giydi diye ve sırf Hitler ile Mussolini kendisini göreve çağırdı diye birdenbire güç kazandığını İleri sürmek demek, bir mumun, beceri ile yakıldığında, en güçlü projektörden daha kuvvetli bir ışık saçacağını ileri sürmek demektir!

Çağımızın kimi düşünürleri de, faşizmin köklerini küçük burjuvazide değil de gençlikte arayıp keşfederler! Gençlikle il­gili teori, küçük buıjuvazinin etkinliği ile ilgili teoriden daha da şaşırtıcıdır. Gerçi, insanın var oluşundan bu yana, gençlik ile yaşlılık arasında bir karşıtlık var olmuştur ve bizim türümüz­den yaratıklar bu gezegende oturdukça, böyle de kalacaktır. Gelgelelim, gençlik, bir başına, bu niteliği ile, bir siyasî hareket oluşturmamıştır. Çünkü, insanlar arasında mevcut bütün farklı­laşmalar, gençlikte de belirir. Günün birinde banka müdürleri­nin oğullarının maden işçilerinin oğullan ile el ele verip, banka müdürlerinin bütün imtiyazlarını ve maden işçilerinin bütün ör­gütlerini yoketmeye ve geçmişin yıkıntıları üzerinde ışıl ışıl parlayan faşist gençlik federasyonunu kurmaya karar verdikle­rine mi inanalım yoksa?

Faşizmin bu teorileri üzerinde tartışmak, masa başında otu­rup sosyoloji üstüne spekülasyon yapanlar için sadece bir za­man öldürme yolu olabilir. Oysa proletarya için olağanüstü pra­tik, politik önem taşıyan son kertede ciddî bir sorun sözkonusu- dur. Hasmını yenmek isteyen, onu iyi tanımalıdır.

Faşizmin mantığa aykın, fantastik açıklamaları, demokrat­lar ve sosyalistler arasında, kendilerinin halihazır baş düşmanı­nın akıl dışı bir oluşum olarak, mantıkî nedenlerle aşılamaya­cağı, kırılamayacağı inancını yerleştirmiş görünüyor. Faşizm, bir tabiat olayı, bir deprem, insan kalbinden fışkıran ve direnç tanımayan bir manevî güç gibi görünmektedir bu kişilere. Biza­tihi faşistler de bu inancı hararetle desteklerler. Aklın ve meka­nik mantığın hâkimiyetinin defterinin dürüldüğünü, şimdi artık duygulann, milletlerin bu ilk dürtülerinin yeniden hâkimiyet ka- zandıklannı belirtip dururlar. Sosyalistler ve demokratlar da bu “yeni dinin” saldırısını durdurabileceklerine bir türlü inanamaz­lar. Faşist saldırıyı püskürtebilmek için endişe ve telâş içeri­sinde savunma silâhlan aranır. Bir anda koca milletin hakemi haline gelivermiş olan küçük buıjuvanın nasıl kazanılabileceği, hiç değilse onunla nasıl uzlaşılabileceği konusunda kafa patla­tılır. Ama bu yeni siyasî tabiat olayına karşı koyabilmek için gerekli güven duygusu eksik kalır. Hasımlar ise, özellikle 1933 sonrası Almanya’da demokrat ve sosyalist kampta esmiş olan bu panik havasını ustaca değerlendirirler. Sanki herhangi bir if­las etmiş, reaksiyoner politikacı renkli bir gömleği sırtına ge­çirse, olgunlaşmamış birkaç genci eğitse ve gençliğin hakların­dan ve de milletin yenilenmesinden söz etse, en köklü anayasa­ları devirebilirmiş, en sağlam işçi Örgütlerini darmadağın ede­bilirmiş sanısını uyandırırlar.

İşçi kesimi için bugün hedefini şaşırmamak ve maneviyatı­nı bozmamak her zamankinden daha büyük önem taşır. Faşiz­min her ülkede patlattığı sis bombalan dağıtıldı mıydı, bu sisin ardında iyi bir eski tanıdık göze çarpar. Hiç de mucivezî, hiç de esrarlı olmayan bir tanıdıktır bu. Ne yeni bir din getirir ne de altın bir çağ. Ne gençlikten, ne de küçük burjuva katlanndan gelir. Olsa olsa bunları dolandınp yanına katar. Evet, bu tanı­dık, sınıf bilincine sahip işçi kesiminin doğuştan düşmanı olan karşı-devrimci kapitalisttir. Faşizm, burjuva-kapitalist karşı­devrim hareketinin halkçılık – milliyetçilik maskesi ardındaki modem bir biçiminden başkaca bir şey değildir. Gerçi Mussoli- ni’nin partisinin İtalya’da ve Hitler’in partisinin Almanya’daki farklı uygulamalarını aynı “faşizm” kavramının çatısı altında toplamak pek doğru gözükmez. Meselâ, Nazi ideolojisinin çe­kirdeğini oluşturan Yahudi sorunu İle ırk sorununa, İtalyan fa­şizminde hiç rastlanmaz. Ama günümüzün siyasî geçer akça terminolojisinde bütün kapitalist ve karşı devrimci hareketler, halkçı bir kisveye büründükleri ve aynı zamanda bir iç savaş için eğitilmiş parti ordusuna dayandıktan anda faşist hareketler diye anılırlar.

Modern üretim sürecine gireliberi, buıjuva kapitalizmi bütün uygar ülkeler üzerinde hâkimiyetini devam ettirmiştir. Şu var ki, kolayca anlaşılabileceği gibi, kapitalist sınıf, hiçbir zaman kendi fiziki gücü ile halk kitlelerine iradesini doğrudan doğruya empoze edememiştir. Fabrikatörlerin ve bankerlerin silâha sarı­lıp elde kılıç ve tüfek, halk kitlelerini kendilerine tabi kıldıkla­rını düşünmek bile gülünçtür.

Eskiden feodal asiller, pekâlâ doğrudan doğruya kendi fizik gücü ile, hükümet edebiliyordu. Ortaçağda ağır silâhlarla donan­mış şövalyeler gerçekten de halk kitlelerine, askerî bakımdan üstündü. Bunun gibi, işçilerin veya köylülerin hâkim olacağı bir devlette de hükümet eden sınıfın fiilen de fizik gücünü kul­lanacağı tabiidir.

Oysa kapitalistler, dolaylı yoldan hükümet etmek zorunda­dırlar. Kendi mallarını kendileri satmak için tezgâhın arkasında kendileri durmuyorlarsa, kendi ordularını, kendi polislerini ve kendi seçmenlerini de kendileri üretebilmek, satabilmek ve hü­kümet edebilmek için oluşturmazlar. Yardımcılara ve hiz­metkârlara ihtiyaçları vardır. Kapitalistler, halkın etkin kesimle­rinin, kendilerini kapitalist sistemle bütünleşme ve dayanışma içerisinde hissettikleri ve kendi öz çıkarlarının kapitalist ekono­mi düzeninin ayakta tutulmasını gerektirdiği inancıyla kapita­listler için çalışmaya, oy vermeye ve silaha sarılmaya hazır ol­dukları sürece devlette egemen kalırlar.

Bilinçli ya da bilinçsiz olarak modem Avrupa’da kapitaliz­min emrine amade yardımcı ve hizmetkârların sayısı gibi çeşi­di de kabarıktır. Bir kere, hemen hemen bütün ülkelerde kapita­list sistem, şu veya bu yoldan, eski, prekapitalist, feodal düzen ile bir uyuşmaya gitmiştir. Monarşi, soyluluk, kilise, ordu ve yüksek memurluk, kendilerini modem kapitalist çağa da intibak ettirmişlerdir.

Başlangıçta, burjuvazi devrimci bir kimlikle feodallere karşı iktidar savaşı vermiştir. Bu devrimci rolünde de imtiyazlı feodal azınlığa karşı bütün milletin temsilcisi olarak sahneye çıkmıştır. Bütün orta ve aşağı halk tabakalarını kendi çevre­sinde birleştirmiş ve feodal beylere teslim bayrağını çektirmiş­tir. Ama savaş biter bitmez, aynı kapitalistler yoksul halk kitle­lerinin demokratik ve sosyalist taleplerine karşı elbirliği ile çı­kabilmek için feodal unsurlarla derhal bir uzlaşmaya gitmişler­dir.

Faşizmin gereği gibi kavranması için pek önemli olan otori­te, disiplin, askerî yetenek ve hayat tarzının doğrudan doğruya feodal geleneklerden kaynaklandığını bu arada belirtmek yerin­de olur.

Aydınlar zümresi de, feodal dönemden yeni buıjuva dönemi­ne uzanmış bir zümredir. Bu zümre, eski aristokratik düzeni na­sıl kabullenmişse, yeni toplum düzenini de öylesine kabullen­miştir. Bununla beraber, aydm kişi, doğrudan doğruya üretim sürecine katılmadığı, artı-değer yaratmadığı ve sadece artı- değerden pay aldığı için, kapitalist devlette de özel bir yer al­mak ister. Genel olarak, içtenlikle inandığı şey, kendisinin ka­pitalistin para kazanma çıkarım değil, fakat milletin genel yara­rım temsil ettiğidir. Milletin serpilip gelişmesi için “ne yazık ki Özel mülkiyet zorunlu olduğundan”, Avrupa’nın sıradan aydım, ister İstemez, kapitalizmden yana çıkacak, sosyalizme “kaka” diyecektir. Aydınlar, mesleklerinin bir gereği olarak, genel çı­karları ve genel düşünceleri temsil ettiklerinden, sınıf çatışma­sının acı gerçeklikleri üstüne millî bir birlik, beraberlik, fe­dakârlık şurubunu dökmeye de pek meraklıdırlar.

Nihayet, sosyal piramitte, kapitalistlerin altında bir de, kuv­vetleri ülkeden ülkeye, onun özel gelişim şartlarına bağlı ola­rak değişen köylüler, zanaatkârlar ve azametli bir işçi sınıfı or­dusu yer alır. Bunların hepsi, ya az ya da çok, kapitalizmin tu­zaklarına düşürülmeye elverişlidirler. Gerçekte de, sadece köy­lüler ve zanaatkarlar değildir. Kapitalistlerin insafsız tuzakları­na düşenler, Almanya’da Hitler öncesi dönemde bile, işçilerin Önemli bir bölüğü de burjuva partilerine oy vermiştir. İngilte­re’de bugün de muhafazakâr fabrika işçilerinin sayısı bir hayli kabanktır. Bu durumda, kapitalist bir ülkenin siyasal mekaniz­masının 19. ve 20. yüzyıllarda pek karmaşık bir nitelik taşıma­sından ve son derece hassas kapitalist dengeyi koruyabilmek üzere, sadece görünüşte çelişen çeşitli güçlerin varlığından da­ha doğal bir şey olamazdı.

Yakın Avrupa tarihinde gözlenen burjuva kitle hareketleri­nin iki türü vardır: Liberal ve anüliberal tip… Antiliberal burjuva kitle hareketlerinin en yeni örneklerini faşizm verir. 19. yüz­yılın burjuva liberalizmi, serbest rekabet esası üzerine bina edilmişti; özgürlüğe ve barışa muhtaçtı. Özgürlük demek, iç politikada devlet zorunu kaldırmak, her şeyden evvel ekonomi­yi özerk kılmak demekti. Ta ki devlet, jandarma görevini üstle­ninceye değin… Serbest ticaret ve barış, sistemin dış politikası­nı belirliyordu. Yeryüzünün her köşesinde ekonomik birimlerin serbestçe köşe kapmaca oynayabilecekleri bir ortamda, insa­noğlu altın çağını yaşayacaktı. Özgürlük, serbest ticaret ve ba­rış türküleri, halk kitlelerini, orta tabakaları ve çoğu işçileri de heyecanlandırmıştı.

Ingiltere’de liberalizm, 1832’deki seçim reformundan başla­yarak, kesintisiz, I866’ya kadar, bu tarihten sonra da dünya sa­vaşına kadar muhafazakâr parti ile nöbetleşe hükümet etti.

Almanya’da liberalizm 1848’den 1878’e dek, geniş bir halk kitlesine daha sonra ise sadece azınlığa hâkim olabildi. Alman­ya’da liberalizm Ingiltere’deki kadar serpilme ortamı bulama­mıştı. Hiçbir zaman kendi özgücü ile hükümet edememiş, feo­dal Monarşinin kendisine ayırdığı siyasî iktidar kırıntıları ile yetinmek zorunda kalmıştır.

Fransa’da liberal dönem 1830’dan 1848’e dek burjuva kralı Louis Philipp hâkimiyetinde devam etti. Ardından 3. Napole- on’un 1870’e dek uzanan dikta dönemi geldi. Onun ardından da yeniden liberal cumhuriyet! Ne var ki bu liberal cumhuriyet, Dünya savaşma kadar olan dönemde antiliberal hareketlere kar­şı kendisini güçlükle ayakta tutabildi.

İtalya’ya gelince: Bu ülkede Krallık, kuruluşundan beri boy­nuna liberal devlet yaftasını asmıştır. Ama bu yaftanın altında liberal sayılamayacak bir sürü güçler de toplanmıştır.

Rusya’da da burjuvazi Dünya Savaşı’na dek liberalizme bağlı kalmıştı. Şu var ki, Rus burjuvazisinin Çarlık rejimindeki siyasî iktidarının etkinliği, Alman burjuvazisinin etkinliğinden bile azdı.

Avrupa’nın bütün bu belli başlı ülkelerinde, liberal akımlara karşı başkaca akımlar daha gözlüyoruz. Bunlar da kapitalist ekonomi düzenini onaylıyorlar, doğru buluyorlar. Gelgelelim li­beral ilkelerden de hiç hoşlanmıyorlar. Devletin jandarma rolü­nü inkâr ediyor ve bunun yerine kamu iktidarının ekonomik ha­yata yoğun müdahalesini talep ediyorlar. Liberal serbest ticarete karşı himaye gümrükleri getiriyorlar, liberal pasifizme karşı is­tilâcı emperyalizmi çıkarıyorlar… Halklar arası barışı isteme­yip, milleti her şeyin üstüne çıkarıyorlar. Demokratik eşitliği reddedip, insanlar arasındaki geleneksel farkları vurguluyorlar.

Liberalizmden, yeni ve otoriter muhafazakârlığa bu dönüşü­mün ekonomik sebebi, burjuva üretim sürecindeki bir iç deği­şimde yatar: Kapitalizm, serbest rekabet döneminden çıkarak, merkezileşip yoğunlaşmış dev işletmelerin ve bu işletmelerin tekelleşme eğilimleri dönemine geçmişti. Bu yeni tekelci kapi­talizm, millî ekonomi bölgesini himaye gümrükleriyle sımsıkı kapar. Kaba kuvvet ve fetihler yoluyla yeni sömürü mihrakları kazanmaya çalışır. Liberal dönemin barışçı, keyfiliğe açık ide­olojisi, artık bu kapitalizmin işine yaramaz olur. Otorite, mer­keziyetçilik ve iktidar talep eder kapitalist sınıf.

Liberalizm ortamından atlayıp yeni emperyalist metotlara başvuranlar, en büyük ve en güçîü kapitalistler grubundan, te­kelci dev işletmelerin ve finans kurumlannm muteber efendile­ri arasından çıkıyor. Orta ve küçük kapitalistlerin çoğunluğu daha uzun süre liberal geleneklere bağlı kalıyor. Devlet içinde iktidarı ele geçirebilmek için, antiliberal kapitalistlerin Öteki halk kesimleri arasında kendilerine müttefik arayıp bulmaları gerekiyor. Yeni emperyalizmin en becerikli önderleri, halkçılık­ta, liberalleri ve butjuva demokratlarını bile geride bırakacak kadar ileri gidiyorlar. Hatta kimi zaman, yoksulların milletçe korunması bayrağı altında liberalizmin bencil ve kısır para çı­karlarına karşı çıkıyorlar, işte modern faşizm bu tipolojinin içine girer. O, bu politikanın ayrılmaz parçası olan milliyetçilik propagandasını büyük bir ustalıkla geliştirmiştir.

Ingiltere’de, Benjamin Disraeli tarafından emperyalizm te­meli üstünde yenilenmiş olan muhafazakâr parti, 1867 yılında, şehir işçilerini liberalizmden soğutmak amacıyla onlara oy hakkı vermişti. Nitekim 1874’de muhafazakâr parti, işçi oylan sayesinde, Avam Kamarası’nda ilk kez çoğunluğu ele geçirebil- miştir. Önce Disraeli, daha sonra da Chamberlain îngilteresin- de, çoğu aristokratlar, City’nin büyük finans beyleri, büyük sa­nayiciler, aydınların çoğunluğu ve sanayi proletaryasının önemli bir bölüğü muhafazakâr idiler. Bütün bu unsurlar, “milli büyüklük” bayrağı altında birleşmişlerdi. Buna karşılık, orta ve küçük kapitalistlerin, küçük burjuvazinin ve hatta tanmın geniş kesimleri, daha uzun bir süre liberal ülkülere bağlı kaldı­lar.

Fransa’da ise, 1871 sonrasında, milliyetçi sağı büyük banka­lar ve büyük sanayiciler beslediler. Almanya’ya karşı Sedan’da yitirilen millî onuru kurtarmak üzere bir intikam savaşının nâralan atılmaya başlandı. Bütün askeri monarşik gelenekleri canlandırmanın yolu yordamı aranıyordu şimdi. Soyluluk ve kilise de bu millî hareketin hizmetine girmişlerdi. “Cibilliyetsiz ve milliyetsiz” liberal cumhuriyete sövülüyor ve bir millî kurta­rıcının diktası isteniyordu. Bu rol için 1880’lerde sahneye çıkan aktör de, geçici bir süre için bile olsa, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, Fransız halkının büyük çoğunluğunu arkasına takabilmiş olan General Boulanger idi. 19. yüzyıldan 20. yüz­yıla geçerken Fransız Cumhuriyeti yine askerî darbe tehlikesi­nin ağır tehdidi altına girmişti. Fransa’daki sağcı hareket, toplu­mun yukarı tabakalarına, küçük burjuvazinin bazı bölümlerine ve saptırılmış işçi gruplarına dayanırken, karşı kampta sosya- lişt İşçilerin yanısıra küçük burjuvazinin geniş bir bölüğü de demokratik Cumhuriyet için mücadele vermekteydi.

Almanya’da eski üsluptaki liberaller 1878’den sonra Reich- stag’daki çoğunluğu kaybettiler. Ağır sanayi, himaye gümrükle­rini öngörüp, feodal soyluluk ile birlikte, yeni bir ordu ve koloni programı önerdi. Aydınlar, askerî disiplin ve Prusya ruhuna hayrandılar. Onlar, demokrasiyi Alman’a yabancı aşağılık bir kurum sayıyorlar, ömek alınacak ideal insanı yedek subay ti­pinde somutlaştırıyorlardı. 1878’den sonra, Almanya’nın pro- testan kesimlerinde, kırsal alandaki kitleler de muhafazakâr par­tinin kuyruğuna takıldılar.

Bu arada, küçük butjuvazinin önemli bölümleri de s ağa yö­neldiler. Bunlar, ağır sanayinin ve aydınların kuyruğu olan eski Nasyonal Liberal Parti’yı, liberalizmin sadece adını koruyan bir parti durumuna getirdiler. Liberal bayrak, açık yüreklilerin yor­gun ellerine emanet edildi. 1887’deki Reichstag seçimlerinde, başlarında Bismarck olmak üzere, muhafazakharlar ve nasyonal liberaller çoğunluğu ele geçirdiler. Gerçi İkinci Wilhelm dö­neminde sosyal demokrasi çabuk serpilmiştir. Ama açık yürekli liberalizm öylesine zayıf düşmüştür ki, muhafazakârlar, nasyo­nal liberallerle ve Katolik merkezle elele vererek Reichstag’da sağlam bir çoğunluğa sahip olabilmişlerdir.

Görülüyor ki, İngiltere ve Fransa’daki gibi, Almanya’da da, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken geleneksel liberalizm geri çekilmekte ve yerini yeni emperyalist – milliyetçi güçlere bırak­maktadır.

Almanya’da da emperyalistler, ordu, kilise ve aydın takımı ile birleştiler. Ama yine de 1914’e dek, tek düzenli ve uyumlu büyük bir milliyetçi kitle hareketi oluşmadı. Nedeni kolay anla­şılabilir bunun.

Kaiser hükümeti o kadar güçlüydü ki, halk oyundan ve par­lamento çoğunluğundan hiç etkilenmiyor, bağımsızlığını koru­yabiliyordu. Milliyetçi emperyalizmin Reich hükümetini yönet­mesi, onun her isteğine kavuşması için yetiyordu. Seçimlerde halkın beynini yıkama yolunda ciddî demagojik çabalar büsbü­tün gereksizdi. Kaiser çağında, Almanya’nın egemen sınıfları, demokrasinin araçlarım, Ingiliz ve Fransız yüksek tabakaların­dan farklı olarak, kullanmak ve uygulamak zorunda değildiler. Saray vaizi Stoecker’in, kentlerde halkçı, antiliberal ve antisos- yalist bir kitle hareketi oluşturma çabası, bizzat Reich hüküme­ti tarafından engellendi. Bu soy hareketler, Almanya’nın ege­men çevrelerini kitlelere birtakım tavizler vermek zorunda bıra­kacaktı. Oysa, bu gibi tavizler hiç mi hiç verilmek istenmiyor­du. Kaiser ile büyük sermaye, Potsdam muhafızlarının kanatla­rı altında, kendilerini Stoecker’in kitle toplantılarının kanatlan altındakinden çok daha emin hissediyorlardı.

Liberal ve antiliberal buıjuva kuvvetleri arasında İngilte­re’de, Fransa’da ve Almanya’da 1871-1914 arası dönemdeki gelişmeleri önemli ölçüde etkileyen mücadelenin bir benzerine aynı dönemde İtalya’da rastlanmıyor.

Ama bu sadece görünüşte böyle. Çeşitli eğilimler burada da mevcut. Eski üsluptaki liberalizm, İtalya’da da büyük sermaye emperyalizmi eliyle, giderek arka plâna itilmekte ve bu geliş­me, 20. yüzyılın başında, dünya savaşı öncesinde Trablusgaıp Savaşı’na ve aktif Balkan politikasına yol açmaktadır. Dozu ar­tırılmış milliyetçilik, Avusturya’yı boy hedefi yapmış, Trento ile Trieste’deki “Italyan kardeşlerin kurtuluşu”nu talebetmiş ve kuzeydeki daha zengin uluslarla aradaki mesafeyi kapatmaya çalışmıştı. Ne var ki, İtalya’nın resmî parti politikası özellikle yarımadanın ged kalmış orta ve güney bölgelerinde yan feodal bir yolsuzluğun batağına batmıştı.

Gerçekten aktif toplumsal güçler, İtalyan Parlamentosunda, pek yetersiz bir ağırlıkta temsil edilmekteydi.

Rusya’da dünya savaşı öncesinde büyük burjuvazi emperya­lizme geçmiş, İstanbul’un fethi ve Çar bakanlarının başka hay­dutça projeleri peşinde koşmuştu. Aynı dönemde, Çarın emni­yet ajanları, devrime karşı Çara bağlı bir kitle hareketi yarat­maya çalışmaktaydı. Lümpen proletaryası, içki ve Ruble ile sa­tın alınmakta ve yasaklanmış sosyalist sendikaların karşısına “safkan Rus”lann ve polislerin güdümünde sendikalar çıkarıl­maktaydı. Ama yine de bir kitle hareketi meydana geldi; “Ger­çek Ruslar” veya “Kara Birlikler” örgütü Pogrom hareketlerin­de coştukça kabardı.

Avusturya-Macaristan’da da her iki İmparatorluk bölgesinde 1867 Anayasası çerçevesinde ilkin liberalizm yönetim başın­daydı. Yalnız Macaristan’ın liberalleri bu çerçeve içinde özel bir yer tutmaktaydı. Bunlar, toprak sahibi soylular ve parababa- ları arasından gelmekte ve geniş halk kitlelerini de gaddarca boyunduruk altında tutmaktaydılar. Bu nedenle, Macaristan li­beralizmi, emperyalist yöntemlere de hiç ihtiyaç duymamıştır. Yerli kaba kuvvet yöntemleri iktidara fazlasıyla yetiyordu. Bu gaddar Macar devlet sistemi, kaynayıp köpüren vahşi bir Ma­car milliyetçiliğinin peçesi ardına sinmiştir.

Avusturya’da, önceleri, 1870’Ierde, alışılagelmiş tipte bir li­beralizm yönetim başındaydı. Aynı dönemde Alman liberalle­rinin rejimini andırıyordu bu liberalizm, ama 1880’e gelindiğin­de liberalizm Avusturya’da da yıkıldı gitti. Gerçi Habsburg feo­dalitesi ömrünün sonuna dek ağır sanayi ve büyük finans kapi­tal ile gayet iyi geçindi. Tuna monarşisine toplan, tanklan ve devlet tahvillerini sunan firmalar, Kaiser’e bağlı idiler ve Viya- na’nın gerekli arka kapılanndan işleyebilecek denli de güçlüydüler. Ama Alman orta ve liberal buıjuvazisinin etkileri, Avus­turya’da sistematik biçimde bertaraf edildi. Kaiser’e bağlı orta tabaka ve Katolik kilisesine dayanan Lueger, Sosyal Hıristiyan­ların kitle partisini kurdu. Lueger, birinci sınıf bir kışkırtıcı ve organizatördü. Viyana’da çoğunluğu ele geçirmiş, burada bele­diye başkanı seçilmiş, nihayet Kaiser hükümeti tarafından her zaman ihtiyaç duyulan Parlamento’nun en güçlü grubunu yönet­mişti. Lueger, küçük insanların adamıydı. Finans kapitalin par­tisi ile doğrudan doğruya bir ilişkisi yoktu. Gelgelelim, Lueger, yaşamının sonraki döneminde, varlığı ile büyük sermayenin iş çevirmesini olanaklı kılan Habsburg monarşisinin de baş daya­nağı oldu. Lueger’in Halkçı Parti’sinin, Kaiser’in ve onun aris­tokratik bakanlarının ve nihayet büyük Viyana bankerlerinin de esas itibariyle aynı amaç ardında koştuktan, rolleri dağılmış bir oyun oynanıyordu artık.

Avusturya’daki Alman aydınlan başta Alman gençliği, dün­ya savaşı öncesinde sosyal konumlarından hiç de memnun de­ğildiler. Üniversite gençliğinin Hohenzoller hâkimiyetinde söz hakkına sahip kılınmış olduğu Alman Reich’ma, sınır taşları üzerinden imrenerek, özenerek bakıyorlardı. Gerçekten de, Avusturya’da hükümet, Slavları Alınanlara yeğ tutuyordu. Hı­ristiyan entelektüeller de kendilerini Yahudi rekabeti karşısında .tehdit altında hissediyorlardı. Avusturya’nın Alman asıllt genç­liği, emperyalizmin hizmetine girmeyi pek istemekteydi. Ne var ki bu gençliği ne dinleyen ne isteyen vardı… Ne Avusturya hü­kümeti ne büyük finans kapital Almancı değildi. Bu durum kar­şısında, Alman Avusturya’sının gençliğinin bir bölüğü kendile­rini toplum dışına itilmiş görmekteydiler. Buysa, onları Alman milliyetçiliğine yöneltiyor ve Alman olmayan her şeye karşı nefreti körüklüyordu. Onların bu millî romantikliği ve millî nef­reti bazı genç küçük burjuvalara ve işçilere de sıçradı. İşte Adolf Hitler, böyle bir çevreden çıkıp Alman Reich’ma geldi. Onun, 1918’den sonra değişen Almanya’da yeni baştan öğrene­cek hiçbir şeyi yoktu artık.

Demagojik bir milliyetçilik, kendisine üstünlüğünü kanıtla­yabileceği ve intikam duygularını başlatabileceği bir obje arar. Amerika’nın güney eyaletlerinde, yoksul beyaz, zencilerden nefret ederdi. Ne var ki beyaz adam, kara deriliye aynı zamanda muhtaçtı da. Çünkü zenci nefreti olmaksızın içgüdülerini geliş- tiremezdi. Aynı şey Abdülhamid rejiminde Ermenileri boy he­defi alan Türk’ün de başından geçmiştir.

Bohemya’nın Alman gençliği de Çekler’e karşı aynı savaşçı tutumu takınmıştı. Genç Çek milliyetçileri de Alman milliyet­çilerine karşı aynı tavrı almışlardı. Bu tip güdüler için fev­kalâde kadirbilir ve elverişli bir obje ise her zaman Yahudiler olmuştur. Gerçekten de 1914 öncesi Avrupa’sında, yukarıda an­latılmış antiüberal ve milliyetçi kitle hareketlerinde, Yahudi so­runu olağanüstü bir rol oynamıştır. Rus lümpen proletaryası yanısıra, Orta Avrupa’nın belirli entelektüel ve küçük burjuva çevreleri de kendilerinin Yahudilere karşı kışkırtılmasından büyük bir zevk almaktaydılar.

“Safkan Ruslar” örgütü esas itibariyle Yahudi kışkırtmacılı­ğı ile yaşıyordu. Lueger, Sosyal Hıristiyan Partisini Yahudi aleyhtarı propaganda-üzerine kurmuştu. Saray vaizi Stoecker, Berlin’de monarşik ve Hıristiyan bir kitle hareketini oluştur­mak istediğinde, Yahudilere saldırmıştır. Fransız milliyetçiliği de keskin bir Yahudi aleyhtarlığından beslenmiştir. Fransa’da Yahudi Dreyfus’un suçluluğu çevresinde fırdönen partiler arası yoğun tartışmalar da bu gelişmeyi ayrıca körüklemiştir. Daha Birinci Dünya savaşından Önce Avrupa’nın 6 ülkesinin 4’ünde antiliberal, milliyetçi kitle hareketlerinin Yahudi aleyhtarlığı ile bu sıkıfıkı bağlantısı doğrusu düşündürücüdür.

Bu arada, Avusturya’da Alman milliyetçileri ile Sosyal Hı- ristiyanlar Yahudi düşmanlığında düpedüz yanşa kalkışmış­lardır. Buna karşılık, Macaristan’da 1914 öncesinde Yahudi düşmanlığına rastlanmaz. Budapeşte’nin zengin Yahudileri, yönetici oligarşinin yakın dostlan olmuşlardı. Yahudilerin sa­yısının pek sınırlı kaldığı İtalya’da1 ise Yahudi aileler modem emperyalizmin en aktif güçlerinden biri idiler. İtalya’da olduğu gibi Ingiltere’de de bir Yahudi aleyhtarlığı söz konusu değildi.

Devlet biçimine gelince: Rusya’da, Avusturya – Macaris­tan’da ve Almanya’da, bütün karşı – devrimci kitle hareketleri, mevcut otoriter monarşinin ve onun tüm ülküsel değerlerinin korunmasından yana çıktılar. Fransa’da sağ antidemokratik idi, cumhuriyete ancak kaçınılmaz bir yük olarak katlanıyordu ve milliyetçilik hareketinin en aşırı gruplan bir devlet darbesini, ardından da ya bir askerî diktayı ya da monarşinin geri gelme­sini istiyorlardı. İtalya’da Anayasa sorunu 1914 savaşı öncesin­de bir türlü aktüel olamamıştır. Ingiltere’de işçilerin geniş kit­lesi ve orta tabakalar mutlaka parlamenter düzeni istiyorlardı. Dikta düşünceleri ile oynamaya kalkışan her siyasal örgüt der­hal yok olmaya mahkumdu. Bu nedenle, muhafazakâr parti, pariamanter çerçevede kendini kabul ettirmek zorundaydı. Disraeil ve Chamberlain gibi adamlar, seçimlerde çoğunluğu elde etmiş olmanın gururu içindeydiler.

Görüldüğü gibi, bugün faşist diye adlandırılan ideoloji, Av­rupa’da dünya savaşı öncesinde de mevcuttu ve kitleler üzerin­de de büyük bir etkisi vardı. Ama yine de, tek bir ülkeyi dışta bırakacak olursak, bugünkü faşizm için pek karakteristik olan o kendine özgü hücum kıtası taktiği eksikti. Biricik istisna Çarlık Rusyasındaki “Kara Birlikler” ve onların Pogrom harekâtının etkinliği olmuştur.

Aslında, faşizmin hücum kıtası taktiği son kertede ilginç bir toplumsal tezahürdür. Siyasal mantığa tümüyle ters düşer gibi­dir. Gerçi hâkim sınıfın, baskı ve sömürüsü altındaki kitlelere karşı giriştiği kaba kuvvet eylemleri uygarlaşmış insanlığın tarihi kadar eskidir, özellikle Avrupa’nın kapitalist sınıfı, sosya­lizmin hatta halkçı bir demokrasinin iktidarlarını tehdit ettiği anda en gaddar zorbalığa ve kitlesel kan dökme eylemine baş­vurmaktan hiç çekinmemiştir.

Nitekim, Fransız kapitalist sınıfı, I848’de ve 1871 ‘de Paris işçilerini düpedüz bir kitle katliamına tâbi tutmuştur. Öte yan­dan, Bismarck da 1878’den 1890’a dek Alman işçi sınıfını “Sosyalistler Yasası”nın prangasına vurmuştur.

Egemen sınıfın, kendi devleti içinde iktidarını kendi devlet aygıtı eliyle yürütmesi aslında doğaldı. Nihayet devlet, bu amaçlar için vardı. Hükümet, polis ve adliye örgütü, devrime karşı elbirliği ile mücadele edecek; eğer bu yetmezse, ordu im­dada çağrılacaktı.

Darda kaldığı zaman, egemen sınıf, devlet iktidarını gönül­lüler veya ücretliler eliyle güçlendirebilir. Ama devrime karşı bütün silahlan ve yasalan ile mücadele eden, yine de doğrudan doğruya kamusal devlet iktidandır. Baskı altına alınmış kitle­ler zayıf oldukça, egemen sınıfa ve onun devlet gücüne karşı direnemezler. Güçlü olduklarım hissettikleri anda onlar da sila­ha sarılırlar ve iç savaş başlar. Halkın baş kaldırışı devlet ay­gıtının fonksiyonlarını yerine getiremez hale getirir. Her iki ta­raf da silâha sarılır ve kesin sonuç alınıncaya kadar çarpışılır. Bunlar, 17. yüzyılın Ingiliz devriminden 18. yüzyılın Fransız devriminden ve 20. yüzyılın Rus devriminden pek iyi tanıyıp bildiği gerçeklerdir.

Faşizmde, hücum kıtaları, siyasî çatışmanın alışılagelmiş şemasına uymamaktadır. Hücum kıtalarının varlığı, devlette bir barışın mevcut olmadığını gösterir. Ama öte yandan, ortada açık bir iş savaş da yoktur. Zira hükümetin muhalifleri, gerçi hâkim güçler için sevimsizdirler ama bunlar bir başkaldırı ile iktidar sorununu gündeme getirecek kadar güçlü de değildirler. Hükümet ve egemen kesimler, muhalefete karşı, alışılmış, ola­ğan devlet gücünü seferber etmezler, halkın arasından gönüllü toplulukları kullanırlar. Bunlar, sevimsizleşmiş bütün insanlara saldırır, bir vahşet ve dehşet dalgası yayarlar. Amaç, muhale­feti bu dalgaların içinde boğmaktır. Bu vurucu güçlerin eylem­leri, ülkenin yürürlükteki yasalarına kesinlikle aykırı düşerler. Öyle ki, aslında, yürürlükteki hukuka göre, hücum kıtalarının mahkemede yargılanmaları ve ceza evine gönderilmeleri gere­kir. Oysa, başlarına hiçbir şey gelmez bunların. Hüküm giydik­lerinde, bu hüküm sadece göstermelik kalır; ya cezalarını çek­mezler ya da lemencecik affedilirler. Egemen sınıf da bu kahra­manlara sempatisini ve minnettarlığını her fırsatta gösterir.

Acaba böyle bir siyasal hücum kıtası eylemi hangi şartlar altında gerçekleşebilir? Bugün artık pek yakından tanıdığımız bu tezahürün en açık ve aynı zamanda en önemli örneğini Av­rupa’nın yakın tarihinde 1905 Ekimi Rusyasında “Kara yüzle­rin” pogromlan verir. Birinci şart, normal devlet iktidarının kö­künden sarsılmasıdır. Genellikle, egemen sınıf, yönetenlerin otoritesini güçlendirebilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Devlet, hâkim görüşe bakılırsa, kamunun, kamu yararının ci­simleşmesidir. Adliye ise tarafsız adaletin tezahürü! Devlet ve onun makamları önünde saygı ve yasaların gücüne inanç, ege­men sınıfın elinde en etkili silâhtır. Ancak devrim depreminin bir ülkeyi kökünden sarstığı ve egemen sınıf ile yöneticilerini yasa ve polis eliyle söz geçiremez duruma düşürdüğü andadır ki başka araçlar, gereçler aranır.

Resmî makamlar ve hükümet, devrimcilere, demokratlara, sosyalistlere veya Yahudilere karşı doğrudan doğruya saldırıya geçmekten kaçınırlar. Ama günün birinde, “halkın öfkesi” uya­nır. Allaha, Kaiser’e ve anavatana inanan “namuslu halk adamı” ayağa kalkar, o “alçak devrimcileri” parçalar ve “hukukun oto­ritesini, üstünlüğünü” yeniden gerçekleştirir. Oysa, aslında eğer bu halk Öfkesi gerçekten mevcut olsa, ortaya herhangi bir kriz de çıkmış olmazdı. Bu nedenle, milliyetçi kitlelerin öfkesi, hiç yoktan “imal” edilmelidir.

Ekim 1905’de, Rus hükümeti, polislerine ve Kazaklarına Yahudileri ve sosyalistleri topluca katletmek emrini vermeye cesa­ret edemezdi. Çünkü 1905 devrimci akımı muazzam dalgalar halinde büyümekteydi. Bu durumda, polis yardımıyla, bir milli­yetçi, antiliberal ve Yahudi aleyhtarı halk hareketi bluşturuldu ve işte bu hücum kıtası, Yahudİler ve devrimciler üzerine salı­verildi. Böylece bir çeşit iş bölümü ortaya çıktı. Çarın hükü­meti pogrom kahramanlarının utanç verici eylemlerinden res­men sorumlu değildi. Bazı valiler ve polis müdürleri ikiyüzlü bir tavırla “Kara yüzler”den resmen yana çıkmıyorlardı, böyle­likle, hiç değilse yabancı ülkelere ve kamuya karşı belirli bir mesafe korunabiliyordu. Öte yandan pogrom yöntemlerini duy­mak bile istemeyen bir sürü namuslu konservatif Çar yanlısı ki­şiler vardı. Hatta, pogromlara karşı kesin bir tavır alan memur­lar ve bakanlar bile mevcuttu.

Aslında bunda yadırganacak bir husus yoktur. Egemen sını­fın, hücum kıtalarını ve onlann yöntemlerini tümüyle doğru bulması hiç de zorunlu değildir. Hatta genellikle düşünce ayrı­lıkları mevcut olacaktır. Burjuvazinin liberal çizgisi ve bir bö­lük bağnaz muhafazakâr, hücum kıtalarını ve faşizmin yöntem­lerini mahkûm edeceklerdir. Gelgelelim, işçi sınıfının, kendisi­ni bu gibi düşünce ayrılıklarına kaptırması en vahim yanılgı olur. Aralarındaki bütün taktik ayrımlarına rağmen, faşist hü­cum kıtaları, kapitalistlerin veya feodal beylerin etidir, kemiği­dir, kanıdır, böyle zamanlarda devlet içinde kapitalistlerden, fa­şistlerden ve demokratik sosyalistlerden oluşan üç gücün mev­cut olduğu iddiası doğru değildir. Bir devlette her zaman iki güç vardır: Bir yanda kapitalistler ve faşistler, Öte yanda de­mokratlar ve sosyalistler. Küçük burjuva faşizmi teorisinin en tehlikeli münasebetsizliği, bu yalın gerçekliği işçi sınıfının gözleri Önünden kaçırmasıdır. Gerçekten de, bu teoriye bakılır­sa dünyanın görünüşü şöyledir: En başta topluma hâkim olan kapitalistler. Sonra faşist küçük burjuva muhalefeti. Ve nihayet proleter, sosyalist muhalefet. Böyle bir üçlü ayınm kabul edil­diği takdirde, artık her türlü hokkabazlık ve cambazlık da müm­kün olur. Örneğin egemen sermayeye karşı sosyalistlerle faşist­ler koalisyonu! Veya faşistlere karşı sosyalistlerle liberaller ve namuslu muhafazakâr kapitalistler koalisyonu! Ya da başkaca sabun köpükleri! Bu tür hayaller, safsatalar Almanya’nın, İtal­ya’nın ve daha başka ülkelerin proletaryasının başına en büyük felâketleri getirmiştir.

Troçki 1909 yılında 1905 Ekiminin Pogrom harekâtı hak­kında şunları yazıyordu:

“Rus hükümeti bu haçlı seferi için kıtalarını bütün meyhane­lerden ve batakhanelerden toparladı. Bu hücum kıtalarında kim­ler yoktu ki. Hırdavatçı, berduş, meyhaneci, hizmetçi, polis ha- fıyesi, hırsız, haydut, küçük zenaatkâr, kerhane kapıcısı ve bel­ki de daha dün köyünü terkedip kentin makine gürültüsünden bunalmış, ruhu karanlık ve midesi aç Muschik!”

Rus-Japon savaşının başında, sefil yığınların bu türden ha­rekâtını polis düzenlemekteydi. O zaman bu yığınlar hüküme­tin savaş politikasını desteklemek üzere sokaklarda milliyetçi­lik gösterileri yapmaktaydılar. Troçki şöyle devam ediyor:

“Bu andan itibaren, toplumun bütün bu molozlarının organi­ze edilişi müthiş bir hız kazandı. Pogroma katılanlar kitlesi (eğer burada bir kitleden söz edilirse) az veya çok tesadüfi bir nitelik taşısa bile, bu kıtanın çekirdeği yine de ordu örnek alı­narak eğitilmiş ve organize edilmişti. Bu çekirdek, yukarıdan parolayı alıp aşağıya aktarıyor ve aynı zamanda düzenlenecek kanlı eylemin zamanını ve kapsamını da saptıyordu.”

Burada, Rus Pogrom ve “Kara Yüzler” hareketinin, faşizm tarihi açısından önem taşır niteliklerini göstermek yeter.

Eylemin hazırlanması için ilgili yerde Kara Yüzlerin bir ga­zetesi yayımlanır. Kısa bir süre sonra yabancı kentlerden gel­miş meslek adamları gazetede boy gösterirler. Ardından da ge­rekli söylentiler yayılır: “Yahudiler, Hıristiyanlar üzerinde bir gece yarısı baskını plânlamaktalar, Sosyalistler kilisenin kutsal­lığım ihlâl ettiler. Öğrenciler bir Kaiser portresini paramparça ettiler.” Sonra evleri yağma edilecek kişileri gösteren bir afaroz listesi çıkarılır. Kararlaştırılmış günde, “Kara Yüzler”, önce kilisede ibadet için toplanırlar. Arkadan, dalgalanan ulusal bay­raklar ormanı gelir. Bir askerî bando durmadan milliyetçi marş­lar çalar. Yavaş yavaş ilk pencere camlan kırılır ve yoldan ge­lip geçenlere sövülür. Derken, Sosyalistler veya Yahudiler tara­fından barışsever milliyetçi göstericiler üzerine birtakım silâhlar patlatılır! İntikam nâralan yeri göğü kaplar. Artık hare­ket, yağma, yaralama, öldürme yolu açılmıştır.

Polis olay yerindedir ama pasif seyirci kalır. Gelgelelim, he­le bir Yahudiler ya da Sosyalist işçiler, örgütlü bir direnişe kal­kışsınlar. İşte o zaman vay onlann haline! Polis ve gereğinde ordu derhal müdahale eder. Proletaryanın meşru müdafaası hunharca kınlır. Pogroma gelince; onun seferine devam vizesi verilir.

1905 sonbaharında “Kara Birlikler”, 100 Rus kentinde, bü­tün Öteki cürümler bir yana, 4000 cinayet işlemişlerdir. Dış kapsamı itibariyle “Safkan Rusların” bu hareketi, günümüzde Kara Gömleklilerle Kahverengi Gömleklilerin yeni eylemleriy­le boy Ölçüşebilir.

Devrimci gerilimin en yüksek kertesine çıktığı zamanda, Rusya’da milyonlarca işçi grev yapar, köylüler isyan eder, as­kerler ve bahriyeliler ayaklanır iken, yoksul halk kesimleri için­den yüz binlerce insan pekala karşı devrimin hücum kıtalarında toplanabilirdi. Yahudi nefreti, gözü dönmüş şoven milliyetçi­lik, rüşvet ve içki, bu küçük burjuva ve lümpen proletarya yı­ğınlarını ve arada sırada da gerçek işçileri bir araya getirmeye yetiyordu.

Ceza görmeksizin çalıp yağma etme olanağı, meslekten hır­sızlan sürüler halinde hücum kıtalanna sevketmekteydi. Ama bunun yanısıra, bütün yoksullaşmış ve perişan olmuş insanla- n hücum kıtalanna katılmaya iteleyen bir başka psikolojik ol­gu daha mevcuttu. Bu insanlar, resmen göz yumulan faşist hü­cum kıtalarının üyeleri sıfatıyla, bir anda, hiçliklerinden, boş- luklanndan kurtulup hemcinslerinin kaderlerine hâkim oluver­miş güçlü yaratıklar katma çıkıvermekteydiler. Troçki, son de­rece keskin bir psikolojik bakış açısıyla, bu noktaya da doku­nur:

“Baldırı çıplak hükmeder artık. Daha bir saat önce polis ve açlık tarafından kovalanan çaresiz bir kitle, şimdi kendisini hiç kısıtlamaya bağlı olmayan bir despot gibi görür. O her şeyi yapmaya izinlidir, iyilik ve şeref, yaşam ve ölüm üzerinde söz sahibidir. Canı isterse, yaşlı bir kadını bir piyano ile birlikte üçüncü katın penceresinden kaldırım taşına fırlatıp atabilir. Minik bir bebeğin başında bir sandalye kınp parçalayabilir. Herkesin gözü önünde küçük bir kızın ırzına geçebilir, içki ve öfke ile kudurtulmuş beynin düşünebileceği işkencelerin her­hangi bir çeşidini uygulamaktan onu alakoyabilecek hiçbir güç yoktur. O her şeyi yapabilir. Allah Çarı korusun!”

Karşı-devrim, Rusya’da zafere ulaştığında, artık Pogromlara da gerek kalmamıştı. Egemen güçler, düzene ve hukuka geri döndüler.

Rus deneyi bize şu önemli dersi veriyor: Hayatını ancak hü­cum kıtalarının terörü sayesinde kurtarabilmiş bir hükümet ya da sistem, eninde sonunda ölüme mahkûmdur. Hak ve hukuk gibi ana kavramların Pogromlar ve hücum kıtaları tarafından yapıldığı gibi darmadağın edilmesini hiçbir halk unutamaz. Ge­lecek devrim dalgası, intikamı ve çöküşü beraberinde getirir. 1905’in kanlı sonbaharından sonra Çar II. Nikola “Tanrı irade­siyle bütün Rusların Çan” değildi artık. O, şimdi sadece “Kara Yüzlerin” koparılasıca pis kellesi olmuştu. Nitekim onun sevgi­li Pogrom kahramanlarının gücü kendisini kurtarmaya yetmedi.

1914 öncesinde Rusya dışında hiçbir güçlü Avrupa ülkesin­de, devlet otoritesi, milliyetçi ve antiliberal hareketlerin terörist hücum kıtalarında toplanıp birikmesine yol açacak ölçüde sar­sılıp dağılmamıştır. Ancak Dünya Savaşı’nın sonuçlan ve Av­rupa’yı mengeneye sokup kıskıvrak bağlayan genel sosyal kriz­dir ki Pogrom yöntemlerine yeni bir geçerlilik ve genişlik kazandırabilmiştir.

Kaynak: Narteks

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz