Felsefenin ilk dönemlerinde evren, yalın bir birlik, bir biçimde bağıntılı bir bütünlük olarak tasarlanmış ve işlenmişse de, bu bütünlüğün ayrılmış bölümleri ve bölümlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle oluşturduğu “sistemli bütünlük” hakkında bir düşünce çabası gelişmemişti.
“Sistemli bütünlük” kavramından, evrenin temel alanlarının nitel ayrılığının gözetilmesini, fakat bu ayrı niteliklerin aynı ilke ile birleştirilmesini anlıyoruz.
Doğa, insan ve bilinç üzerine birbirinden bağımsız bilgi arayışlarının, felsefenin değişik evre ve okullarına yol açtığını biliyoruz. Bu bölünme, bir yandan uzlaşmaz karşıt tezlerin doğuşuna, diğer yandan da sentezlenebilir ya da karşıtı içinde aşılabilir pek çok farklı düşüncenin gelişmesine ortam olmuştu. Düşüncenin tarihsel evrimi içinde bu ortamın gittikçe yükselen bir soyutlama düzeyiyle karakterize olduğunu saptayabiliriz. Böylece sistematik felsefe, hem geçmiş evrelerin birikiminin bir elenişini ve sentezini, hem de “salt düşünceye dayanan” bir evrenin, yani kavramlar ve kategoriler üzerine kurulmuş bir “üst evren”in elde edilişini gerçekleştirmiştir.
Olgun biçimiyle Platon’da sözcüsünü bulan sistematik felsefe, evreni, maddi birlik ve bütünlüğün, nesnelerin ve nesneler arasındaki ilişkilerin ötesinde, kavramların ve kategorilerin ilişkileri olarak düşünmüştür. Bu başlıca ayırt edici özelliğidir ve artık evrensel birliğin, bir maddi tözden kaynaklandığı şeklindeki temel tez, nesnelerden ayrı ve onlara öncel kavram serilerinin kaynaklığı tezi ile değiştirilecektir.
Bununla beraber, daha önceleri evrenin oluşuna ilişkin ileri sürülmüş düşünceler tamamen terk edilmiş değildir. Maddenin hareketi ve değişmesi söz konusu olunca, doğa felsefesinden devralınan tartışmalar, fakat bu kez bir sistemin parçası olarak, yeniden işlenir. Örneğin Platon, her cismin, dört öğenin (su, hava, toprak, ateş) çeşitli oranlarda bileşiminden meydana geldiğini söylüyor, her temel unsuru da, belli bir geometrik biçimle simgeliyordu. Böylece öğelerin oransal olarak ve geometrik bir düzen içinde birleşmesiyle evren oluşuyordu.
Fakat Platon’un asıl önemi, evrensel bağıntılılık düşüncesini, kavramsal bir sistem biçimi olarak geliştirmiş olmasındadır.
Platon, kendisinden önce tartışılmış şu düşünceye dayanıyordu: Duyularımıza konu olan dünya, gelip geçiciliği yüzünden, gerçek bilginin içeriği olamaz. Gerçek bilgi nesnelerin hep aynı kalan kavramsal asıllarının bilgisi olabilir. “Asılların bilgisi” ise, ancak akla dayanan bir dizi sınıflandırma üzerinde gene akıl gücüyle kavranabilir. Bir başka deyişle, gerçek olan duyulur nesneler değil, onların sınıflandırılmış ve soyut içeriği olan tümellerdir (ya da İdea’lar). Bununla birlikte Platon, ideaların da kendilerine özgü bir nesnellikleri bulunduğuna inanıyordu. Ancak bu öyle bir nesnellikti ki, duyuların algısına değil, yalnızca aklın kavrayışına konu olabilirdi. Şöyle açıklıyordu: “Nasıl ki bu evrende, yetkin olmayandan en yetkin olanına kadar varlıkların bir sıralanması varsa, usla kavranan alemde de öylece onların asıl gerçeklikleri olan derecelenmiş ve sıralanmış idealar vardır.”
O’na göre, nesnelerin ve ideaların dereceli sıralanışı, bir zincirin halkaları gibi bağlanmamıştır; her derece, kendisinden öncekileri kapsar, kendisinden sonrakilerden de ayrı ve uzak değildir.
Bu, bilgi sürecinin de iç içe ilerleyen bir iniş ve çıkış yolunu aynı anda içerdiği anlamına gelir. Bir yandan nesneleri en aşağısından en yetkin olanına kadar genelleyerek çıkılır, diğer yandan bu genellemenin gerçek karşılığı olan ideaları tanıyarak tekile inilir. Her idea, bir diğerine daha yüksek bir idea aracılığıyla bağlanmıştır.
Parmenides, gerçek varlığın bir ve sonsuz olduğunu söylemişti. Şimdi Platon, varolan maddi dünyanın ötesinde, onun çelişkilerinden ve geçiciliğinden arınmış ve madde dünyasının kendisinden kaynaklandığı saf düşünceden oluşan bir üst-evren tasarlıyordu. Ona göre, bu üst-evren’in içeriği olan tümeller (idealar) arasındaki bağıntılılığın yasaları bilinebilirse, onların birer yansıması olan duyulur nesneler arasındaki bağıntılar ve hareketli olmalarından dolayı bilinemez gibi görünen gerçeklikleri ulaşılabilir hale gelirdi.
Platon idealizmi, bazı araştırmacılar tarafından, doğa felsefesi materyalizminden bir “geriye dönüş” olarak yorumlanır ve Platon’un kavramlardan oluşmuş bir evren kurma çabası, materyalizmle idealizm arasındaki mücadele kapsamında, gerici bir konumda gösterilir.
Platon idealizmine, tarihsel açıdan bakmak ve onu bilginin gelişme düzeyi ve genel evrim çizgisi bakımından değerlendirmek gerekir.
İlkçağ materyalistlerinde, maddi gerçekliğin zihinsel yeniden üretiminin ifadesi olan kavramlar sistemi henüz belirsiz çıkışlar halindedir; onları asıl ilgilendiren şey, düşüncenin problemleri değil, doğanın fiziksel gerçekliğidir. Buna rağmen, felsefi düşüncenin gelişmesi, onlarda da kavramsal ilişkilerin önemi hakkında güçlü bir sezgi doğurmuştu. Somut, cisimsel nesneler üzerine, hem de ampirik bilimin son derece sığ ve ilkel verileri aracılığıyla düşünmek, evrenin açıklanmasında aşılmaz güçlükler doğuruyordu. Bu yüzden, yalnızca materyalist niteliği dolayısıyla “ilerici” görülüp gösterilen doğa felsefesi, aslında bir bulanıklıktan başka bir şey değildi. Thales’in Su’yundan, bu her yerde apaçık görülebilen maddeden başlayıp Demokritos’un sonsuz küçük ve görülemez Atom’una kadar ilerleyen gelişme, kavramsal bir yapının el yordamıyla aranışının göstergesi olarak kabul edilebilir.
Platon’da görülen şey, doğa felsefesi tarafından belli bir soyutlama düzeyine şöyle böyle ulaştırılmış bulunan madde kavramını, maddenin kendisinden de kurtarmaktır. Bu, düşüncenin gelişme sürecinde belli başlı devrim noktalarından biri olarak görülmelidir.
Aydın Çubukçu
Mantık ve Diyalektik
1 ARİSTOTELES: “Metafizik”, I. Kitap, 983 b-20
2 COPLESTON: “Ön Sokratik Felsefe, Sokrates ve Dönemi”, s. 25