Nefret, sonsuza kadar basit bir gerçek olarak kalmaz. Günün birinde, herhangi bir bahaneyle patlak verir ve yüz yıldır, bin yıldır, iki bin yıldır, hiçbir şeyin, ne bir şamarın, ne bir korkunun unutulmadığı anlaşılır. Nefret söz konusu olduğunda, bellek zamanın içinden geçerek, her şeyle beslenir, kimi zaman sevgiyle bile…
ALIŞILAGELMİŞ SÖZCÜKLERLE BAŞLAMAZSAM, BANA KIZAR MISINIZ?
KUTSAL BENCİLLİĞİN SARSILMASI “VE BÜTÜN İNSANLIĞIN KURTARMA” DÜŞÜNCESİNE SAHİP OLABİLMESİ İÇİN BU MUAZZAM OYUNUN OYNANMASI VE KITASAL BOYUTTAKİ KORKUNUN DUYULMASI GEREKİYORMUŞ!
“Bilgeler Şebekesi” tantanalı ve resmi olmasını istediğimiz bir beyanla o yıl, nüfus sorunlarıyla ilgili bir evrensel doruk toplantısının düzenlenmesini istedi. Fikir yeterince olgundu, hemen ve hevesle kabul edildi. Pek çok devlet ve hükümet başkanı, heyetlerine başkanlık edeceklerini açıkladı.
– New-York’taki Birleşmiş Milletler merkezi, olayın istenilen yankıyı uyandırabilmesi için, en iyi yer olarak seçildi. Devletlerin yanı sıra bazı beşeri dayanışma örgütlerinin, . bilgi ve bilgeliklerinden yararlanabilinecek az sayıda şahsiyetin çağrılması kararlaştırıldı. Bu topluluğa en uygun isim, kuşkusuz Emmanuel Liev’in adıydı.
Bir kez daha, ama son defa muhteşemdi. Ufak tefek haliyle kürsüye, bir köylü taş yığını üzerine çıkar gibi çıkmış ve şahin bakışlarını kralların, başkanların, bakanların üzerinden geçirmişti, ilgisizlikle değil ama saygıyla da değil. Neredeyse “çocuklarım” diyecekti. Derdi de… seksen sekiz yaşındaydı, hepsinin babası olacak yaştaydı. Ama şöyle başlamayı yeğledi:.
—Alışılagelmiş sözcüklerle başlamazsam, bana kızar mısınız? Bu formülleri bilmem, öğrenmem için de artık çok geç. Sizleri, herkesin onur duyacağı biçimde çağırmak istiyorum: iyi niyet elçileri!
Emmanuel dokuz dakika konuştu, yazısız, notsuz, teklemeden… Onu, kendinden geçmiş, sessizce dinleyenlere seslenerek. Konuşması, bütün ülkelerde canlı yayından izleniyordu. Bugün, zaman geçince, konuşmasının berraklığı daha çok beliriyor, hiçbir umutsuzluk içermeksizin…
— Bu dünyada kalabalığız. Bazıları çok kalabalık diyecektir. Ben öyle düşünmüyorum. Sonsuza kadar artmamız da söz konusu değil. Egemen azınlıkların boyunduruğundan kurtulmak isteyen boyun eğmiş yığınların hareketini simgeleyen “Beşiklerin İntikamı”nı da zavallı buluyorum.
“Evet, kalabalığız, belki de çok çabuk üredik. Yine de sekiz milyar hemcinsimiz Akdeniz’de boğulacak olsa, su ne kadar yükselir, hiç düşündünüz mü? Milimetrenin onda biri kadar. Evet kardeşlerim, bizler altı kıt’anın erkekleri ve kadınları, pek ince bir tabaka oluşturuyoruz. –
“Kimileri yığılma mı diyor? Yeryüzü kalabalıksa, bizim açgözlülüğümüz, bizim bencilliğimiz, bizim dışlamalarımız, bizim sözde “hayati yaşam alanlarımız”, “nüfuz alanlarımız” ya da “güvenlik alanlarımız” ve kof bağımsızlıklarımız yüzünden kalabalık!
Geçen yüzyılda dünyamız, suçlayan bir Güney ile sabrı taşan bir Kuzey arasında bölündü. Kimileri bunu, basit bir kültürel ya da stratejik gerçek olarak görmekle yetindi. Nefret, sonsuza kadar basit bir gerçek olarak kalmaz. Günün birinde, herhangi bir bahaneyle patlak verir ve yüz yıldır, bin yıldır, iki bin yıldır, hiçbir şeyin, ne bir şamarın, ne bir korkunun unutulmadığı anlaşılır. Nefret söz konusu olduğunda, bellek zamanın içinden geçerek, herşeyle beslenir, kimi zaman sevgiyle bile…
“Tarih boyunca pek az öğreti, nefreti söküp atabilmiştir, çoğu hedef saptırmasında bulunmuştur, zındığa, yabancıya, dönmeye, efendiye, köleye, babaya yönelerek… Tabii nefretin adı, başkaları duyduğunda nefrettir de kendimiz duyduğumuzda, bin türlü adı vardır.
Günümüzde nefret, meşru araştırmaların meyvesi olarak, biçimsizlikler ve yumrularla savaşmamıza olanak veren genetik araştırmaların meyvesi olarak, besin kaynaklarımızı iyileştirmemize imkân veren genetik ayarlamaların meyvesi olarak, sakıncalı bir hal almıştır. Ama aynı zamanda herkesin en kötü içgüdülerini ortaya çıkartan bozuk bir meyve olarak…
“Binlerce yıldan beri, milyarlarca insan, kızı olduğuna üzülmüş, oğlu doğduğunda sevinmiştir. Günün birinde biri çıkıp, sevinciniz gerçekleşecek demiştir. Binlerce yıldan beri, “farklı olma” kusuruna sahip olanları yok etmeyi hayal eden uluslar, etnik gruplar, aşiretler vardır. Biri çıkıp onları yok edebilirsiniz, kimse farketmez demiştir.
“Bazen – yaşlı bir adamın saçmalamalarını af edeceğinizden eminim – düşünüyorum da, din kitaplarında sözü edilen Yeryüzü Cenneti, geçmiş zamanlara ait bir efsane değil, bir kehanet, geleceğe bir bakış tarzı diyorum. Birkaç yıldan beri insanoğlu bu Cenneti kuracak gibi oldu, daha önce maddeye, yaşama, doğadaki enerjiye hiç bu kadar egemen olmamıştı, hastalığı yenmeye azimli idi, günün birinde belki yaşlılığı ve ölümü yenecekti. Sözlerim bir kâfirin sözleri değil. Şayet bilim, Nasıl’ın Tanrısı’nı yok edebilmişse, Neden’in Tanrı’sını var etmek içindir. O, asla yok olmayacaktır. O’nun insanlara, aslında doğal birer olgu olan yaşama ve ölüme egemen olmak da dahil, tüm güçleri vereceğine inanıyorum. Evet, Tanrı’nın biz kullarını Yaratıcılığına ortak edeceğine inanıyorum. Bir armut ağacının genleri ile oynadığımda, Tanrı’nın bana bu hakkı ve beceriyi verdiğine içtenlikle inanıyorum. Ama yasak meyveler de var.
Sanıldığı gibi seks veya bilgi değil, yasak meyvelerin saptanmaları çok daha karmaşık, çok daha zor; onları bize inançlarımızdan çok bilgeliğimiz gösterecektir.
“Söylendiği kadar bilge ve bilgin olayım, geçilmemesi gereken sınırların nerede bulunduklarını bilmediğimi itiraf ederim. Belki azıcık atomun çevresinde veya beynimizin ve genlerimizin işlemlerinde. Saptayamadığım şey, insanlığın kendisiyle, kendi bütünlüğü ile, kimliği ile, başkasıyla ölümcül risklere atıldığı anlar oluyor.
Bunlar en soylu bilimin en aşağılık hedeflere alet olduğu anlardır.
“Endişe verici olaylar oldu. Olacakların yanında hiç kalır. Her sözcüğü tartarak konuşuyorum, bazı felaketleri önlemek artık olanaksız. Bunun bilincinde olalım ve en kötüsünden kaçmaya bakalım.
“Yeryüzünde, kızların sayısının azalmaya devam ettiği milyonlarca kent ve kasaba var; kimileri için olay, yirmi yıldan beri sürmektedir. Aşağılık bir ayırım sonucunda dünyaya gelemeyen kız çocuklardan söz etmek niyetinde değilim. Artık konu bu değil. Size endişelerimden açık biçimde söz edeceğim. Sorun, bu sözcüklerle ortaya konulacaktır. Yıllar boyu, kız peşine düşecek erkek sürülerini düşünüyorum. Yoksunluk – ve sadece cinsel yoksunluk değil – normal bir hayat kurmak, geleceği düşünmek yoksunluğu yüzünden. zincirinden boşanmış o kalabalığı düşünüyorum. Hiçbir şeyin tatmin edemeyeceği ve yatıştıramayacağı bu yaratıkların kin ve öfkesini tahmin edebiliyor musunuz? Hangi kurum buna diretebilir? Hangi yasa? Hangi düzen? Hangi değerler?
“Evet, hemen her yerde şiddet eylemleri oldu. Ama onlar, kudurmuşların şiddeti değildi. Yoksunluğu yaşamış, aileleri olan, erkek mirasçısına sahip olmanın kıvancını duyanların paniklemesiydi. Topluluklardın geleceğinden endişe duydukları için harekete geçen ama dramı kendileri yaşamadıkları için, insanlığın o güne kadar bilmediği bir belirsizliğe baş kaldırıyorlardı. Yarın, felaketi yaşamış kuşaklar gelecek, kadınsız erkeklerin, gelecekleri hadım edilmişlerin, kinin ve öfkenin kuşakları!
“Yakın-Doğu’nun büyük kentlerinden biri hakkında elimde gizli bir rapor var. Bugün onyedi yaşından küçük, bir buçuk milyon erkek, üçyüz binden az kız var.
Bir yıl, iki yıl, on yıl, yirmi yıl sonra bu kentin sokaklarının ne hale geleceğini düşünmeye bile cesaret edemiyorum. Ne denli uzağa baksam, sadece şiddet, gerileme, ve kargaşa görüyorum.
“Küçük, aşağılık hesaplar, eskimiş, geleneksel, kokuşmuş bilim yüzünden vatanımız olan Dünya ve ulusumuz olan insanlık, Tarih’in en karışık dönemini yaşamaktadır ve “Tanrı’nın gönderdiği afet” gibi bir mazerete sığınmayacaktır.
Henüz bunu önleyebiliriz miyiz? Sadece etkilerini hafifletmeye çalışırız. Bütün olanaklar harekete geçirilirse, tüm Kuzey ve Güney ülkeleri kinlerini ve anlaşmazlıklarını unutup, savaşa gider gibi seferberlik ilan ederlerse, önümüzdeki aylardan itibaren doğum dengesi yeniden sağlanabilirse, yıkıcı önyargılardan kurtulunabilirse büyük, yapıcı, geliştirici, insancıl bir eser yaratmak üzere bütün öneriler bir araya getirilirse, belki o zaman bizi taşıyan bu gemi batmaz. Fırtına gemiyi sarsar, zarar verir ama batmaktan kurtulunur.
Konuşmacı kürsüden ayrılırmış gibi bir adım attı sonra düşünceli bir biçimde geri gelerek tek bir sözcük söyledi: “Belki”
Basamaklardan indiğinde, bildiğim kadarıyla örgüt tarihinde görülmemiş bir etki yarattı. Bir süre, şaşırıp kalmış olan delegeler, birbiri ardından ayağa fırladı. Alkışsız, tezahüratsız. Sessiz bir saygı, ezici bir saygı ve Liev yerine geçip oturduktan ve hemen yanındakileri yerlerine oturttuktan sonra, diğerleri de kendilerini koltuklarına bırakıverdiler. Aniden rahatsız, aniden huzursuz olmuşlardı.
Emmanuel gözlerini uzun süre kapalı tutmuştu. Dünyanın ilgisinden kurtulmak istercesine. Solunda, Şebeke’nin Amerikalı üyesi Profesör Jim Cristobal oturuyordu. Sağındaki, Clarence’dan başkası değildi. Oturum yeniden başladığında, eğilip ihtiyarın kulağına fısıldamıştı:
—Buna zafer denir!
—Gerçekten de Zafer. Güçsüzlük ve Zafer.
Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Çeviri: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık