Çince’de yalnız kelimesinin karşılığı Tu’dur. Burada hoş bir tesadüf gizlidir. Tu kelimesi Çince’de bazen, yerleşik ilkelerin dışına çıkan, başıbozuk davranan kişiler için kullanıldığında bir tür zayıflık halini belirtir; ama aynı kelime, Taocu bilgeye ve ne yaptığını bilen bir kişi olarak sahip olduğu bağımsız davranma ve yalnız olma hakkına övgü mahiyetinde de kullanılır: “Ancak insanları ve ruhları iyi tanıyan kişi yalnızlığıyla başa çıkmayı başarabilir.”
“Yalnızlığa tahammül etmenin üçüncü yolu, hayatınıza bir doz saçmalık şırınga etmektir. İngiliz eksantrikler, yalnızlığı mizahla birleştirip bu karışımdan cesaret tedarik etmişlerdir. Ciddiyetin ne olduğu konusunda yanılgılı bir fikre sahip olan tarih kitapları ne yazık ki eksantrikleri yok sayma eğilimindedir, oysa bu kişisel, yalnızlık korkusunu tanımayan birer anıttır. John Stuart Mill’in düşüncesi, insanlığın kusursuz olmadığını bildiğimze göre kişilik çeşitlemelerine fırsat tanımamız ve bunları yaşama sanatına ilişkin deneyler olarak görmemiz gerektiğiydi; asıl hayıflandığı, insanların “neyin alışılagelmiş sayılacağını kendi eğilimlerine uygun düşecek şekilde belirlemeleri” değil, “alışılagelmiş olanın dışında bir eğilim sergilemeyi asla akıllarına getirmemeleri” idi.
Eksantriklerin ilk zaferi, tehlikeli olmaktan çok eğlenceli sayılmaları oldu. Bunun nedeni belki de, insanların ne düşüneceği konusunda endişelenmesi gerekmeyen, iktidar sahibi birtakım aristokratların eksantrikliği seçmiş olmasıydı. Bir diplomat olan on dördüncü Berners Baronu, eksantrikliği, bundan ürken kişilerle dalga geçmek için kullanırdı: Tren yolculuklarında kendisine özel bir kompartman ayırtır, kafasına siyah bir takke, gözlerine de koyu renk gözlük takıp geleni geçeni yanına davet ederdi. İçlerinden biri davete icabet edecek olursa, ortaya koca bir termometre çıkarıp her beş dakikada bir derin iç geçirmeler eşliğinde ateşini ölçerek misafirini çok geçmeden kaçırırdı. Özel hayatının gizliliğine manyaklık derecesinde düşkün olan Beşinci Portland Dükü yatak odasına doktorunu bile sokmazdı. Doktorun muayeneyi kapının dışında yapmasını ister, soru-cevap alışverişi ve ateşinin ölçülmesi bir uşak aracılığıyla gerçekleştirilirdi. Buna karşılık Dük şenlikli bir dünyanın hayalini kuruyor, özel hayatı başka bir şeye hazırlık olarak görüyordu. Evine, iki bin kişiyi alacak büyüklükte bir balo salonu, yirmi kişilik bir asansör ve yirmi bilardo masası içeren bir kitaplık yaptırmış, hiçbiri asla kullanılmayan bu bölümlerin yapımında on beş bin işçi çalıştırmıştı. Buna rağmen, ancak tanınmadığı sürece özgür olabileceğinde inandığından tebdil-i kıyafet dolaşmayı tercih ediyordu.
Glyndebourne’da resmi gece elbisesiyle girilebilen bir opera binası yaptıran John Christie, kendi elbisesinin altına eski lastik pabuçlar giyme alışkanlığındaydı. Müşterilerine misafir ağırlar gibi davranır, ama onları birbirlerine yanlış isimlerle takdim etmekten hoşlanırdı. Christie, ziyaretçilerin yanlarında getirdiği köpekler için bir kafeterya yaptırma fikrini gerçekleştiremeden öldü. Hayvanları insanın eşiti olarak görmek eksantriklikti – bu tutum, yalnızca türler arasındaki ilişkide değil, her türlü hiyerarşi ilişkisinde kartların karışmasına yol açabilirdi.
Kadınlar, fantezi ve adap kurallarını yıkarak giyinmeyi tiyatroya dönüştürmüş olmakla tarihteki en pervasız eksantrikler arasında yerlerini almıştır. Modacı Worth, eksantrikliği evrenselleştirme girişiminde bulunan kişi olarak hatırlanmayı hak eder. Onun kavrayışına göre moda her kadına başka kimseninkine benzemeyen, apayrı giysiler sunmayı vaat ediyordu. Worth başarılı olabilseydi, moda dediğimiz şey taklitçiliğe indirgenmemiş olsaydı, belki de yalnızlık bu sıklıkta korkuya dönüşmeyebilirdi.
Son bağışıklık türü, dünyanın uçsuz bucaksız, ürkütücü bir sahradan ibaret olmadığı, ayırt edilebilir bir tür düzen içerdiği ve ne kadar önemsiz olursa olsun bireyin, bu tutarlı bütünden yankılar taşıdığı düşüncesine dayanarak kazanılmıştır. Bir çeşit doğaüstü güce inanan insanlar, yalnızlıklarını, altında ezildikleri tüm dertlere rağmen içlerinde belli belirsiz bir ilahi kıvılcım taşıdıkları duygusuyla hafifletirler; bu kişilerin bağışıklık edinme yöntemi bundan ibarettir. Böyle bir inanç taşımayan kişi başkalarına yararlı olma duygusunu geliştirebilir ve kendisiyle başkaları arasında bir cömertlik bağı sezinliyebilir, ne gibi sırlar ve nasıl bir vahşet içerdiğini tam olarak çözemese de, daha kapsamlı bir bütünün parçası olduğuna işaret eden rasyonel ve duygusal bağlantıların ayırdına varabilir. Gelişme olarak adlandırdığımız şeylerin büyük bölümü, bu nedenle zulme uğramış olsalar bile, bir gerçeğe, ele geçirilmesi mümkün olmayan devasa bir bütünün küçücük bir parçasına vâkıf oldukları inancı sayesinde kendilerini bütünüyle yalnız hissetmekten kurtulmuş yalnız insanlar eliyle gerçekleşmiştir. Ama yalnızlık duygusunun bu yolla savuşturulması yalnızlığın her çeşidini ortadan kaldırmaz, tıpkı tek bir aşının insanı her türlü hastalıktan korumaya yetmemesi gibi.
İnsanların özel düşüncelerine gömülmeleri sık sık acayip sonuçlar doğurmuştur: Rus zoolog Meçnikof (1845-1916), yoğurt yiyerek olağanüstü uzun yaşanabileceğine inanıyordu ve gülünç derecede başarısız yöntemler kullanarak iki kez intihara teşebbüs etmişti; ama yine de, bağışıklık bilimini ayakları üzerinde doğrultarak yalnızlığın yepyeni bir perspektife oturtulmasını sağlamıştır. Bağışıklık sisteminin nasıl işlediğinin ortaya çıkarılması, her bireyin dışarıdaki düşmanca dünyaya karşı durmaksızın direnç oluşturduğunu ve her birinin bu hem bağımsız olarak hem de başkalarıyla uyum içinde yapması gerektiğini gösterdi. İnsan bedenleri birbirinin eşi olmadığı gibi, etraflarını saran mikroplar karşısındaki çaresizlikleri de aynı değildir. Tıp bilimleri her hastalık için bir suçlu bulup ona savaş açarak insanları hastalıklardan koruyamaz. İlgi odağı bu nedenle, hastalıkları fethetmek yerine bedenler arasındaki uyumluluk ve uyumsuzlukları, insan vücudunun kabul etme ve reddetme mekanizmaları arasındaki esnek sınırları anlamaya kaymıştır. Yaşamın bir bağışıklık sistemi tarafından yönetildiğini kabul etmek, her bireyin benzersiz olduğunu, başkalarında da bulunan, ama iki ayrı insanda tıpatıp aynı bileşimle ortaya çıkması hemen hemen imkânsız olan çok sayıda özelliğin bir bileşiminden oluştuğunu da kabul etmeyi gerektirir. Alerjilerin keşfi insanların duyarlılık bakımından birbirinden nasıl farklılaştığını göstermiş, kan gruplarının ortaya çıkarılması insanlığı ulus, din ve renklerinden bağımsız sınıflara ayırmış, stresin sağlık üzerindeki etkisinin anlaşılması bedenlerimizin vereceği tepkiyi bütünüyle öngörmenin imkânsızlığını açıkça ortaya koymuş ve AIDS, bağışıklık sisteminin kendini başkalarından ayırt etme çabasında başarısız olmasının nasıl ciddi sonuçlara yol açtığını gözler önüne sermiştir. Tıbbın insanları, katı kurallara şaşmaz biçimde itaat eden makineler olarak ele alması artık mümkün değildir. Tanrı’nın adı, Çeşitlilik Üreticisi olarak değişmiştir.
Bütün bu nedenlerle, hepimizin küçük dozlarda yabancı maddelere ihtiyaç duyduğunu, başkalarıyla yan yana yaşayabilmek için onların minicik bir parçasını özümsememiz gerektiğini bugün açıkça biliyoruz. İnsanın kendini başkalarından çekip koparması ya da düşmanlarını sonsuza kadar ortadan kaldırması mümkün değil. Başkalarına duyduğumuz merakı artık bir çeşit lüks ya da oyalanma biçimi olarak göremeyiz: Bu merak, insanın varoluşu açısından vazgeçilmez önemdedir.
Bu dört yöntemin hiçbiri yalnızlığa karşı garantili bir çözüm değildir. Bunlarla yaptığımız şey yalnızlığı ortadan kaldırmak değil, ona yönelik korkumuzu yatıştırmaktır ki bu, başkalarıyla karşılıklı saygı çerçevesinde ilişki kurabilmemiz için elzemdir.
Çince’de yalnız kelimesinin karşılığı Tu’dur. Burada hoş bir tesadüf gizlidir. Tu kelimesi Çince’de bazen, yerleşik ilkelerin dışına çıkan, başıbozuk davranan kişiler için kullanıldığında bir tür zayıflık halini belirtir; ama aynı kelime, Taocu bilgeye ve ne yaptığını bilen bir kişi olarak sahip olduğu bağımsız davranma ve yalnız olma hakkına övgü mahiyetinde de kullanılır: “Ancak insanları ve ruhları iyi tanıyan kişi yalnızlığıyla başa çıkmayı başarabilir.”
Böyle de olsa, düşüncelerimizi berraklaştırmak ve hayattaki yolumuzu seçebilmek için başkalarının teşvik edici etkisine muhtacız. İnsanı hayal kırıklığına saplanmaktan kurtaracak tek şey, insanlığın geçmiş deneyimine ilişkin bilgidir. Yalnız olma ve genellemelere uymama (ki genellemeler özgürlük için generallerden bile daha tehlikeli olabilir) hakkını elde etmiş; insanın, yalnızlığın acısıyla kıvranmaya mahkûm olduğu genellemesinden kendini kurtarmış olan kişi, yalnızlık denen şeyi tepe taklak edebilecek güçte demektir. Yalnızlığı baş aşağı çevirdiğinizde karşınızda bir macera bulursunuz. İnsanların maceralarında onlara eşlik edecek yol arkadaşlarını nasıl buldukları, sonraki bölümün ve daha birkaçının konusunu oluşturuyor.
Theodore Zeldin
İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı Yayınları, 2010 [1994], 4. basım, s. 74-7.