Bir bilmecedir içe doğan. Şarkı
Bile pek kaldıramaz perdesini. Zira
Nasıl başladıysan, öyle kalacaksın.
Dört Yunan elementinden –ateş, su, hava ve toprak– sadece üçü vardır Hölderlin şiirinde: Toprak eksiktir, bulanık ve yapışkan, bağlayan ve şekillendiren, biçimin ve sertliğin imgesi toprak yoktur onda. Onun şiiri ateş tarafından şekillendirilir, titreyerek havaya yükselir, yükselmenin, göğe tırmanmanın imgesidir ateş, hava kadar hafiftir, ebedi süzülmedir, bulutların geçip gitmesi ve uğuldayan rüzgârdır ve su gibi de berraktır, şeffaftır. Bütün renkler ışıldar onda, sürekli hareket halindedir, aralıksız olarak iner ve çıkar, yaratıcı ruhun ebedi nefesidir. Dizelerinin aşağıya inen kökleri yoktur, deneyime yapışıp kalmamışlardır, her zaman ağır ve verimli topraktan düşmanca kalkıp yükselirler: Hepsinde de vatansız, huzursuz bir şey vardır, bazen heyecanın tan kızıllığıyla yanan, bazen melankolinin gölgesini karartan gezgin bulutlar ve sık sık, toplanan bu kasvetli yoğunlukta çakan ateşleyici şimşekler ve kehanetin gök gürültüleri. Ama sürekli yukarı hareket ederler, eterin daha yüksek bölgelerine yöneliktirler; her zaman topraktan kopuk, duyusal temas için erişilmezdirler ve sadece duyguyla hissedilebilirler. “Şiirde ruhları eser.” der Hölderlin şairler için; işte bu esmede ve süzülmede müzik deneyimi ateşin dumanda çözülmesi gibi tamamen çözülür. Her şey yukarı yönlüdür: “Sıcaklık yoluyla yukarı tırmanır ruh”; maddenin yanması, buharlaşması, hal değiştirmesi yoluyla duygular da hal değiştirir. Şiir yazmak Hölderlin’deki anlamıyla her zaman katı, topraksı maddenin ruha dağılmasıdır, dünyanın hal değiştirip dünya ruhu haline gelmesidir, ama asla yoğunlaşması, toplaşması ve topraklaşması değildir. Goethe’nin şiiri, en ruhsal olanı bile hâlâ içinde bir töz barındırır, meyvemsidir, bütün duyularla hissedilebilirdir (Hölderlin şiiri ise uçucudur). Ne kadar başkalaşıp uçucu hale gelse de her zaman sıcak bir bedensellik kalıntısı da vardır Goethe’de, zamanın, hayat evresinin bir aroması, toprağın ve kaderin tuzlu tadı eksik değildir: Her zaman birey olarak Johann Wolfgang Goethe’nin bir bölümü ve onun dünyasının bir parçasıdır. Hölderlin şiiri bilinçli olarak bireysellikten arındırılmıştır; “Bireysellik onu kavrayan saflığa karşı çıkar.” der biraz muğlak, ama yine de açıkça. Bu madde eksikliği dolayısıyla onun şiiri özel bir durağanlığa sahiptir, kendi içinde dönerek değildir durması, bir uçak gibi sadece ileri atılarak havada kalır: İnsanı her zaman bir meleksilik duygusu sarar; o saf, beyaz, cinsiyetsiz, havada süzülen şey, o sadece rüya gibi bir dünya-üzerinde-uçuş, o kendi melodisinde çözülen kutsal ağırlıksızlık ve özgürlük. Goethe topraktan hareketle yazar, Hölderlin toprağın üzerinde uçar: Şiir onun için (Novalis’te olduğu gibi, Keats’te olduğu gibi ve bütün erken ölen o dehalarda olduğu gibi) ağırlığın aşılması, ifadenin tınıda dağılıp gitmesi, akışkan elemente geri dönmesidir.
Ama toprak, evrenin bu ağır, sert parçası, bu dördüncü element –daha önce de dediğim gibi– Hölderlin şiirinin uçucu bünyesinde yer almaz: Hölderlin için toprak her zaman kaçıp kurtulduğu aşağı, bayağı, düşman ruhlu bir şeydir, ona sürekli dünyevi olduğunu hatırlatan bir şey. Ama toprak da kutsal bir sanat gücü içerir sanatçı için, kullanmasını bilene sağlamlık, biçim, sıcaklık ve kuvvet getirir, tanrısal bereket getirir. Bütünüyle dünyevi maddenin nesnelliğinden hareketle ve aynı zihinsel tutkuyla yaratan Baudelaire bu bağlamda belki de Hölderlin’in tam şiirsel karşı kutbunu oluşturur. Tamamen sıkıştırmadan meydana gelen şiirleri (diğerininki çözülmeden meydana gelirken) zihnin yarattığı biçimler olarak sonsuzluk karşısında Hölderlin’inkiler kadar dayanıklıdırlar, onların kristalize halleri ve kuvvetleri Hölderlin’in beyaz şeffaflığı ve süzülüşünden daha az saf değildir; o ikisi yeryüzü ile gökyüzü gibi, mermer ile bulut gibi karşı karşıya, alın alınadırlar. Ama her ikisinde de hayatın maddesel ya da müziksel biçime yükseltilişi ve dönüştürülüşü eksiksizdir: Aralarında, bağlanmanın ve çözülmenin sonsuz çeşitlemeleri içinde akan şey harika bir geçiştir. Ama bunlar sınırlardır, yoğunlaşmanın en aşırısı, çözülmenin en aşırısıdırlar. Hölderlin şiirinde bu somut olanın erimişliği ya da kendi Schillervari ifadesiyle: “rastlantısallığın reddi”, nesnelliğin öyle eksiksiz, öyle artıksız yok edilişidir ki, şiirlerin başlıkları çoğunlukla neredeyse tamamen boş ya da tesadüfen dizelerin üzerine tutturulmuş gibidir. Bir deneme okuması için Ren, Main ve Neckar nehirlerinin isimlerini taşıyan üç od ele alınabilir ve burada da görülecektir ki manzara betimlemeleri bile tamamen kişisellikten arındırılmıştır: Neckar, rüyasında Adriyatik denizine doğru ilerler, Main kıyılarında Yunan tapınakları yükselir. Kendi yaşamı sembole dönüşerek tamamen çözülür, Susanne Gontard soyutlaşarak Diotima’nın belirsiz portresine dönüşür, Alman ülkesi mistik bir Germanya haline gelir, olaylar rüya, dünya mitos olur: Şiirsel yakma sürecinden geriye ne somutluğun izi, ne kaderinin bir kalıntısı kalır. Hölderlin’de deneyim (Goethe’deki gibi) şiire dönüşmez, tersine, şiirde buharlaşır, kaybolur gider, tamamen, hatta geride bir iz bile bırakmadan çözülerek bulut ve melodi haline gelir. Hölderlin hayatı şiire dönüştürmez, tersine hayattan şiire kaçar, varoluşunun daha yüksek, daha hakiki gerçekliği olarak.
Ama bu toprak gücü eksikliği, elle tutulabilirlik, plastik şekil eksikliği Hölderlin şiirinin sadece objektifliğini, nesnelliğini yok etmez: Onun aracı, yani dili de artık topraksı, meyvemsi, lezzetli, renk ve ağırlıkla yüklü bir töz barındırmaz, tersine tamamen şeffaf, bulutsu, yumuşak bir maddeden oluşur. “Dil büyük bir berekettir.” diye söyletir Hyperion’a, ama bu sadece bir özlemdir; zira Hölderlin’in kelime haznesi kesinlikle zengin değildir, çünkü kovasını nehirden doldurmaktan kaçınır, sadece saf kaynaklara yönelir, tutumlu ve titiz bir şekilde tek tek seçer sözcüklerini. Onun şiirsel dil varlığı belki Schiller’in onda biri, Goethe’nin etimolojik kelime haznesinin olsa olsa yüzde biri kadardır; çünkü Goethe halk ağzına ve pazarcı diline kati, ama asla kuralcı olmayan bir elle uzanır, onu yerleşik kalıplarından arındırır ve yeniler. Hölderlin’in sözcük kaynağının, her ne kadar anlatılmaz derecede saf ve süzülmüş olsa da, çağlayan bir yanı yoktur; çeşitliliği, nüansları yoktur.
Kendisi de bu keyfi sınırlandırmanın ve duyusal olandan vazgeçiş tehlikesinin tümüyle bilincindedir. “Benim eksikliğim güçten çok hafiflikte, fikirlerden çok nüanslarda, bir ana tondan çok çeşitli şekillerde düzenlenmiş tonlarda, ışıktan çok gölgelerdedir ve bütün bunlar tek bir nedenden ötürüdür: Gerçek hayattaki bayağılıktan ve sıradanlıktan fazlasıyla çekiniyorum.” Karışık dünyanın bolluğundan bir tutam alıp kendi kutsal bölgesine katmaktansa fakir kalmayı, dili belli bir çerçevede bırakmayı tercih eder. “Her tür süsten uzak, neredeyse her birinin kendi başına bir bütün olduğu büyük, yüksek tonları ahenk içinde değiştire değiştire ilerlemek”, lirik dili dünyevileştirmekten çok daha önemlidir: Çünkü onun anladığı anlamda şiir dünyevi bir bakış değil, tanrısal bir seziş olmalıdır. Tamamen saf olmayan şiirdense monoton olma tehlikesini göze almayı yeğler; sözün saflığı onun için zenginlikten daha yücedir. Bu yüzden “tanrısal”, “ilahi”, “kutsal”, “ebedi”, “kutlu” sıfatlarını (ustaca çeşitlemelerle) aralıksız tekrar eder durur; aynı şekilde yalnızca antikite tarafından kutsanmış, asilleştirilmiş sözcükleri alır şiirine ve geri kalanları, giysisine zamanın nefesi bulaşmış olanları, kalabalık halkın vücut sıcaklığıyla ısınmış ve çok kullanılmaktan incelmiş olanları iter. Rahiplerin sadece tek renkli beyaz elbise giymeleri gibi süssüz-törensel bir dil elbisesiyle dolaşır Hölderlin şiiri ve bu da onu diğer şairlerin kibirli, kolaycı, eğlendirici şiirinden belirgin şekilde ayırır. Bilinçli olarak bulutlu sözcükleri yoruma açık, etrafına tütsü dumanı gibi kutsal, törensel bir koku, arındırıcı rayihalar saçan sözcükleri seçer. Çekirdeği olan, elle tutulur, biçimlendirici, plastik, duyusal unsurlar bu esen sözcük dağarcığında kesinlikle bulunmaz: Hölderlin sözcükleri çekim gücüne, renk gücüne göre, yani görselleştirme aracı olarak değil, her zaman uçuş gücüne, salınım gücüne göre, duyusallıktan arındırmanın taşıyıcısı olarak, alttaki dünyadan üsttekine, esrimenin “tanrısal” dünyasına götüren taşıyıcı olarak seçer. Bütün bu geçici sıfatlar, “kutlu”, “ilahi”, “kutsal”, meleksi, cinsiyetsiz diye nitelendirmek istediğim sözcükler boş bir tuval gibi, bir ayna gibi renksizdirler: Ama aynı zamanda bir yelken gibidirler de, ritmin rüzgârıyla, heyecanın nefesiyle şişip dalga dalga, harika bir şekilde kabarırlar ve yukarı doğru yükselirler. Hölderlin’in bütün gücü, onun bütün gücü (daha önce de söylemiştim) sadece heyecanının kaldırma gücünden gelir: Bu güç bütün şeyleri, yani sözcükleri bile başka bir bölgeye taşır; orada bizim baskılı, kasvetli, boğucu dünyamızdakinden farklı, özel bir ağırlık kazanırlar, orada “hoş sesler bulutundan” başka bir şey değillerdir artık. Orada “esen şarkı içinde” o boş, renksiz sözcükler yeni bir ışık kazanırlar, eter içinde rahipler gibi süzülürler ve gizli bir anlamı gizemli bir şekilde mırıldanırlar. Yorumlanabilirlik, yüksek sezgi onun en sevdiği büyüdür, açıklık değil. Onun şiiri hiçbir zaman görüntülü olmak istemez, bilakis tamamen ışıklı olmak ister (bu yüzden biçimli gölge yansıtmaz), yeryüzünün bir gerçeğini betimleyerek göstermek istemez, bilakis duyusal olmayan bir şeyi, zihinsel duygularla sezerek gökyüzüne taşımak ister. Bu nedenle bütün Hölderlin şiirinin can alıcı unsuru yukarıya doğru bir akımdır; bir keresinde trajik bir od’unda dediği gibi, “en yüksek ateş içinde” başlar şiir, “saf zihin, saf içtenlik kendi sınırlarını aşmıştır” onda: İlahilerinin ilk dizeleri her zaman kısa, birdenbire, bir atışın ani hızıyla başlar, dizenin sözcüğü her zaman varoluşun düzyazısından önce yola çıkmalıdır; kendi salınımına başlayabilmek için. Goe-the’de şiirsel düzyazıdan (özellikle gençlik mektuplarında) kesinlikle ani geçişler hissedilmez, dizeye, şiire bir ara geçiş yoktur: Adeta amfibik olarak her iki dünyada birden yaşar; düzyazıda ve şiirde, ette ve zihinde. Buna karşın Hölderlin konuşmada yavaştır, mektuplarındaki ve denemelerindeki düzyazıları felsefi formüller arasında tökezler durur, kendisindeki doğal konuşmanın tanrısal hafifliğiyle karşılaştırıldığında düzyazıda beceriksizdir: Baudelaire’in o ünlü “Albatros” şiirindeki gibi, bulutlar arasında mutlu mesut süzülür ve dinlenirken yeryüzünde ancak beceriksizce sendeleyebilir. Ama Hölderlin bir de heyecana daldı mı, o zaman ritm ateşli bir nefes gibi çıkar dudaklarından, sanatsal sınırlar içinde zor sentakslar harika bir şekilde örülür, en göz alıcı karşıtlıklar parlak, büyüleyici bir rahatlıkla karşı karşıya getirilirler: En ince madde kadar şeffaf, bir sineğin camsı kanatları gibi, “esen şarkı” melodili, ışık saçan kanatlarıyla eteri ve onun sonsuz maviliğini hissettirir. Diğer şairlerde ender rastlanan bir şey, yüksek halin sürekliliği, melodik akışın asla kesintiye uğramaması Hölderlin için en doğal şeydir: “Empedokles”’te, “Hyperion”da ritim asla tıkanmaz, bir dizede bile bir an için yeryüzüne düşmez. Esrimeye tutulmuş şey için artık düzyazılaşma yoktur: Hayatın düzyazısıyla karşılaştırıldığında şiirde yabancı bir dilde konuşur ve yüksek sözcükleri asla düşük sözcüklerle karıştırmaz. Lirizm ve esriklik, yücelme anlarında varlığını ağzına kadar doldurur, bir zamanlar harika bir şekilde dediği gibi, “yukarıya düşme”nin sarhoşluğu içinde, kendi hakikatini aşıp çok uzaklara ulaşır. Edebiyatın zihinden daha güçlüğü olduğunu, şiirin dünyevi dilden daha doğal olduğunu ilerde kaderi ona sarsıcı bir sembolle gösterecektir, zira ruh hastası olduğunda, Hölderlin bayağı, dünyevi konuşma ve diyalog yetisini yitirir, ama son anına kadar titreyen dudaklarından ritmik melodiler akar durur.
Bu olağanüstülük, bütün düzyazısallıktan bu mutlak kurtulmuşluk, eterin içindeki bu serbest yüzüş Hölderlin’e en başından itibaren verilmiş değildir: Şiirinin gücü ve güzelliği, şeytan, içindeki o en temel güç, bilincini kenara ittiği oranda büyümüştür. Hölderlin’in şiirsel başlangıcı pek dikkate değer değildir ve her şeyden önce de özgünlükten tamamen yoksundur: İçindeki lavın üzerinde kuruyan kabuk henüz patlamamıştır çünkü. Başlangıçta tamamen taklitçidir, intihalcidir, hatta makul ölçülerin çok ötesinde kopyacıdır, zira Klopstock’un bu genç öğrencisi sadece dize biçimlerini ve zihinsel içeriğini değil, bilakis bütün bir dizeyi ya da kıtayı hiç düşünmeden kendi şiir defterine aktarıverir. Ama kısa bir süre sonra Tübingen Vakfı’ndaki Schiller etkisi gelir; kendisine “kopmaz bağlarla bağlı olduğu” bu şair tarafından bir anda kendi düşünce dünyasına, kendi klasik atmosferine, kurallı kafiye biçimine, kendi öbekleme salınımlarına çekiliverir. Bard tarzı odlardan hızlıca hoş tınılı, iyi işlenmiş, mitolojik göndermelerle dolu, geniş akan ve tınlayan Schiller ilahilerine geçilir: Artık burada taklit orijinale yetişmekle kalmaz, ustanın ilksel biçimlerinin ötesine geçer (bana en azından Hölderlin’in “Doğaya” şiiri Schiller’in en güzel şiirinden daha güzel geliyor). Ama yavaş yavaş, bu tamamen şematik yapılarda bile bir ağıt havası kendini belli etmeye başlar, bu da Hölderlin’in en kişisel, en temel melodisidir: Daha yükseğe, ideale sıçramak için sadece bu ses tonunu güçlendirmesi, antik biçimi terk etmesi ve onun yerine özgür, çıplak, kafiyelerle kendini sınırlamayan hakiki antikiteyi seçmesi yetecektir; işte o zaman Hölderlin şiiri, “esen şarkı”, saf ritim gerçek anlamda doğacaktır. Bu ilk kendine geçiş evresinde hâlâ belli bir düşünsel mimari göze çarpmaktadır, Schiller’in sistematik ve rahat salınımlı şiir biçimine farkında olmadan henüz sadık kalmakla beraber, adeta o uçan aletin ana iskeletini, kafiyesiz ve ölçüsüz havada süzülebilen şiirin o içsel sağlamlığını hâlâ aramaktadır: O dönemin şiirleri yakından incelendiğinde hepsinde (birçoklarının fark ettiği, ama en iyi çözümlemesini Viëtor’un yaptığı) donuk bir üçlü şema vardır; önce yükselir, sonra alçalır ve ardından süzülür, tez, antitez ve sentez üçlemesinin ahenkli biçimidir bu. Düzinelerce şiirde, sonunda güzel ve ahenkli bir kıyıda son bulan bu “gel-git” şemasını bulmak mümkündür: Ama Hölderlin şiirinin uçuş mucizesinde teknik aparatın son izi hâlâ fark edilebilir durumdadır.
Ama dışarıdan aldığı bu son yılan derisini de, sistematik olanın, Schiller tarzı yapının bu son kalıntısını da nihayet üstünden atar. O harika kuralsızlığı, hakiki şiirin ritimdeki o başına buyruk akışını fark eder ve Bettinen’in verdiği haberler her zaman pek güvenilir olmasa da o hikâyede ona kendi hakiki sözlerini söyletir. “Zihin sadece heyecanla ortaya çıkar, ritim sadece ve sadece zihni canlı olana boyun eğer. Kim tanrısal anlamda şiir için yaratılmışsa o en yüksek zihni kuralsız olarak tanımak zorundadır ve kuralı ona feda etmek zorundadır: Ben nasıl istersem değil, sen nasıl istersen.” Şiirde rasyonalizmden, akıldan ilk defa kendini kurtarıp özgürleşir Hölderlin ve ilksel gücün baskınına uğrar. Kendini kuraldan kurtarıp ritme teslim edince şeytansı taşkınlık şiddetle, ritimle ortaya çıkar. İçindeki gerçek müzik, gerçek ritim varlığının derinliklerinden, dilinden ancak şimdi fışkırmaya başlamıştır, “Her şey ritimdir, insanların bütün kaderi ilahi bir ritimdir, tıpkı her sanat eserinin sadece bir ritim olması gibi.” dediği bu kaotik, vahşi ve yine de kendine özgü kuvvet yeni yeni doğmaktadır. Şiirsel mimarinin her türlü kurallılığı ortadan kaybolmuştur, sadece kendi melodisine göre, orfik olarak konuşur Hölderlin şiiri: Bütün Alman şiirinde Hölderlin’inkiler kadar ritme dayalı, renklerin ve biçimlerin tamamen şeffaf, geçirgen ve bulut kadar hafif olduğu bir başka şiir neredeyse yoktur; Hölderlin şiiri tözsel, maddesel değildir artık, artık Schiller tarzı çekiçle dövülmüş, zımbalanmış, kaynak yapılmış sanatsal yapı yoktur, tersine, kuş kadar hafif, meleksi, bulutsuz ve kesinlikle benzersiz bir doğa unsuru bütün duyuları aşıp yukarıda bir yerde melodik olarak salınır. Hölderlin’in ritmi Keats’inki gibi, bazen de Verlain’inki gibi bizim dünyamızdan değil de evrenden geliyor gibidir, onun kendine has özelliği sadece hissedilebilirdir ve mucizesi de havada süzülmektir. Bu yüzden bütün şiirlerinde yalıtılabilecek, aktarılabilecek, elle tutulabilecek çok az maddesel şey vardır: Schiller’in bütün şiirleri dize dize, Goe-the’nin şiirlerinin ise büyük bir kısmı özü itibariyle yabancı dillere çevrilebilirken, Hölderlin’in şiiri başka herhangi bir dilin toprağına taşınmayı reddeder, çünkü o Alman dili içinde bile duyusal ifadenin ötesinde bir yerde dile gelir. Onun son sırrı büyü olarak kalır, yeniden oluşturulamaz ve dilde meydana gelen tek seferlik bir olay olarak varlığını sürdürür.
Bu Hölderlin ritmi örneğin (geniş akımlı, salınımlı sözcük seçimi açısından onunkine benzese de) Walt Whitman’ınki gibi sağlam, istikrarlı değildir. Whitman daha en başında kendi öz eylemini, kendi şiirsel dil biçimini bulmuştu: Artık onun içinde bütün eserleri boyunca ritmik bir nefes gücüyle konuşuyordu, on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca. Buna karşın Hölderlin’de konuşmanın ritmi mütemadiyen değişir, güçlenir, genişler, sürekli daha akıcı, daha baş döndürücü, daha başına buyruk, daha atak, daha karışık, daha temel ve daha fırtınalı hale gelir. Bir kaynak gibi başlar, zarif, tınılı, gezinen bir melodi olarak ve soluk soluğa, bir şelale gibi olağanüstü bir biçimde köpürerek sona erer. Ritmin bu özgürleşmesi, egemen ve kendi kendisinin efendisi haline gelmesi, coşması ve patlaması gizemli bir şekilde (tıpkı Nietzsche’de olduğu gibi) içsel bir kendini yıkımla, bir akıl karışıklığıyla bir arada ilerler. Zihindeki mantıksal bağlar gevşediği oranda özgürleşir bu ritim: En sonunda şair güçlü bir şekilde kendi içinden yükselen bu kabarmaya daha fazla set çekemez ve onun baskınına uğrar, kendi kendisinin cesedi olarak şiirin bu bendinden kurtulmuş ritmine kapılır gider. Ritmin özgürlüğe doğru bu gelişimi, bu kendini koparması, kendi başına buyruk olması (zihinsel bağlar ve düzen pahasına) Hölderlin şiirinde oldukça yavaş ilerler: Önce kafiyeyi, ayağında şangırdayan prangaları atmıştır, ardından geniş geniş nefes alan o göğse fazla dar gelen ölçü elbisesini; böylece şiir kendi bedensel güzelliğini antik bir çıplaklıkta yaşar ve bir Yunan koşucusu gibi sonsuzluğa doğru koşar. Bütün bağlayıcı biçimler ilham perisine giderek dar, bütün derinlikler sığ, bütün sözcükler fazla donuk, bütün ritimler ağır aksak gelmeye başlar; lirik yapının en temel klasik düzeni giderek şişer ve sonunda patlar, düşünceler imgelerden giderek daha karanlık, daha güçlü, daha fırtınalı fışkırmaya başlar, aynı zamanda ritim de giderek daha derin ve daha eksiksiz hale gelir; şiirler şarkıya dönüşür, ilahi sesleniş, peygamberce görüş, kahramanca manifesto olur. Dünyanın mitoslaştırılması başlamıştır Hölderlin için, bütün varoluşun bir evren şiiri haline gelmesi başlamıştır. Avrupa, Asya, Germanya, zihnin bu rüya ülkeleri bulutlar gibi gerçekdışı bir uzaklıktan belirmeye başlamışlardır, büyülü bağlantılar şaşırtıcı emprovizasyonlarla yakınla uzağı, rüyayla yaşantıyı kardeş yapmaktadır. Novalis’in şairin son çözülmesi hakkındaki, “Dünya rüyaya dönüşüyor, rüya dünyaya.” sözü şimdi Hölderlin için gerçekleşir. Kişisel bölge artık aşılmıştır. “Aşk şarkıları yorgun uçuşlardır,” diye yazıyor o günlerde, “anavatan şarkılarının yüksek ve saf çekicilikleri ise farklıdır.” Böylece taşan duyumsamalardan yeni bir volkanik pathos doğar. Mistik olana hücum başlar: Zaman ve mekân mor karanlığa gömülmüştür, akıl tümüyle esine kurban edilmiştir, bunlar artık şiir değildir, “şiirsel dua”dır ve şimşeklerle aydınlanmış, belirsiz sislerle çevrelenmişlerdir: Başlamakta olan bu yeni Hölderlin’de gençlik heyecanı şeytani sarhoşluğa, kutsal bir çılgınlığa dönüşmüştür. Bu büyük şiirlerde tuhaf, yolu izi belirsiz bir şey vardır: Dümensiz bir şekilde sonsuz bir denize doğru giderler, temel unsurdan, öteki tarafın sesinden başka kimseye itaat etmezler, her biri birer “bâteau ivre”dir (sarhoş gemidir), kırık küreklerle, şarkı söyleyerek, akıntıyla birlikte sürüklenirler. En sonunda Hölderlin’in ritmi kopacak kadar gerilir, dil anlamsızlaşacak kadar yoğunlaşır ve yüklenir, sonunda sadece “Dodona koruluğunun peygamberce melodileri” kalır; ritim fikri ele geçirir, “Şarap Tanrısı gibi ilahi bir çılgınlık ve kuralsızlık” içindedir. Şair ve şiir, her ikisi de aşırılıkta güçlerini sonuna kadar harcayarak sonsuzlukta eriyip giderler. Hölderlin’in ruhu iz bırakmadan dağılır, şiirde esip gider ve şiirin ruhu da kaotik bir karanlıkta söner. Bütün dünyevi şeyler, bütün kişisel şeyler, bütün biçimler bu eksiksiz kendini yok ediş içinde tüketilir: Son sözleri tamamen varlıksız, tamamen orfik bir müzik halinde etere doğru, vatana doğru eserek geri döner.
Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar