Robinson Crusoe Üzerine – Virginia Woolf

Bu klasik esere yaklaşmanın pek çok yolu vardır, ancak hangisini seçmeliyiz? Sidney Zutphen’de vefat edip Arcadia’yı yarım bıraktığından beri İngiliz yaşamının büyük değişimler geçirdiğini ve romanın da kendi yolunu seçtiğini ya da seçmeye zorlandığını, söylemekle mi başlamalıyız işe? Okuyabilen ve yalnızca prensler ile prenseslerin aşkını değil, kendileri ve kendi sıkıcı hayatlarının ayrıntıları hakkında bir şeyler okumak isteyen bir orta sınıf meydana geldi. Binlerce kaleme yayılmış olan düzyazı bu talebe karşılık verdi; şiirden ziyade hayatın gerçeklerini anlatmaya adapte etti kendisini. İşte bu kesinlikle Robinson Crusoe’a yaklaşmanın bir yoludur; yani romanın gelişiminden yola çıkarak yaklaşmak; ancak başka bir yol da derhal kendisini gösteriverir: Bu da yazarın hayatından yola çıkarak yaklaşmaktır. Burada, biyografinin bu cennetten köşesi otlaklarda kitabın kendisini baştan sona okumak için gerekli olandan çok daha fazla saat harcayabiliriz.

Evvela Defoe’nun doğum tarihi şüphelidir. 1660 mıydı yoksa 1661 mi? Sonra yine; ismini tek bir sözcük olarak mı yazıyordu yoksa iki mi? Ataları kimdi? Defoe’nun çorap satıcısı olduğu söyleniyordu; ama on yedinci yüzyılda çorap satıcısı neydi ki? Sonra kitapçıklar yazmaya başladı ve III. Wilham’ın güveninin keyfini çıkardı; yazdığı kitapçıklardan biri yüzünden herkesin içinde teşhir edilip Newgate’de hapse atıldı; önce Harley daha sonra da Godolphin tarafından işe alındı; ücretle çalıştırılan ilk gazeteciydi; sayısız kitapçık ve makale, üstüne üstlük Moll Flanders ve Robinson Crusoe’yu yazdı; bir karısı, altı çocuğu vardı; ince bir vücudu, kanca gibi burnu, sivri çenesi, gri gözleri, ağzının kenarında kocaman bir beni vardı. İngiliz edebiyatına şöyle böyle aşina olmuş hiç kimseye, romanın gelişiminin izi sürülürken ve romancıların çeneleri incelenirken kaç saatin harcanabileceğini, kaç hayatın harcandığını söylemeye hacet yoktur. Yalnızca arada sırada, teoriden biyografiye biyografiden de teoriye dönerken, bir şüphe çaktırmadan yanaşıverir yanımıza Defoe’nun kesin doğum tarihini, kimi neden sevdiğini bilseydik, İngiliz romanının (farz edelim ki) Mısır’da doğuşundan (belki de) Paraguay’ın yabani topraklarında çürüyüşüne değin kökenini, yükselişini, gelişimini, gerileyişini ve düşüşünü ezbere biliyor olsaydık, Robinson Crusoe’yu okurken bir parçacık daha fazla zevk alabilir ya da onu birazcık daha akıllıca okuyabilir miydik?

Çünkü kitabın kendisi orada durmaktadır. Kitaplara yaklaşırken ne kadar dolansak da, kımıl kımıl kımıldasak da, oyalansak da, kıvırsak da nihayetinde bizi yalnız bir savaş beklemektedir. Daha ileri anlaşmaların söz konusu olabilmesi için, yazar ile okuyucu arasında halledilmesi gereken bir anlaşma vardır. Ve Defoe’nun vakti zamanında çorap sattığının, saçlarının kahverengi olduğunun ve direğin önünde halka teşhir edildiğinin bu özel görüşmenin tam ortasında hatırlatılması dikkat dağıtıcı, üzüntü vericidir. İlk görevimiz; ki genellikle pek çetin bir görevdir bu, yazarın bakış açısını iyice bellemektir. Romancının dünyasını nasıl idare ettiğini öğrendiğimiz vakte kadar, o dünyanın eleştirmenlerin bize dayattığı motifleri; yazarın, biyografların dikkat çektiği maceraları hiçbir şekilde kullanamayacağımız lüzumsuz varlıklardır. Kimsenin yardımı olmadan yazarın omuzlarına tırmanmalı ve onun gözlerinden bakmalıyız; ta ki romancıların bakmasının kaçınılmaz olduğu o büyük, yaygın nesneleri nasıl dizdiğini bizler de anlayıncaya kadar: insan ve insanlar; arkalarında Doğa; üstlerinde de kısa ve öz bir şekilde Tanrı diye adlandırabileceğimiz güç. Ve kafa karışıklığı, yanlış hükümler ve meşakkat bir çırpıda başlayıverir. Bizim gözümüze basit görünebilen bu nesneler, romancının onları birbirine bağlama stiline göre korkunç ve aynı zamanda tanınmaz bir hale dönüşebilir. Dip dibe yaşayan ve aynı havayı soluyan insanların orantı anlayışlarının devasa ölçüde değişkenlik gösterebileceği doğru gelebilir; birine göre insan engin, ağaç miniciktir; diğerine göre ağaçlar kocaman, insanlar ise arka plandaki önemsiz, küçük nesnelerdir. Böylelikle ders kitaplarına rağmen, yazarlar aynı dönemde yaşayıp hiçbir şeyi aynı büyüklükte görmüyor olabilirler. Sözgelimi devasa hale gelen ağaçları ve ölçeğe sığdırılan insanları ile işte Scott; diyaloglarındaki kıvraklığı tamamlamak için çay fincanlarındaki gülleri seçen Jane Austen; öte yandan yeryüzü ve gökyüzü üzerine görüntüleri çarpıtan, içinde bir çay fincanının Vezüv yanardağı ya da Vezüv yanardağının çay fincanı gibi yansıyabileceği fantastik bir ayna tutan Peacock. Ne var ki Scott,Jane Austen ve Peacock aynı yıllarda yaşadılar; aynı dünyayı gördüler; ders kitaplarında edebiyat tarihinin aynı alanında incelendiler. Farkları bakış açılarından kaynaklanıyor. O halde bunu tam manasıyla kavrayabilmek bize bahşedilseydi, savaş bizim galibiyetimizle biterdi. Ve güvenli bir samimiyet içinde, eleştirmenlerin ve biyografların bu denli cömertçe bize sunduğu çeşitli lezzetlerin tadını çıkarmaya başlayabilirdik.

Ancak burada birçok zorluk baş gösteriyor. Çünkü bizim de kendimize ait bir dünya görüşümüz var; bu dünya görüşünü kendi tecrübe ve önyargılarımızla şekillendirdik, bu sebepten ötürü de bizim kibrimiz ve sevgimizle bağlanmış durumda. Şayet türlü dalaverelerle mahrem ahengimiz bozulursa, yaralanmış ve hakarete uğramış hissetmemek elde değil. Bu yüzden Adsız Sansız bir Jude ya da Proust’un yeni baskısı piyasaya çıktığında, gazeteler itirazlarla dolar taşar. Şayet hayat Hardy’nin çizdiği gibi olsaydı, Cheltenhamlı Major Gibbs kafasına hemen yarın bir kurşun sıkıverirdi; Hampsteadli Bayan Wiggs Proust’un sanatının muhteşem olmasına rağmen, şükürler olsun ki gerçek hayatın sapık Fransız’ın çarpıklıklarıyla uzaktan yakından alakası olmadığını söyleyerek itiraz etmelidir. Hem beyefendi hem de hanımefendi romancının bakış açısını kontrol etmeye çalışır ki, kendilerininkine benzesin ve onu güçlendirsin. Ancak büyük yazar. Hardy ya da Proustözel mülkün haklarını dikkate almadan kendi yolunda yürüyüp gider; kaosun içinden alnının teriyle bir düzen çıkarır; şurada ağacını, burada insanını yetiştirir; tanrı figürünü istediği gibi uzak ya da yakın kılar. Başyapıtlarda yani görüşün açık olduğu, düzenin sağlandığı kitaplarda yazar kendi bakış açısını bizim üzerimize öyle ağır bir şekilde yükler ki sıklıkla acılara gark oluruzgururumuz kırılır çünkü kendi düzenimiz bozulmuştur; korkarız çünkü bütün o eski destek üzerimizden çekilmektedir ve sıkılırız da yepyeni bir fikirden nasıl bir zevk ya da keyif alınabilir ki? Fakat öfkeden, korkudan ve sıkıntıdan, ender görülen ve uzun ömürlü bir keyif doğar zaman zaman.

Robinson Crusoe, bu durumun tipik bir örneği olabilir. Bu eser bir başyapıttır; bunun en büyük nedeni de Defoe’nun kitap boyunca kendi bakış açısına sadık kalmış olmasıdır. İşte bu yüzden her fırsatta bizi hor görüp, köstekler. Kendi önyargılarımızla mukayese ederek, konusuna geniş bir açıdan şöyle bir göz atalım. Bildiğimiz üzere bu pek çok tehlike ve maceradan sonra ıssız bir adaya düşen bir adamın hikayesidir. Salt düşüncesi bile tehlike, yalnızlık ve ıssız bir ada içimizde bu dünyanın içindeki uzak bir bölgenin, doğan ve batan güneşin, kendi türünden soyutlanmış, toplumun tabiatı ve insanların garip davranışları üzerine uzun uzun düşünen bir adamın beklentisini oluşturmaya yeter de artar. Kitabı açmadan önce, bize vermesini beklediğimiz keyfi kabataslak hesaplamışızdır belki de. Okuruz ve her bir sayfada kaba bir şekilde haksız çıkarılırız. Ne gün doğumu vardır, ne de gün batımı; ne yalnızlık vardır ne de ruh. Aksine, suratımıza bakan şey kocaman toprak bir çömlekten başka bir şey değildir. Yani, tarihin 1 Eylül 1651 olduğu söylenir bize; kahramanın adının Robinson Crusoe olduğu ve babasının da gut hastası olduğu söylenir. O halde besbelli tavrımızı değiştirmemiz gerekir. Gerçeklik, hakikat ve esaslılık peşinden gelen her şeyi yönetir. Alelacele bütün oran anlayışımızı değiştirmeliyiz; Tabiat muhteşem morlarını çepeçevre sarmalıdır; o kuraklığı ve suyu bahşeden tek varlıktır; insan mücadele eden, canını koruyan bir hayvana indirgenmelidir; Tanrı ise ufuk çizgisinin birazcık ötesindeki katı ve sert koltuğunun üzerinde oturan bir sulh hakimine indirgenir. Bakış açısının bu başlıca noktaları Tanrı, İnsan, Tabiat hakkında bilgi edinme arayışındaki her çıkış yolumuz acımasız sağduyu tarafından küçük görülür. Robinson Crusoe Tanrı hakkında düşünür: “Bazen kendi kendime sitem ederdim neden ilahi takdir yarattıklarını tamamen mahvetmek zorunda ki… Ancak bu düşünceleri gözden geçirmem için bir şey çabucak üzerime geliverirdi daima.” Tanrı diye bir şey yok. Tabiatı düşünür, “çiçeklerle, çimenlerle bezenmiş, pek nadide ağaçlarla dolu” toprakları. Gelgelelim bir ağaçla ilgili önemli olan bir şey vardır, o da ağacın evcilleştirilebilen ve konuşmanın öğretilebildiği bir yığın papağanı barındırmasıdır. Tabiat diye bir şey yok. İntihar eden ölüyü düşünür. Ölülerin bir an evvel gömülmesi çok önemlidir çünkü “güneşin altında öylece yatmaları pek nahoş olur”. Ölüm diye bir şey yok. Toprak bir çömlek dışında hiçbir şey yok. Nihayetinde demek ki kendi önyargılarımızı bir kenara bırakıp bizzat Defoe’nun bize vermeyi istediklerini kabul etmekten başka çaremiz yok.

O halde başladığımız noktaya dönüp bir kez daha tekrarlayalım; “1632 senesinde York kentinde iyi bir ailede dünyaya geldim.” Bundan daha sade, daha gerçekçi bir başlangıç olamaz. Bilinçli olarak mazbut, çalışkan orta sınıf yaşamının bütün nimetleri üzerine düşünmeye itiliriz. Orta sınıf bir İngiliz ailede doğmaktan daha büyük bir servet olamayacağı konusunda temin ediliriz. Zenginler acınacak haldedir, keza yoksullar da; iki kesim de gerginlik ve huzursuzluğa maruz kalır; yoksullar ve zenginler arasındaki orta sınıf olmak en iyisidir; bu kesimin değerleri de itidal, ılımlılık, sükûnet ve sağlıken çok arzu edilen değerlerdir. Öyleyse orta halli bir gencin aptalca bir macera sevdasına kapılması kaderin kötü bir oyunudur. Böylelikle lafı uzata uzata, azar azar kendi portresini çizer ki hiçbir zaman unutmayalım; kendisi de unutmayacağı için cingözlüğünü, dikkatini, düzen, rahatlık ve saygınlık sevgisini zihinlerimize silinmeyecek şekilde nakşeder. Ta ki bir şeyler anlam ifade edinceye değin kendimizi denizin içinde, fırtınanın ortasında buluruz. Ve şöyle bir baktığımızda, her şey Robinson Crusoe’ya nasıl görünüyorsa bize de öyle görünür. Dalgalar, denizciler, gökyüzü, gemi; hepsi o uyanık, orta sınıf, hayal gücü kıt gözlerden görülür. Ondan kaçış yoktur. Doğal olarak temkinli, evhamlı, geleneksel ve iyiden iyiye gerçekçi zekasına nasıl görünüyorsa her şey, bize de öyle görünür. Heyecanlanma yetisinden yoksundur o. Tabiat’ın yüceliğine karşı doğuştan gelen hafif bir hazımsızlığı vardır. İlahi takdirin bile abartılmış olduğundan şüphe eder. Öyle meşguldür, kişisel menfaatini korumak için öyle çabalar ki etrafında olan bitenin ancak onda birini fark eder. Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır, emindir bundan, keşke buna ayırabilecek vakti olsaydı. Gecenin bir vakti suda belirip botunun çevresini saran “devasa yaratıklar” yüzünden biz ondan daha çok panikleriz. O anında silahını çıkarır ve ateş eder, onlar da yüzerek uzaklaşırlar o yaratıklar aslan mıydı, başka bir şey miydi gerçekten söyleyemez. Bu yüzden bunu öğrenmeden önce ağzımız daha da kocaman açılır. Hayalperest ve gösterişli bir gezgin ikram etseydi, kabul etmemek için ayak direyeceğimiz canavarları çiğniyoruzdur. Gelgelelim orta sınıfa ait bu gürbüz adamın kaydettiği her şey gerçek olarak addedilebilir. Daima fıçılarını saymaktadır o ve ne kadar suyu kaldığı hakkında isabetli yargılarda bulunmaktadır; biz ise onu minicik bir ayrıntıda bile hata yaparken görmeyiz. Merak ederiz, gemide koca bir yığın balmumu olduğunu unutmuş mudur acaba? Hiç de bile. Ancak Crusoe çoktan bunlardan mumlar yapmaya giriştiğinde bu, otuz sekizinci sayfada yirmi üçüncü sayfada olduğu kadar muhteşem değildir artık. Şaşırtıcı bir şekilde, geriye muallakta kalan bir tutarsızlık bıraktığında neden vahşi kediler bu kadar uysalsa, keçiler de bu kadar utangaç?ciddi anlamda bir tedirginlik duymayız; çünkü bunun da bir sebebi olduğundan eminizdir, hem de çok iyi bir sebebi olduğundan; eminiz ki zamanı olsaydı bize bu sebebi de verirdi. Ancak kişinin ıssız bir adada yapayalnız kalıp kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldığı zamanki hayat baskısının gülünecek bir tarafı yok. Keza ağlanacak tarafı da yok. Bir adamın gözü her şeyin üzerinde olmalıdır; yıldırım insanın bütün barutlarını patlatabilecekken, oturup da tabiatı düşünerek hülyalara dalmanın zamanı değildir ; barutları saklayacak daha güvenli bir yer aramak elzemdir. Ve gerçeği hiç çarptırmadan, olduğu gibi söyleyerek, büyük bir sanatçı olarak, sonra bundan vazgeçerek, en başlıca niteliğine yani gerçeklik duygusuna etki kazandırabilmek için buna cüret ederek, nihayetinde sıradan eylemleri yüce, sıradan nesneleri güzel hale getirir. Kazmak, pişirmek, ekip dikmek, inşa etmek bu basit işler nasıl da ciddidir; nacaklar, makaslar, kütükler, baltalar bu basit nesneler nasıl da güzelleşir. Hikaye hiçbir yorumla kesilmeden muhteşem, dümdüz bir basitlikle akar gider. Ancak yorum bu hikayeyi nasıl daha da etkileyici kılabilirdi? Yazarın psikologların gittiği yolun tersine gittiği doğrudur; o duygunun zihin değil de beden üzerindeki etkisini tasvir eder. Ancak bir ıstırap anında ellerini nasıl da yumuşak herhangi bir şeyi ezecek kadar birbirine yapıştırdığını söylediğinde, “Ağzımdaki dişler birbirine öyle bir çarpıp, öyle iç içe geçerlerdi ki onları bir daha ayırmam mümkün olmazdı,” dediğinde, sayfalar dolusu tahlilin yaratabileceği kadar derin bir etki yaratır. Bu mesele hakkındaki içgüdüsü doğrudur. “Bırakalım da natüralistler,” der, “bu şeyleri, sebeplerini ve tutumlarını açıklasınlar; onlara söyleyebileceğim tek şey gerçeği anlatmaktır…” Şayet siz Defoe iseniz, gerçeği anlatmak kesinlikle kafi gelir çünkü gerçek doğru olandır. Defoe bu gerçekçilik dehası sayesinde, betimleyici nesrin büyük ustaları hariç her şeyin ötesinde bir etki yaratmayı başarır. Rüzgarlı bir şafak vaktini capcanlı bir şekilde resmedebilmesi için “sabahın grisi” hakkında bir ya da iki kelime söylemesi yeterlidir. Issızlık hissi ve birçok insanın ölümü dünyanın en alelade, en dümdüz üslubuyla anlatılır: “Sonra onları hiç görmedim, onlardan geriye kalan herhangi bir iz de; üç şapka, bir başlık ve birbirinin eşi olmayan iki ayakkabıdan başka.” Nihayet, “Tıpkı bir kral gibi bir başıma yemek yedim, yanımda yalnızca hizmetçilerim vardı,” (yani papağanı, köpeği ve iki kedisi) diye haykırdığında, bütün bir insanlığın ıssız bir adada yapayalnız kaldığını hissetmekten kendimizi alamayız. Halbuki Defoe, heyecanımızı bir şekilde hakir gördüğünden, bu kedilerin gemide kendisiyle gelen kediler olmadığını derhal söyler bize. O kedilerin ikisi de ölmüştü; bunlar yeni kedilerdi. Şurası hakikat ki kediler doğurganlık dönemlerinden sonraki kısa sürede pek baş belası olmuşlardı, köpekler ise, ne tuhaftır, hiç yavrulamamıştı.

Böylelikle Defoe bizi, yerde basit bir toprak çömlekten başka hiçbir şeyin olmadığının altını tekrar tekrar çizerek, ıssız adalar; ve insan ruhunun yalnızlığını görmemiz için ikna eder. Defoe çömleğin sertliğine, toprak gibi sağlamlığına kararlı bir biçimde inanır ve diğer bütün elementlere kendi tasarımı içinde boyun eğdirir; bütün bir evreni ahenkle birleştirmiştir. Kitabı kapattığımızda şöyle sorarız: Basit bir toprak çömleğin dayattığı bakış açısını bir kere kavradıktan sonra, bu bakış açısı, neden bizi kırık dökük dağların, dalgaları tepe taklak olmuş okyanusların, gökyüzünde alev alev yanan yıldızların karşısında bütün haşmetiyle dikilen insanoğlu kadar dört dörtlük olarak tatmin etmez?

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz