Virginia Woolf: Belli bir neden yoksa kadınlar herhangi bir ilgiden çok kuşkulanırlar

Kadınlar erkekler hakkında kitap yazmıyor

Kadınlar arasındaki bütün bu ilişkiler, diye düşündüm, kurmacalardaki kadınların muhteşem geçit törenini hatırlayarak, fazla basit. Ne kadar çok şeye değinilmemiş, ilgilenilmemişti. Okuduklarım arasında, iki kadının arkadaş olarak sunulduğu bir örnek olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Aykırı Diana’da1 böyle bir girişim var. Racine’in yapıtlarında ve Yunan tragedyalarında bu kadınlar sırdaş. Ara sıra da anne ve kız evlat. Ama hemen hemen her zaman erkeklerle ilişkileri bağlamında gösteriliyorlar. Jane Austen’a gelene kadar kurmaca yapıtlardaki bütün kadınların sadece karşı cins tarafından görüldüklerini değil, sadece karşı cinsle ilişkileri bağlamında görüldüklerini düşünmek çok tuhaftı. Ve bir kadının yaşamının ne kadar küçük bir parçasıdır bu; cinsiyetin gözüne oturttuğu kara ya da pembe gözlükle bakan bir erkek, bunun bile ne kadarcığını bilebilir. Belki de kadının kurmacadaki garip yapısı bundan kaynaklanmaktadır; güzelliğinin ve korkularının bu kadar uçlarda verilmesi; cennete gidecek kadar iyi ve cehenneme gidecek kadar ahlaksız olması – çünkü aşkı çoğalıp eksilen, mutlu ya da mutsuz olan bir âşık, onu böyle görürdü. Ama aynı şey, on dokuzuncu yüzyıldaki romancılar için pek de geçerli değil kuşkusuz. Kadın çok daha çeşitleniyor ve karmaşıklaşıyor orada. Belki de erkeklerin manzum dramalardan yavaş yavaş uzaklaşmalarının nedeni kadınlar hakkında yazmayı arzulamış ve romanı kadınlar için daha uygun bir kılıf olarak görmüş olmalarıdır, çünkü şiddet içeren dramalarda kadınlar fazla kullanılamıyordu. Hal böyleyken, Proust’un yapıtlarında bile, bir erkeğin kadınlar hakkındaki bilgilerinin korkunç derecede kısıtlı ve kısmi olduğu belli, aynı şey aksi yönde de geçerli, kadınlar da erkekler konusunda aynı durumda.
17 Diana of the Crossways, İngiliz şair ve yazar George Meredith’in (1828-1909) 1885’te yayımlanan ve başkahramanı Diana Warwick adlı kadın olan romanı. (ç.n.)

Sayfaya yeniden göz atarken, erkekler gibi kadınların da sürüp giden ev ve aile hayatının dışında da ilgilendikleri şeyler olduğu ortaya çıkmakta, diye devam ettim. ‘Chloe Olivia’dan hoşlanıyordu. Aynı laboratuvarı paylaşıyorlardı…’ diye okumaya devam ettim ve bu iki genç kadının, görünüşe bakılırsa ölümcül kansızlığa çare olan ciğer doğradıklarını keşfettim; oysa biri evliydi ve –söylememde bir sakınca olmadığını düşünüyorum– iki küçük çocuğu vardı. Bütün bunların tabii dışarıda bırakılması gerekmişti, bu yüzden kurmacadaki kadının muhteşem portresi fazlasıyla basit ve fazlasıyla yavan kalmıştı. Örneğin erkeklerin edebiyatta asla erkeklerin arkadaşları, asker, düşünür, hayalperest olarak değil de sadece kadınların sevgilileri olarak temsil edildiğini varsayın; Shakespeare’in oyunlarında ne kadar az yer verilebilirdi onlara; edebiyat nasıl da çekerdi bunun acısını! Othello’dan pek bir şey eksilmezdi; Antonius’tan da öyle; ama ne Sezar olurdu, ne Brutus, ne Hamlet, ne Lear ne de Jaques – edebiyat inanılmaz derecede yoksullaşırdı, tıpkı kadınların suratına kapatılan kapılar yüzünden edebiyatın ölçülemeyecek derecede yoksullaşması gibi. İstemeden evlendirilmişlerdi kadınlar, bir odaya tıkılıp bir tek şeyle meşgul olmaya zorlanmışlardı, bu durumda bir oyun yazarı onları nasıl eksiksiz, ilginç ya da gerçeğe uygun şekilde anlatabilirdi ki? Tek olası tercüman aşk olabilirdi. Şair, eğer kadınlardan nefret etmiyorsa, ya şehvetli olmak zorundaydı ya da üzücü, bunun da anlamı kadınların ondan hoşlanmamasıydı.

Chloe Olivia’dan hoşlanıyorsa ve ikisi aynı laboratuvarda çalışıyorlarsa, arkadaşlıkları kendiliğinden daha renkli ve sürekli olur, çünkü fazla kişisel sayılmaz; Mary Carmichael nasıl yazılacağını biliyorsa, ki onun üslubu hoşuma gitmeye başlamıştı; kendine ait bir odası varsa, ki bundan pek emin değilim; kendine ait yıllık beş yüz poundluk bir geliri varsa –ama bunun kanıtlanması gerek– o zaman büyük önemi olan bir şey yaşandığını düşünürüm.
Çünkü eğer Chloe Olivia’dan hoşlanıyorsa ve Mary Carmi-chael bunu nasıl ifade edeceğini biliyorsa, henüz hiç kimsenin adım atmadığı o kocaman odada bir fener yakacaktır. Orası loş ışıklar ve koyu gölgelerle dolu olacaktır, tıpkı elimizde bir mumla girip nereye bastığımızı bilmeden sağa sola göz attığımız o dolambaçlı mağaralar gibi. Kitabı yeniden okumaya başladım, Olivia bir rafa bir kavanoz koyarken Chloe’nin onu nasıl izlediğini, çocuklarının yanına gitme vaktini ona hatırlattığını okudum. Dünya kurulalı beri böyle bir manzara görülmemiştir, diye bağırdım. Ve ben de seyrettim, hem de büyük bir merakla. Çünkü, kadınlar karşı cinsin yanardöner ve renkli ışığıyla aydınlanmadan yalnız kaldıklarında oluşan, ancak pervanelerin tavana vuran gölgesi kadar hissedilebilen o kayda geçmemiş hareketleri, o söylenmeyen ya da yarım yamalak söylenen sözleri Mary Carmichael’ın nasıl yakaladığını görmek istiyordum. Eğer bunu yapacaksa, dedim, okumaya devam ederken, soluğunu tutması gerekecek; çünkü arkasında belli bir neden yoksa kadınlar herhangi bir ilgiden çok kuşkulanırlar, gizlemeye ve bastırmaya öyle feci alışmışlardır ki, kendilerine dikilen bir göz kırpıldığı anda fırlayıp kaçmaya hazırdırlar. Bunu yapmanın tek yolu diye düşündüm, Mary Carmichael karşımdaymış gibi ona hitap ederek, sürekli camdan dışarı bakarak başka bir şeyden söz etmek ve böylece çok çok kısa sözcüklerle, hatta neredeyse heceye dönüşmemiş sözcüklerle –ama kalemle deftere yazarak değil– not tutarak, Olivia –milyonlarca yıldır kayanın gölgesi altında kalmış bu organizma– ışık vurduğunu hissettiğinde ve tuhaf bir gıdanın, bilgi olabilir bu, serüven ya da sanat, üzerine geldiğini gördüğü anda neler olduğunu kaydetmek. Elini ona doğru uzatır, diye düşündüm, gözlerimi yine sayfadan kaldırırken, başka amaçlar için epeyce geliştirilmiş olan kaynaklarını kullanıp bütünün son derece girişik ve karmaşık dengesini bozmadan yeniyi eskinin içine sindirmek için tamamıyla yeni bir birleşim oluşturur.
Ne yazık ki yapmamaya karar verdiğim şeyi yapmıştım; düşünmeksizin kendi cinsimi övmeye girişmiştim. ‘Epeyce geliştirilmiş’ – ‘son derece çetrefil’ – bunlar kesinlikle övgü sözcükleriydi, ve insanın kendi cinsini övmesi her zaman kuşku uyandırırdı, çoğunlukla da budalacaydı; hem bu örnekte nasıl haklı gösterebilirdim kendimi? Haritanın başına gidip Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiğini ve kendisinin bir kadın olduğunu söyleyemezdim ya; ya da elime bir elma alıp Newton’un yerçekimi yasasını bulduğunu ve bir kadın olduğunu söyleyemezdim; ya da göğe bakıp tepemde uçakların uçtuğunu, uçakları kadınların icat ettiğini de söyleyemezdim. Duvarda, kadınların tam boyunu gösteren bir işaret çizgisi yok. İyi bir annenin niteliklerini ya da bir kız evladın bağlılığını ya da bir kız kardeşin sadakatini ya da bir kâhyanın yeteneklerini ölçebileceğimiz, düzgünce milimetrelere ayrılmış uzunluk ölçüleri yok. Şimdi bile pek az kadın üniversitelerden mezun olmuştur; ordu ve donanmanın, ticaretin, politikanın ve diplomasinin önemli sınavlarından geçmiş sayılmazlar. Şu anda bile herhangi bir gruplandırmaya tabi tutulmamışlardır. Ama Sir Hawley Butts hakkında bilmek istediğim her şeyi öğrenmek için Burke ya da Debrett’i açmam yeterlidir, orada onun şu şu dereceleri elde ettiğini, bir okulu olduğunu, bir varisi olduğunu, komite sekreterliğinde bulunduğunu, Kanada’da Büyük Britanya’yı temsil ettiğini ve birçok derece aldığını, madalyalara ve nişanlara sahip olduğunu ve bu aldıklarının yeteneklerinin damgasını onun üzerine kazıdığını okuyabilirim. Sir Hawley Butts hakkında bundan fazlasını ancak Tanrı bilir.
Bu nedenle, kadınlar için ‘epeyce geliştirilmiş’, ‘son derece çetrefil’ dediğimde, bu sözlerimi ne Whitaker ve Debrett’te ne de üniversitenin akademik takviminde doğrulatabilirim. Bu tatsız durumda ne yapabilirim? Yeniden kitap rafına baktım. Biyografiler vardı: Johnson, Goethe, Carlyle, Sterne, Cowper, Shelley, Voltaire, Browning ve daha pek çok kişi. Karşı cinsten bazı kişileri şu da ya bu nedenle arayıp bulan, birlikte yaşayan, onlara içini döken, sevişen, hakkında yazan, güvenen, ancak ihtiyaç ve güvenme diye nitelenebilecek şeyi göstermiş olan bütün o büyük adamları düşünmeye başladım. Bu ilişkilerin tamamının platonik olduğunu söyleyecek değilim, Sir William Joynson Hicks de muhtemelen inkâr ederdi. Ancak, bu ünlü adamların bu birlikteliklerden teselli, pohpohlanma ve bedensel zevkler dışında bir şey elde etmediklerinde ısrar edersek onlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Besbelli ki onlar, kendi cinslerinin veremedikleri şeyi elde etmişlerdi; hatta bunu, şairlerin kuşkusuz coşkulu sözlerinden alıntı yapmaksızın, bir uyarıcı, yaratıcılığın tazelenmesi olarak tanımlamak düşüncesizlik sayılmayabilir, ki böyle bir şeyi sadece karşı cinsten biri sağlayabilir insana. Erkek salonun ya da çocuk odasının kapısını açar, diye düşündüm, ve belki kadını çocuklarının arasında bulur, ya da kucağında bir nakışla – ne olursa olsun farklı bir düzenin, farklı bir yaşam sisteminin merkezidir kadın, bu dünyayla kendi dünyası, ki orası mahkeme salonları ya da Avam Kamarası olabilir, arasındaki tezat hemen tazelendirecek, canlandıracaktır erkeği; en basit konuşmada bile öyle doğal bir görüş farklılığı ortaya çıkacaktır ki erkeğin içindeki kurumuş fikirler yeniden döllenecektir; kadını, kendisininkinden farklı bir ortamda bir şeyler yaratırken görmek erkeğin yaratıcılığını öylesine hızlandıracaktır ki kısır zihni yavaş yavaş yeniden plan yapmaya başlayacak ve erkek, şapkasını başına oturtup kadının yanına gelmeden önce eksik olan cümleyi ya da sahneyi bulacaktır. Her Johnson’ın kendi Thrale’i vardır, ve bunun gibi nedenler yüzünden o kadına sıkı sıkı sarılır, Thrale İtalyan müzik üstadıyla evlenince Johnson öfkeden ve nefretten deliye döner adeta, sadece Streatham’deki güzel akşamları özleyeceği için değil, hayatının ışığı ‘sönmüş gibi olacağı’ için.
Bir Dr. Johnson, Goethe, Carlyle ya da Voltaire olmasak da, bu büyük adamlardan çok farklı olarak bile, bu entrikanın yapısını ve kadınların bu son derece gelişmiş yaratıcı yetisinin gücünü hissedebiliriz. Odaya gireriz – bir kadın bir odaya girdiğinde neler olacağını söylemeye fırsat bulana kadar İngilizcenin olanakları fazlasıyla uzatılıp genişletilmiş, havada küme küme uçuşan sözcükler izinsizce hayatiyet kazanmış olur. Odalar birbirinden öyle farklıdır ki; sakin olabilirler ya da gürültülü; denize bakarlar ya da tam tersi, bir hapishanenin avlusuna; yıkanmış çamaşırlar asılı olabilir; ya da opal kumaşlar ve ipekler canlandırır içlerini; at kılı kadar sert ya da tüy gibi yumuşaktırlar – kadınlığın bu aşırı karmaşık gücünün insanın suratına çarpması için herhangi bir sokaktaki herhangi bir odaya girmek yeterlidir. Zaten başka türlü olabilir mi? Çünkü kadınlar milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öylesine zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara, iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır. Ancak kadınların yaratıcılığı erkeklerinkinden çok farklıdır. Asırlar süren çok katı bir disiplin sonunda kazanılmıştır, yerini de hiçbir şey alamaz, bu yüzden eğer engellenirse ya da ziyan edilirse çok yazık olur, diye düşünürüz. Kadınlar erkekler gibi yazsalardı ya da erkekler gibi yaşasalardı, onlar gibi görünselerdi çok yazık olurdu, dünyanın ne kadar geniş ve çeşitli olduğunu düşünürsek, iki cins bile pek yetersiz kaldığına göre sadece tek bir cinsle nasıl idare edebilirdik? Eğitim, benzerlikleri değil de farklılıkları meydana çıkarıp güçlendirmemeli mi? Çünkü zaten oldukça fazla benziyoruz birbirimize; bir kâşif gittiği yerden dönüp başka ağaçların dallarının arasından başka göklere bakan başka cinslerin olduğu haberini getirecek olsa, insanlığa bundan büyük yardımda bulunamazdı; biz de ayrıca Profesör X’in kendi ‘üstünlüğünü’ kanıtlamak üzere koşup ölçü çubuklarını almasını seyretmenin tadını çıkarırdık.
Mary Carmichael, diye düşündüm, hâlâ sayfayı biraz uzakta tutarak, seyirci olarak kalacak, işi başkası kotaracaktır. Korkarım ki natüralist romancı olmak gelecektir içinden, düşünen romancı değil, bu da türlerin içinde en az ilginç olan daldır. Gözlemleyeceği öyle çok yeni olgu vardır ki. Artık kendisini üst-orta sınıfın saygıdeğer evleriyle sınırlaması gerekmeyecektir. Nezaket göstermeden, tenezzül eder gibi yapmadan, arkadaşlık ruhuyla fahişelerin, orospuların ve buldoklu hanımların oturduğu o küçük, mis kokulu odalara girecektir. O kadınlar orada erkek yazarın sırtlarına zorla giydirdiği o kaba, hazır dikim kıyafetlerle oturmaktadır hâlâ. Ama Mary Carmichael makasını çıkarıp o kıyafetleri, kadınların üzerlerine kalıp gibi oturtacaktır. Bu kadınları oldukları gibi görmek şaşırtıcı olacaktır, ama biraz beklemeliyiz, çünkü Mary Carmichael cinsel barbarlığımızın mirası ‘günah’ın mevcudiyeti karşısında hâlâ çekinip sıkılacaktır. Ayaklarında hâlâ, çaputlardan yapılma, ait olduğu sınıfı gösteren o eski zincirler bulunacaktır.
Bununla birlikte kadınların çoğunluğu ne fahişedir ne de orospu; ne de yaz ikindilerinde akşama kadar buldoklarını tozlu kadifelere bağlayarak otururlar. O zaman ne yaparlar? Zihin gözümün önünde nehrin güneyinde bir yerde, sıra evlerini insanların doldurduğu o uzun sokaklardan biri belirdi. İmgelemimin gözüyle, sokakta karşıdan karşıya geçen çok yaşlı bir hanım gördüm, orta yaşlı bir kadının, kızı olabilirdi, koluna girmişti, her ikisinin ayakkabıları da kürkleri de öyle derli topluydu ki öğleden sonraları böyle giyinmek onlar için bir ritüel olmalıydı, kıyafetleri de herhalde her yıl yaz ayları boyunca naftalinlenip dolaplara kaldırılıyordu. Tam sokak lambaları yanarken karşıdan karşıya geçiyorlardı (çünkü en sevdikleri saat alacakaranlığın çöktüğü saatti), herhalde yıllardır sürdürüyorlardı bu alışkanlığı. Yaşlı olan seksenine yakındı; biri ona hayatınızın nasıl bir anlamı vardı, diye soracak olsa alacağı yanıt, Balaklava Savaşı için sokakların aydınlatıldığını hatırlıyorum olurdu, ya da Kral Yedinci Edward’ın doğumu şerefine Hyde Park’ta top atıldığını duymuştum, derdi. Yaşanan bir ânı tarihiyle ve mevsimiyle belirlemek amacıyla 1868 yılının 5 Nisan’ında ya da 1875 yılının 2 Kasım’ında ne yapıyordunuz diye sorulsa boş boş bakar, hiçbir şey hatırlamadığını söylerdi. Çünkü bütün yemekler pişirilmiş, tabak-çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderilmiş, dünyaya çıkılmıştır. Bütün bunlardan geriye hiçbir şey kalmamıştır. Hiçbir biyografide ya da tarih kitabında bununla ilgili bir not yoktur. Romanlar da, ister istemez, yalan söylerler.

Bütün bu karanlıkta kalmış hayatların kayda geçirilmesi gerek, dedim Mary Carmichael’a, sanki yanımdaymış gibi, sonra düşünceler içinde Londra sokaklarına çıktım, suskun kalmanın baskısını, yazılmamış hayatların birikimini hissettiğimi hayal ederek; ya köşebaşlarında duran, elleri belinde, şişman, şişmiş parmaklarındaki yüzükleri etlerine gömülü, Shakespeare’in sözcüklerindeki ahengi hatırlatan el kol hareketleriyle konuşan kadınların hayatlarıydı bunlar; ya menekşe satan, kibrit satan kadınların, kapı eşiklerine yerleşmiş kocakarıların; ya da güneşe ve buluta girip çıkan dalgaları andıran yüzlerine bakınca kadınların ve erkeklerin geldiğinin işareti ve yanıp sönen vitrin ışıkları görülen, avare dolaşan kızların. Bütün bunları, dedim Mary Carmichael’a, eline fenerini alıp araştırmalısın. Her şeyden önce, kendi ruhunu aydınlatacaksın, bütün derinliklerini, sığ yüzeylerini, ruhundaki kibri ve cömertliği; ve sonra kendi güzelliğinin ya da gösterişsizliğinin sana ne ifade ettiğini anlatacaksın; zemini suni mermer kaplı, giyim malzemesi satılan çarşılarda, eczacıların şişelerinden sızan hafif kokuların arasında dalgalanan eldivenlerin ve ayakkabıların ve kumaşların sürekli değişen ve dönen dünyasıyla nasıl bir ilişkin olduğunu söyleyeceksin. Çünkü bir mağazaya girdiğimi hayal etmiştim o sırada; siyah-beyaz döşenmişti; harika güzellikte renkli kurdeleler sarkıyordu tavandan. Mary Carmichael geçerken pekâlâ bir göz atabilir buraya, diye düşündüm, çünkü bu manzara da And Dağları’ndaki karlı bir tepe ya da kayalık bir geçit kadar uygun düşer yazıya dökmeye.

Kendine Ait Bir Oda

1 – Diana of the Crossways, İngiliz şair ve yazar George Meredith’in (1828-1909) 1885’te yayımlanan ve başkahramanı Diana Warwick adlı kadın olan romanı. (ç.n.)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz