…Öyle görünüyor ki gerçek, bu grupların hepsinin üzerinde bir büyü olduğudur – böyle bir kelimeyi böyle bir bağlamda söylemeyi göze alırsak. Ev sahibesi bizim modern Sibil’imiz. O, konuklarını efsunlayan bir cadı. Onlar bu evde mutlu olduklarını düşünüyorlar; şuradakinde zeki olduklarını; üçüncüsünde derinlikli olduklarını. Hepsi de yanılsama bunların (yanılsamalara karşı değiliz, bir yanılsama yaratabilen kadının dünyaya çok büyük yardımı dokunur), ancak yanılsamaların, gerçekle çelişince çöktükleri gibi kötü bir şöhretleri olduğuna göre, yanılsamaların hüküm sürdüğü yerde hiçbir gerçek mutluluk, hiçbir gerçek zeka, hiçbir gerçek derinlik mevcut olamaz.
Bu da Madam du Deffand’ın elli yıl boyunca neden üç zekice laftan fazlasını söylemediğini açıklar. Daha fazlasını söyleseydi çevresindekiler mahvolurdu. Dudaklarından dökülen zekice sözler o anki sohbeti, tıpkı toptan çıkan bir güllenin menekşeleri ve papatyaları ezmesi gibi ezer geçerdi. Ünlü “Saint Denis” esprisini patlattığında otlar sararırdı. Arkasından hayalkırıklığı ve perişanlık gelirdi. Tek bir söz edilmezdi. Arkadaşları hep bir ağızdan, “Tanrı aşkına sakın bir daha böyle bir şey yapmayın Madame!” diye bağırırlardı. O da itiraz etmezdi. Neredeyse tam on yedi yıl dişe dokunur bir şey söylememişti ve her şey yolunda gitmişti. Yanılsamanın güzel örtüsü onun çevresini tamamen kaplamıştı, tıpkı Leydi R.’nin çevresinde olduğu gibi. Konuklar mutlu olduklarını, zeki olduklarını, derinlikli olduklarını sandılar ve onlar böyle sanırken başkaları aynı şeylere daha çok inandılar. Böylece Leydi R.’nin toplantılarından daha keyifli bir şey olmadığı lafı yayıldı; o toplantılara kabul edilenlere herkes imrendi; kabul edilenler de kendilerine imrendiler, çünkü başkaları onlara imreniyordu; böylece bu iş bitmek bilmedi- şimdi anlatacaklarımız dışında.
Orlando’nun oraya üçüncü gidişinde bir olay oldu. Hala dünyanın en zekice özdeyişlerini dinlediğini sanıyordu, ama aslında yaşlı General C. uzun uzadıya gut hastalığının nasıl sol bacağından sağ bacağına geçtiğinin anlatıyodu, Mr.L. ise ne zaman birinin adı geçse, hemen araya girip “R. mi? A, onu çok iyi tanırım” diyordu. “S.mi? En yakın arkadaşımdır. T.mi? Yorkshire’da onunla birlikte iki hafta kaldım” bunlar işte, yanılsamanın gücü buradadır, en zekice, en hazırcevap laflarmış gibi geliyordu kulağa, insan hayatına dair en derin yorumlarmış gibi; ve herkes kahkahalara boğuluyordu; o sırada kapı açıldı ve içeri küçük bir beyefendi girdi, ama Orlando onun adını duymamıştı. Çok geçmeden tuhaf bir rahatsızlık hissetti. Ötekilerin yüzlerinden anlaşıldığına göre onlar da aynı şeyi hissediyorlardı. Beylerden biri salonda cereyan olduğunu söyledi. C.Markizi kanepenin altında kedi olmasından korkuyordu. Sanki güzel bir rüyanın ardından gözleri yavaşça açılıyordu ve karşılarında basit bir lavaboyla kirli bir yatak örtüsü buluyorlardı. Sanki lezzetli bir şarabın buğusu yavaş yavaş terk ediyordu onları. General hala konuşuyor ve Mr.L de hala hatırlıyordu. Ama generalin ensesinin ne kadar kırmızı, Mr.L’nin kafasının ne kadar kel olduğu gitgide daha iyi görülüyordu. Söylediklerine gelince -bundan daha bıktırıcı ve önemsiz bir şey olamazdı. Herkes oturduğu yerde kıpırdayıp durdu, yelpazeleri olanlar arkasında gizlenip esnediler. Sonunda Leydi R. elindeki yelpazeyi kocaman koltuğunun kolluğuna vurdu. İki beyefendi de sustular.
Sonra küçük beyefendi dedi ki, sonra dedi ki, en sonunda dedi ki;
İşte burada gerçek zeka, gerçek bilgelik, gerçek derinlik vardı, bunu yadsıyamayız. Herkes donup kalmıştı. Böyle tek bir söz bile yeterince kötüydü; ama üç tane,hem de peşpeşe, hem de aynı gecede! Hiçbir sosyete bunu kaldıramazdı.
“Mr.Pope” dedi yaşlı Leydi R. sesi alaycı bir öfkeyle titreyerek, “zeki laflar etmekten hoşlanıyorsunuz”. Mr.Pope kıpkırmızı kesildi. Hiç kimsse konuşmadı. Yirmi dakikadır çıt çıkarmadan oturdular. Sonra birer birer kalkıp salondan çıktılar. Böyle bir deneyimden sonra tekrar oraya dönecekleri kuşkuluydu…
Orlando
Virginia Woolf