Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp, başka bir yolu seçmem imkansız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler, gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola, ne de sağa gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum. (Diri Gömülen’den)
Ölümün Lafazan Çığlıklarının Med-Cezirinde Hayyamla Kafka Arasında Doğulu Bir Aydın
Sadık Hidayet, 17 Şubat 1903 yılında toprak sahibi, nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak Tahran’da doğdu. Kentin Fransız Lisesi’nde eğitim gördü. 1925 yılında Avrupa’ya gitti. Diş hekimliğine duyduğu ilgi saman alevi gibi sönünce mühendislik okumak istedi ve bu amaçla Belçika’ya gitti. Ne var ki edebiyata karşı beslediği yoğun alaka mühendislik öğrenimini yarıda bırakmasına ve Paris’e gitmesine neden oldu.
Paris’te bohem hayat tarzına özenen yazar, öğrencilik yıllarının ilerleyen dönemlerinde bu ne idüğü belirsiz derbeder hayat tarzından vazgeçip araştırmacı bir kimliğe büründü. Paris’te Fransız Dili ve Edebiyatını yakından inceledi, ilk öykülerini de bu şehirde yazdı.
Maupassant, Çehov, Rilke, Poe, Dostoyevski ve çağdaşı olan Kafka’nın eserlerini inceledi. Kafka’nın birçok yapıtı yanında “Ceza”’yı birçok dipnot kullanarak Farsça’ya çevirdi. Rainer Maria Rilke’nin 1926 yılında ölümü Sadık Hidayet’i derinden sarstı. Bu durum onun “Ölüm” başlığı altın-da deneme yazmasına yol açtı. Aynı yıl Marne Nehri’ne atlayarak intihar etmek istediyse de kurtarıldı. Ancak intihar düşüncesi içinde sarsılmaz derin bir yer etti. Hayatı boyunca birçok intihar girişiminde bulundu.
Beethoven, Çaykovski seven ve afyon tiryakiliğiyle bilinen Sadık Hidayet bir dönem resimle de uğraştı. Kimi sanatçılar bu resimlerde sanatsal bir değer bulmazken, kimilerine göre bu re-simler geleceğin resimleriydi. Günümüze kalabilen resimleri Hassan Qa’emian tarafından bir araya getirildi.
1930 yılında İran’a dönen yazar Tahran’da ilerici çevreler içinde önemli bir figür haline geldi. Bu dönem içerisinde İran’ın tarihini, folklorünü ve geleneksel inançlarını inceledi. 1932’de Mojtaba Minavi, Mesud Farzad ve Bozorg Alavi ile birlikte geleneksel İran edebiyatını sert bir uslupla eleştiren Rab’a Klübü’nü kurdu.
Monarşi ve Ruhban sınıfına karşı kağıdı ve kalemiyle savaş açtı. Monarşi karşıtı düşün-celeri, gelişmekten korkan toplumuna getirdiği sert eleştiriler Şah’ın dikkatini çekti. Otoriter yapının güçlenmesine, sosyal, politik ve ekonomik problemlerin etkisi dışında İran halkının üç maymun sevdasına bağlıyordu.
Rab’a Klübü kapatıldıktan sonra uzun zamandır ilgi duyduğu Budizm, Zerdüştîlik ve Hin-duizm dinlerini araştırıp incelemek üzere Hindistan’a gitti. Aramice ve Sanskritçe öğrendi. Buda’ya atfedilen Budist metinleri Fransızca’ya çevirdi. Hindistan’da geçen yıllarının büyük bir bölümünü Bombay’daki İranlı Zerdüştîler arasında geçirdi.
Sonraki yıllarda tekrar Tahran’a dönen Sadık Hidayet Müzik Dergisi’nde ve Güzel Sanatlar Fakültesi’nde çeşitli çalışmalar yaptı.
Sadık Hidayet’in ilk çalışması 1923 yılında yayımlanan “Hayyam’ın Teraneleri” oldu.Bu kitap ölümü ve yaşamı mantığa, duygulara, gözlemlere ve yaşamın akışına dayanarak çözmek isteyen Hayyam’ın çok yönlü kişiliğinin, eserlerinin, rübailerinin incelenmesiydi. Hayyamı’ın Tera-neleri’nde şarabın kekremsi tadı ve iyimserliğin süzgecinden damıtılan kötümserlik çığlığı unutulmadı, unutulmayacaktı: Mutluluk buydu. Çünkü ömür dediğin bir andı.
1927 yılında çıkan “Vejetaryenliğin Yararları”’nda modern İran Edebiyatı’nın büyük ustası Sadık Hidayet’in Yoga’dan etkilendiği görülür. Kitap, yalnızca kişisel bir tercihi değil bir dünya görüşünü nakleder.
“İnsan kan döküyor, zulüm tohumu ekiyor. O halde sonuçta savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek. İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak, mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece”
Vejetaryenliğin Yararları bir hayat kılavuzudur. Kendisi de vejetaryen olan yazar, Hazreti Ali’nin “ Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.” sözüyle başladığı kitapta vejetaryenliği tüm boyutlarıyla inceler.
1930’da İran’a döndükten sonra yazdığı ilk öykü kitabı olan “Diri Gömülen”’de hayatı boyunca onun en belirgin özelliği olacak olan ölüm saplantısını ve hayata ve anlaşılmaya dair bütün hafakanlarını oldukça karamsar bir uslupla dile getirir.
“Hiç kimse anlayamaz, hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye “al başını, git geber” derler. Ancak ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm…!”
1932 yılında “Üç Damla Kan” adlı öykü kitabını çıkardı. Üç Damla Kan’da gerici ve yoz geleneklerin insanların özellikle genç kızların hayatına nasıl mal olduğunu gözler önüne seriyordu. Geleneksel aile bağları, yozlaşmış töreler ve klasik feodal ilişkilerin girdabında kendi hayatlarına sessizce son veren insanların acılı öykülerini sade cümlelerle dile getiriyordu. Kafka gibi Sadık Hidayet de öykülerinde bunaltılı, karabasanlı bir dünya çiziyor; yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini sürdürüyordu.
Sadık Hidayet 1933 yılında yayımlattığı toplam yedi öyküden oluşan “Alacakaranlık” adlı yapıtında diğer öykülerinde olduğu üzere 1930’lu yıllar İran’ının geri kalmışlığını ve idare tarzını dolaylı bir uslupla anlatır. Öykülerinde çokeşlilik, dayak, sevgisizlik, hurafeler, esrar bağımlılığı ve sıtma gibi konuları ele alır. Değişmez izlekleri olan ölüm, ruh ve ahiret üzerine tartışıyor; Fars Kültür ve Medeniyeti’nin Arap Kültür ve Medeniyetinden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışırken Budizm ışığında hayatı ve ölümü işliyor.
1942 yılında yayımladığı “Aylak Köpek” adlı yapıtında ise başıboş bir köpeğin başına gelenlerle, herkesin bu köpeğin yok olmasını istemesini anlatır. Dönemin edebî sanatları kullanılarak yazılan kitap, yaşam ve toplum görüşünü İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu yıkımla çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kurtuluş yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünyada bulmanın mümkün olmadığı teması üzerine kurulur
Sadık Hidayet’in 1945 yılında çıkan “Hacı Ağa” adlı eserinde ise, okur, İran’ın sermaye çev-relerinin dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkaran gerçekçi taşlama yazarı yönüyle karşılaşır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda yaşanan siyasi geliş-melerin ve özellikle yayılan Bolşevizm akımının etkileriyle yoksul kitlenin İran’da politik bir ağırlık oluşturmaya başlaması ve feodal toprak sahiplerinin servetlerini kaybetme endişesiyle, ironik bir şekilde Hitler savunucusu haline gelişi alaycı bir uslupla dile getirilir.
Bütün eserleri arasında başyapıtı sayılan “Kör Baykuş”’u 1936 yılında yazmasına rağmen, kitap İran’da 1941 yılına kadar basılamadı. Türkçe’ye de Behçet Necatigil tarafından çevrilen ve 1977 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan bu roman da bir ressam ölümün varlığının düşsel olan her şeyi yok ettiği hummalı, ölümcül kabuslar görmektedir. Romanda yer alan karakterler aslında aynı kişinin değişik varyasyonlarıdır. Adeta geleneksel İran inanışlarındaki “hulûl”’ü* hatırlatırcasına sürekli birbirlerine dönüşen kahramanların dünyasında geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman; gerçekle hayal tamamen birbirine karışmıştır. Olaylar arasındaki nedensellik mantıklı bir sebep-sonuç ilişkisi değil, masal mantığıdır. Ancak bu masalsı anlatı tamamen gerçek bir hayatı saptar.
1944 yılında Sadık Hidayet Özbekistan’da bir yolculuğa çıktı ve son kitabı “Yarın”’ı kaleme aldı. Bu son kitabı 1946’da yayımlandı. Hayatının bundan sonraki kısmı ise uyuşturucu ve alkolden kaynaklanan sorunlarla geçti. 1950’de Paris’e yerleşen Hidayet İkinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği şehirde büyük bir hayal kırıklığına düştü. Yaşadığı bunalımlar sonucunda 1951 yılının 9 Nisan’ında yeniden intihara teşebbüs etti ve bu sefer başardı.
Kadim dostu Bozorg Alevi, intiharını “ Paris’te günlerce hava gazlı bir apartman aradı ve aradığını Championnet caddesinde buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri kapattıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş ve traş olmuştu. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları yanıbaşında yerde duruyordu.” Şeklinde anlatır.
Sadık Hidayet, Yılmaz Güney’inde yattığı Pere Lachaise mezarlığına gömüldü.
Hulûl: Tanrı’nın veya kutsal bazı kişilerin alelade bir insan görünümünde tecelli edişi.
Gülay Kaya
odasanat