Nietzsche ve Kahramanları Olmayan Trajedi – Stefan Zweig

Hayattan en büyük tadı almanın başka adı: Tehlikeli yaşamak

Friedrich Nietzsche’nin trajedisi bir monodramdır: Hayatının kısa sahnesine başka bir kahraman çıkarmamıştır bu melodram. Çığ gibi yuvarlanan perdelerde o yalnız güreşen, tek başına durur, yanma kimse gelmez, kimse yardımına koşmaz, ılımlı varlığıyla hiçbir kadın, gergin havayı yumuşatmaz. Bütün hareket yalnızca ondan çıkar ve ona döner: Başlangıçta onun gölgesinde beliren pek az figür, onun kahramanca girişimini yalnızca sessiz hayret ve korku mimikleriyle izler ve yavaş yavaş sanki tehlikeli bir şeyden kaçarcasına uzaklaşır. Bir tek insan bile yaklaşma cesaretini gösteremez olaya, hele olayın içine girmeye hiç: Nietzsche hep kendi başına konuşur, savaşır ve acı çeker. Kimseye hitap etmez ve kimse de ona cevap vermez. Daha da korkuncu ise: onu kimse dinlemez.

Bu Friedrich Nietzsche’nin kahramanlık trajedisinin hiçbir kimsesi yoktur, ne ortağı, ne dinleyicisi: ama doğru dürüst bir sahnesi, manzarası, sahnelenişi, kostümü de yoktur, düşüncenin bomboş mekanında oynamaktadır. Basel, Naumburg, Nizza, Sorrent Sils-Maria, Cenova, bu isimler onun gerçek memleketleri değildir, adeta yanan kanatlarla alınan bir yolun boş kilometre taşlandır, soğuk kulisler, dilsiz renk. Aslında trajedinin sahne düzeni hep aynıdır: yalnızlık, kimsesizlik, o korkunç sözsüz cevapsız yalnızlık, düşüncesini saydam olmayan bir cam fanus gibi çevresinde, üstünde taşıyan bir yalnızlık, çiçeksiz, renksiz, ahenksiz, hayvansız, insansız bir yalnızlık, hatta Tanrısı olmayan bir yalnızlık, her türlü zamanın öncesi ve sonrasındaki, taş gibi cansız, ilk dünyanın yalnızlığı. Ama bu ıssızlığını, bu çaresizliğini öylesine ürkütücü, öylesine korkunç ve aynı zamanda acayip yapan şey, akıl almaz şu gerçektir: bu yalnızlık buzulu ve yalnızlık çölü, düşünce bakımından Amerikanlaşmış bir yetmiş milyonluk ülkenin, yeni Almanya’nın orta yerinde bulunmaktadır. 0 Almanya ki yollar, telgraflar, gürültü patırtı içinde şıngır mıngırdır, sonra dünyaya yılda kırk bin kitap veren, yüz üniversitede her gün problemler arayan, yüz tiyatroda her gün trajedi oynayan ama yine de orta yerinde, en iç merkezindeki bu en güçlü düşünce dramından habersiz, aslında hastalık derecesinde meraklı bir kültürde. Çünkü tam en büyük anlarında Friedrich Nietzsche’nin trajedisinin artık Alman dünyasında seyircisi, dinleyicisi, tanığı yoktur. Başlangıçta daha profesör olarak kürsüden hitap ettiği sıralar ve Wagner’in ışık gücü onu belli ederken ilk sözlerinde, konuşması henüz küçük bir ilgi çekmektedir. Ama kendi derinliklerine, zamanın derinliklerine daldıkça daha az yankı bulur. Destansı monologu sırasında dostları, yabancılar birbiri ardından ürkerek kalkar; bu münzevinin gittikçe vahşi değişimlerinden, durmadan kor gibi yanan coşkularından korkarlar ve onu kaderinin sahnesinde müthiş yalnız bırakırlar. Böyle tamamen boşluğa konuşmaktan, trajedi oyuncusu yavaş yavaş huzursuzlanır, gittikçe daha yüksek sesle, daha bağırarak, daha hareketli konuşur, yankı ya da hiç olmazsa tepki uyandırsın diye. Sözüne bir müzik bulur, coşan, çağlayan, dionistik bir müzik ama artık kimse dinlemez onu. Maskaralıklara zorlar kendini sivri, tiz bir neşeyle; cümlelerine parende attırır, ve kendi şakaları da takla atar, sırf suni bir şakayla o korkunç ciddiyetine dinleyici çeksin diye ama alkışlamak için kimse elini kıpırdatmaz. Sonunda kendine bir dans uydurur, kılıçlar arasında bir dans ve yeni ölümcül sanatını yara bere içinde, kanayarak insanlar önünde icra eder, ama hiç kimse bu cazırtılı şakaların anlamını ve bu, sözde hafiflikte yatan ölesiye yaralı tutkuyu sezmez. Dinleyicisiz ve yankısız boş sıraların önünde sona erer, bizim yıkılan asrımıza adanan bu duyulmamış düşünce dramı. Düşüncelerinin çelik bir uçta fırlanan çemberleri, son olarak öylesine fevkalade sıçrayıp nihayet sallanarak yere düştüğünde kimse dönüp bakmaz bile: “Ölümsüzlükten ölmüş”tür.

Bu kendiyle baş başa kalmak, bu kendi kendine karşı olmak, Friedrich Nietzsche’nin hayat trajedisinin tek kutsal sıkıntısıdır: Düşüncenin böyle muazzam bir dopdoluluğu hiç bu kadar demir gibi, bozulmaz bir suskunluğun karşısına dikilmemiştir böylece en güçlü düşünce istemi “kendi içinde yuva açıp, kendi içinde eşinerek” kendi trajik ruhunda cevap ve yankı almak zorunda kalır. Dünyadan değil, kendi derisinden kanayan parçalar halinde, bu kader çılgını, Herakles gibi uğursuz gömleğini, o yakıcı alevi, üstünden atar ki son hakikate, kendine karşı çıplak durabilsin. Ama bu çıplaklığın çevresinde o ne buz, düşüncenin bu müthiş çığlığı çevresinde o ne suskunluk ve bu “tanrı katili” üzerinde bulut ve şimşekler dolu o ne korkunç gök kubbe! Bu adam artık hiçbir düşmanı kendisini bulamadığı ve o da kimseyi bulmadığı için kendine yüklenmektedir, “kendini tanıyan acımasız cellat!” ifriti onu zamanın ve dünyanın ötesine kovmuştur, hatta varlığının en dış kabuğunun dışına:

Ah, bilinmeyen ateşlerle sarsılıp

Titreyerek, sivri buzdan okların önünde

Senin kovgunun, ey düşünce!

Adı yok! Gizlenmiş! Korkunç adam!

Bazen müthiş bir korkulu bakışla ürküp geriler, çünkü hayatım, her türlü canlılığın ve her türlü var olmuş olanın nasıl dışına savurduğunu fark eder. Ama böyle aşırı güçlü bir koşu, geri dönemez artık: Tam bir bilinçle dolu, o sevgili Hölderlin’inin önceden düşündüğü, Empedokles kaderini yerine getirir.

Gök kubbesiz destansı bir manzara, seyircisiz dev bir oyun, suskunluk ve düşünsel yalnızlığın o korkunç çığlığı çevresinde güçlü bir suskunluk işte bu Friedrich Nietzsche’nin trajedisidir: bu trajediden insan, tabiatı bir sürü anlamsız vahşetlerinden biri deyip tiksinmeliydi, kendi de ona coşkun bir evet dememeli ve bu tek sertliği, eşsizliği hatırına seçip sevmemeliydi. Çünkü o, gönüllü olarak, varlığı yerindeyken ve kafası ayık olarak bu “özel hayatı” en derin içgüdüsüyle kurmuş ve bir tek güçle tanrıları kovmuştur: içindeki “insanı” kendini tükettiği tehlikenin en yüksek derecesini sınamak için: “Selam size, ey cinler!” Bu şen şeytan çağırışıyla, bir neşeli üniversiteliler gecesinde Nietzsche ve filolog dostları cinleri çağırır: gece yansı pencereden Basel şehrinin uykuda bir sokağına dolu bardaklardan kırmızı şarap dökerler, görülmeyenlere kurbanlık diye. Derin sezgisiyle oyununu sürdüren hayali bir şakadır bu yalızca: ama cinler çağırışı duyarlar ve onları çekenin peşine düşerler, ta ki bir gecenin oyunundan dehşet bir şekilde bir kaderin trajedisi oluşuncaya kadar. Ama Nietzsche hiçbir zaman, pençesinde ve sürüklenir hissettiği o dev isteğe karşı kendini savunmamıştır: Çekiç ona ne kadar sert rastlarsa, iradesinin çelik kütlesi o kadar tiz ses verir. Ve ıstırabın bu kor gibi yanan örsünde her çift vuruşta, düşüncesini sonradan çelikle zırlayan o kalp, gittikçe sertleşir; bu “insandaki büyüklüğün kalbidir, amor fati: başka türlü olmamak isteği, ne ileri ne geri, ne de ebediyen. Elzem olana yalız katlanmak değil, ya da hiç gizlemek değil, tam tersine onu sevmek.” Bu, onun güçlere karşı heyecanlı aşk türküsü, kendi acı çığlığım vecd içinde bastırır: yere çökmüş, dünyanın suskunluğuyla ezik, için için yenmiş, ıstırabın her türlü acılarıyla inlerken asla ellerini kaldırmaz, kader onu nihayet bıraksın artık diye. Yalnız daha beterini diler, daha güçlü bir yokluk, daha derin bir yalnızlık, daha dolu acı çekme, yeteneğinin en sonu; savunmak için değil, yalnız dua için ellerini kaldırır; kahramanın en harika duası için: “Sen ey, kader dediğim, ruhumun yazgısı, ey içimdeki! Üstümdeki! Beni koru ve beni daha büyük bir kader için sakla.” Ama böyle büyük dua etmesini bilen kişinin duası işitilir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz