“Suçluluk ve utanç karışımı bir duygu” Filler – Stefan Zweig

Anne, baronla bir süre daha oturdu. Ancak fillerden ve avlardan bir daha söz açmadılar. Hafiften bir sıkıntı ve kararsız bir çekingenlik çökmüştü oğlan odasına gideli beri. Sonunda karşı hole geçip bir köşeye oturdular. Baron her zamankinden daha da büyüleyici olmaya çalıştı. Kadın birkaç kadeh şampanya ile iyice ateşlendi. Sohbetleri bu nedenle çabucak tehlikeli bir yöne doğru gelişti. Barona yakışıklı denemezdi. O sadece gençti, kısa kesilmiş saçları ve taze delikanlı yüzüyle tam bir erkekti. Canlı ve rahat hareketleriyle kadını büyülemişti.

Kadın şimdi ona daha yakından bakmaktan hoşlanıyor, karşısındaki erkeğin bakışlarından ürkmüyordu. Ancak baronun konuşması gittikçe korkusuzca gelişiyordu, kadında az da olsa bir şaşkınlık yaratıyordu. Sanki bir el vücuduna dokunup, hemen uzaklaşıyormuş gibi oluyordu. Fakat bu ona anlatılmaz bir zevk veriyor, yanaklarına kan hücum ediyordu. Baron arada sırada bir çocuk rahatlığı ile gülüyordu. Kadın onun bazı sözlerini sertçe geri çevirmek istiyor, fakat duyguları buna izin vermiyor hatta daha aşırısını beklemeye kışkırtıyordu.

Sonunda bu korkusuzca oyuna kadın kendini öylesine kaptırdı ki, baron gibi davranmayı denedi. Karşısındakine küçük küçük ve daldan dala umutlar savurdu. Bakışlarıyla, sözleri ve davranışlarıyla kendini akıntıya bırakıverdi. Baronun iyice yakınlaşmasına, sesinin yaklaşmasına, soluklarının sıcak sıcak ve ürpererek arada bir omuzlarında dolaşmasına bile karşı çıkmadı.

Bütün kumarcılar gibi zamanı unuttular ve heyecanlı bir görüşmeye öylesine daldılar ki, holün ışıkları gece yarısı ardı ardına sönmeye başlayınca birden ürktüler.

Kadın ilk ürküntüyle hemen yerinden fırladı. Çok ileri gittiğini fark etmişti. Bu gibi ateşle oynamaların pek yabancısı olmasa da, şu anda iyice kışkırtılmış iç güdüsüyle oyunun o tehlikeli noktaya iyice yaklaşmış olduğunu hissediyordu. Kendine pek güveni kalmadığını, içinde bir şeylerin kaymaya başladığını ve ateşli hastalıklarda olduğu gibi gereğinden fazla heyecanlandığını ürpererek fark etti. Kafasının içinde korku, şarap ve ateşli sözler karışımı bir dalgalanma vardı. Saçma bir korkuya kapılıverdi. Yaşamında kimi kez böyle tehlikeli anlar olmuştu, ancak hiçbiri bu kadar baş döndürücü ve güçlü olmamıştı. Çabucak: “İyi geceler… İyi geceler! Yarın sabah görüşmek üzere!” diye mırıldandı ve hemen uzaklaşmaya davrandı. Kaçıp uzaklaşmak istediği baron değildi, içindeki o tuhaf ve yepyeni bir güvensizlik, şu anda hissettiği tehlikeydi. Fakat baron, kadının vedalaşmak için uzattığı eli yumuşacık şöyle bir tuttu ve öptü. Bir kez değil, zarif parmak uçlarından ta dirseğe kadar birkaç kez.

Kadın titredi, ürperdi. Soluk kesen ve ılık bir duygu kanına yayıldı, tüm vücudunu kapladı. Tatlı bir korku şakaklarına balyozlar indiriyor, başı ateş gibi yanıyordu. Saçma bir korku her yanını kapladı, bütün vücudunu sardı. Elini, baronun elinden çekti. “Biraz daha kalın, ne olur,” diye fısıldadı adam. Fakat kadın aynı anda aceleyle, biraz beceriksiz hareketlerle, korku ve şaşkınlık dolu, yanından uzaklaştı. Karşısındakinin niyetini sezmekten gelen bir heyecanlanma her yanını kaplamıştı. Hızla yürüdü. Acımasızca ruhunu yakan bir korku, erkek peşinden koşup onu yakalayıverecek endişesi yakasını bırakmıyordu. Fakat bir yandan kaçıp kurtulmak isterken, bir yandan da niçin yapmıyor bunu, diye hüzünleniyordu. Yıllardır bilinç altında özlemini duyduğu serüven şu anda gerçekleşebilirdi. Serüvenin yakın soluğunu derin bir hazla ruhunda duyuyordu. Fakat baron bu çok uygun rastlantının peşinden koşmayacak kadar onurluydu. Şarapla sarhoş olmuş bu kadını zayıf bir anında zorla ele geçirmek istemeyecek kadar güveniyordu zaferine. O, kibar bir kumarcı gibi mücadele ederek bilinçli bir zafer arzuluyordu. Bu kadın kaçıp kurtulamazdı elinden. Kadının damarları zehirle yanıyordu, hissediyordu bunu.

Kadın merdivenin son basamaklarında durdu, elini küt küt atan yüreğine bastırdı. Birkaç saniye dinlenmeden edemedi. Sinirleri bitkindi. Tehlikeden kaçıp kurtulmuş olması onu rahatlatırken, bir fırsat kaçırmış olmasına da acıyordu. Kafasında her şey karmakarışık, bir sarhoş gibi adımlarını sürükleyerek odasına doğru yürüdü. Kapının serin tokmağını tuttu ve rahat bir soluk aldı. İçini bir güven duygusu kaplayıverdi.
Kapıyı usulca açtı ve odaya girmesiyle ürkmesi bir oldu. Karanlıkta, odanın sonunda, bir şeyin kımıldadığını fark etti. Heyecanı iyice arttı, sinirleri gerildi ve tam ‘imdat’ diye bağırmak üzereyken, oğlunun uyku sersemi sesini duydu:
“Anne, sen misin?”
“Aman Tanrım, ne işin var burada?”
Kadın divana doğru koştu. Edgar kıvrılıp uyuyakalmıştı. İlk aklına gelen çocuğun hastalanması ya da yardım gerektiren kötü bir durumda olmasıydı.

Uyku sersemliği henüz geçmemiş Edgar sitem eder gibi mırıldandı: “Seni öyle uzun süre bekledim ki, anne! Sonunda uykum geliverdi.”
“Niçin bekledin beni?”
“Filler için…”
“Ne filleri?”
O anda oğlunun ne demek istediğini kavradı. Söz vermişti her şeyi anlatacağına. Bütün serüvenlerden ve av öykülerinden söz edeceğini söylemişti. Küçük çocuktan da beter bu oğlan… Bu odaya uzanıp, benim gelmemi beklemiş ve uyuyakalmış… Sonra kendi kendine de kızdı, suçluluk ve utanç karışımı bir duyguyla homurdandı: “Şımarık çocuk, haydi çabuk odana!”
Edgar annesinin bu davranışına çok şaşırdı. Niçin böyle idi? Kötü bir şey yapmamıştı ki! Fakat çocuğun böyle hayretle bakışı kadını daha da öfkelendirdi. Anne, oğluna haksızlık ettiğini bilmekten gelen bir öfkeyle: “Hemen odana gideceksin!” diye sesini yükseltti. Edgar, yerinden kalktı ve hiç konuşmadan odasına geçti. Çok yorgundu, uyku bastırıyordu. Gözleri kapanırken annesinin sözünü tutmadığını ve kendisine öfkeli olduğunu belli belirsiz sezdi. Yorgunluktan kurşun gibiydi vücudu. Her yanı uyuşmuştu. Fakat annesini bekleyeceğine uyuyakaldığı için kendi kendine de kızmadan edemedi. Öfkeyle: “Tıpkı küçük bir çocuk gibi!” diye mırıldandı, uykuya dalmadan önce. Kendi çocukluğundan nefret ediyordu…

Stefan Zweig – Yakıcı Sır
Çevirenler: Burhan Arpad – Ahmet Arpad

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz