Alışveriş merkezlerinde her şey, herhangi bir şey istememenin feci kabalığa gireceği hissini yaratmak üzere tasarlanır. Bir alışveriş merkezi öncelikle iç karartıcı hava şartları ve yoğun trafik saatleri gibi dikkat dağıtıcı öğeleri ortadan kaldırır. Eğer bina çok katlıysa, yükselen bir avlu ya da ortadaki merdiven boşluğu doğrudan, derin bir etki yaratır. Gotik katedrallerin mimarlarından çağdaş iş merkezlerinin mimarlarına kadar tüm planlamacılar hayranlık yaratmanın anahtarının gereksiz, özellikle yukarı doğru gereksiz alan bırakmak olduğunu kavramıştır. Kendi “gök kubbesine” sahip her bina Tanrı eliyle yaratılmış hissi uyandırır. Dinsel atmosferi zenginleştirmek için arka planda org kadar teskin edici flüt müziği kullanılabilir. Ve pek çok diğer inanan, bireye teminat sağlar: Bir faaliyetin en ikna edici tarafı herkesin yapmasıdır ve bu yerde herkes alışveriş yapmaktadır. Kişinin kendi gibilerle birlikteliği muazzam rahatlatıcıdır ama tıpkı kilisedeki gibi işe dalma şartı söz konusu değildir. Esas devreye sokucu unsurlar vitrinlerdeki ayrıcalık, daha yüksek statü ve cinsel çekicilik vaat eden ikonalardır. Bu maddiyatçı nesneler dinsel duyguları bile zenginleştirebilirler. Beyin taramalarında yüksek kaliteli pahalı markaların dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görülmüştür. Şok edici ve acıklı gelebilir ama bir iPod, Rahibe Teresa’yla aynı etkiyi yaratmaktadır. Ayrıca bu maddiyatçı ikonaları sergileyen vitrinler yerden tavana uzanmak suretiyle parıltılı dükkân içlerini sergilerler; geniş ve kapısız girişler içgüdüsel bilinmeyen bir kapalı alana girme korkusunun aşılmasına yararlar. İçerideki teşvik edici, dostane gülümsemeleriyle göz teması yakalamaya çalışan genç, çekici tezgâhtarlar, müşteride gençlik ve çekicilik yanılsaması yaratırlar. Gürültülü müzik, karşılıklı çekimin doğabileceği bar veya gece kulübü havasını sağlar. Ama koyu rekabetin yaşandığı bar ve kulüplerin aksine, bu mekânda reddedilme olasılığı yoktur. Para harcamak orgazmların en kolay ulaşılanıdır. Cüzdanı açıp parıltılı kredi kartını çıkarmak yeterlidir.
Kısacası reklam, idi geleneksel yolla, etkileyerek, pohpohlayarak ve uyararak tavlamaktadır.
REKLAM: Şu Cennet’e yükselen yüceliğe bir bak.
İD: OF!
REKLAM: Bir de şu parıltılı ödüllere bak.
İD: İSTİYORUM!
REKLAM: Hepsi senin için.
İD: BENİM!
REKLAM: Eşsizsin sen.
İD: Işıklar! Kameralar! Manşetlere koyun beni!
REKLAM: Başkalarına aldırmana da gerek yok; çocuk kalabilirsin ömrünce.
İD: (dudak bükerek) Hep çocuk kalmayayım mı yani?
REKLAM: Ebediyen çocuk kal, dedim.
İD: YAŞASIN!
REKLAM: Ne arzuların azalsın ne de iştahın kapansın.
İD: DAHA! DAHA!
Reklam memnuniyetle gülümser. Reklamlar tarihte hiç bu denli kalabalık olmamışlardı. Bugün ortalama bir Amerikalı günde 3000’den fazla reklama maruz kalıyor. Reklamlar tarihte hiç bu denli kapsayıcı olmamışlardı. Cizvitlerin “erken kap, hep senin olsun” şiarını belleyen reklamlar çocukluğu çoktan ele geçirdi ve yakında marka sadakatini anne karnında yaratmanın yollarını aramaya başlayacaklar. Ve reklamlar tarihte hiç bu denli kurnaz olmamıştı. Belgesel mi bu? Hayır, reklam. Haber programı mı? Hayır, reklam. Meşhur Londra statlarından biri mi? Hayır, markasını geliştirme peşindeki petrol zengini bir Ortadoğu ülkesi… Sinema pisuarı mı? Öyle ama rahatladığınız sırada kafanızı kaldırdığınızda tavanda, üstünde “Örümcek Adam 3… Çok Yakında” yazan kırmızı plastik bir pisuar görüyorsunuz. Tavana bakmak da artık güvenli değil yani. Ama en azından gökyüzü hâlâ bizim… Ah, işte minik bir uçak. Birisi sonsuzluğa kaçışı bulmuş… Ama hayır, bu sadece bir reklam flaması taşıyor. Ee, en azından doğa var, canım. Ama hayır… Pek girişimci bir Hollanda oteller zinciri koyuncukların üstüne reklamlarını yapıştırmış bile!
Reklamlar tarihte hiç bu denli sinsice saldırgan olmamıştı. “Hedef kitle pazarlaması”, “tuzak pazarlama”, “gerilla pazarlama”, “viral pazarlama” gibi türleri var. Reklamlar biyolojik savaştan çekinmiyor. En sinsisiyse, beyne sızmak, savunma mekanizmalarını incelemek ve bunları aşmanın yollarını bulmakla meşgul olan “nöro-pazarlama.”
Reklamlar tarihte hiç bu denli eğlendirici olmamıştı. Kızımla yaşadığımız en şiddetli tartışmalardan birisi, reklamlarda televizyonun sesini kapatma alışkanlığım yüzünden çıkmıştı. Karşı çıktığında reklamların istemediğimiz şeyleri istetmeye uğraşmasına dair standart nutkumu çekmiştim. Öfkeyle bunu elbette anladığını ve bu tür ikna yöntemlerini yutmadığını ama reklamları izlemek istediğini çünkü reklamların arkadaşları arasında televizyon programları gibi eğlence araçları olarak tartışıldığını söylemişti. Ancak bir çatlak onu bundan mahrum etmeye kalkabilirdi.
Bir süre sonra eğlenceyle eş tutulmayı yeterli bulmayan reklamlar, filmlere ve televizyon programlarına “sanal reklamlarla” sızarak buraları ele geçirmeye başladılar ve tersi olacağına, gittikçe ürünler öyküleri belirlemeye başladı. Araştırmalar, beynin direncini kurnazca kırması nedeniyle ürünün öykünün bütünleşik parçası kılınmasının doğrudan reklamdan daha fazla etki yarattığını ortaya çıkardı. Bu yaklaşım sözde eğlencenin artık sadece reklam amacıyla üretildiği “İçerik pazarlama” ile zirve noktasına ulaşmıştır.
Ve reklamlar artık pasif izlenirlikten de memnun değiller. Artık kişiler reklamların şifrelerini çözmüyor, reklamlar kişilerin şifrelerini çözüyor. En son dijital reklam panolarında kimin baktığını saptayıp uygun reklamın gösterilmesini sağlayan (bir delikanlı baktığında bira reklamı, orta yaşlı bir hanım içinse bir spa merkezinde kendisini şımartacak bir günün reklamını yapan) gizli kamera ve yazılımlar var. Bir gün bu reklam panoları bireyleri de tanımaya başlayacak ve reklamları kişiselleştirecekler. Beni gören bir pano, Çin şiiri ve hard-bop caz için iki alana bir bedava diyecek. Belki o zaman reklamı şaşırtmak için kılık değiştirmek hatta kadın kılığına girmek bile gerekecek…
Bu tür şaşırtmalar “kültür karıştırmanın”, tüketici kültürüne sabotaj yapmaya yönelik yeni direnişin örneklerinden olabilir. Bahsettiğim direniş bugün BADvertising Institute gibi web siteleriyle tüketicilik-karşıtı makaleler ve uyduruk reklamlar (mesela Absolut Zırva adlı bir votka) yayınlayıp Bugün Hiçbir Şey Almayın veya Televizyon İzlemeyin türü kampanyalar yapan Kanada dergisi Adbusters tarafından örgütleniyor. Britanya’da Modern Toss adıyla bilinen bir örgüt, yıkıcı organizasyonlar düzenliyor ve DAHA FAZLA BOK SATIN ALIN YOKSA BOKU YERİZ türü sloganlar taşıyan tişörtler, çantalar, kahve kupaları ve afişler üretiyor. Bu girişimler gayet eğlenceli ama bir devrim başlatacak gibi değiller. Reklamı yenmeye çabalamaktan çok diğer taraftan işe girişmek ve idi kontrol etmeye çabalamak daha bilgece olacaktır.
Lakin bu da pek kolay değil. Çağdaş id gemi azıya almış durumda ve ehlileştirilecek havada değil. Tarihte şimdiye kadar hiç bu kadar fazla kişi bu kadar fazla şeyi bu derece fazla istememişti. İd tarihte hiç bu kadar pohpohlanmamış, hiç bu denli şımartılmamıştı. İdin altın çağında yaşıyoruz resmen.
Bir zamanlar id küçümsenir, idden korkulurdu. Platon’un gözünde id, koşum atları arasındaki en kötü attı; “yaban böbürlenmelerin ve ahlaksızlığın dostuydu; duvar kadar sağırdı ve ancak kırbaçla üvendire birlikte kullanıldığında boyun eğerdi.” Marcus Aurelius’a göre, “iplerimizi çekiştiren, içimizin derinliklerinde saklanan gizli güçtü.” Budistlere göre yansıması Mara, Hıristiyanlara göreyse Şeytan’dı. Sufiler için id, “el-nefs-el-âmir” yani, “sadece uyumayı, yemeyi ve kendini hoşnut etmeyi bilen” yakıcı alt-ruhtu. Ortaçağ Avrupasında Jack ve Fasulye Sırığı’nın ve diğer pek çok öykünün aç gözlü deviydi. Schopenhauer için yaşam-istenci, Nietzsche içinse “benlik”ti. Kafka, idi, güvertede aniden belirip dümeni ele geçirmek için dümenciyle savaşan karanlık figürle kişileştirmişti. Kendi çağımızın da maddiyatçı açıklaması mevcut elbette: yeni beynin dibinde dolanan eski sürüngen beyin. İde verilen adlar çeşitlidir ama doğası konusunda herkes hemfikirdir. İd açgözlü, dürtüsel, öfkeli, hınzır ve doyumsuzdur. Hiçbir miktar, tatminine yetmez.
Buda, Freud’dan iki bin beş yüz yıl önce benliğin çekirdeğinde yatan sorunun bilinçsiz arzu olduğunu saptamıştı. Buda ile fil sırtında, bin elinde bin kılıçla kişileştirilen Mara arasındaki yüzleşmeye dair çarpıcı bir mit mevcuttur. Kılıçları yetmeyince Mara, Tanrıları bile korkutup kaçıran dokuz korkunç fırtına çıkarır. Buda yapayalnız kalmıştır ama “fethedilemez oturuşunu” bozmayınca Mara diyalog kurmaya mecbur kalır: “Sana değil, bana ait olan o koltuktan kalk!” Buda yerinden kımıldamaz, Mara’nın çirkin karakterinin analizini sunar ve sözünü kendisinin koltukta oturmayı Mara’dan daha fazla hak ettiği çıkarımıyla bağlar.
Öykü, Freud’un “İdin yerini Ego alacaktır” projesinin canlandırılması adeta. Ego, idi kovar ve koltuğa oturur. Bilinçdışına egemenlik, zaferin anahtarıdır.
Buda’ya göre temel sorun, hoşnutsuzluk ve tatminsizlik yaratan arzu ve isteklere saplanıp kalmayı teşvik eden cehalettir. Ve sorun cehaletse, çözüm de bilgi olmalıdır. Öyleyse kurtuluş içgörüde, kavramadadır. Anlamak, kurtuluştur.
İlk gereken, kendini bilmeye yönelik zorlu çabadır. Buda başkalarının hatalarını gayet açık görebilirken kendimizinkilere kör baktığımızı İsa’dan çok önce fark etmiştir. Ama Buda’nın yaklaşımı, kendini haklı çıkarmanın sonsuz becerisini denkleme kattığı için daha iyidir: “İnsan başkalarının kusurlarını yabayla saman savururcasına kolay açığa çıkarır ama kendininkileri kurnaz bir kumarbazın zarını tutuşundaki ustalıkla saklar.”
Cehalet sorunu mantıkla kavranabilir ama Buda’nın sunduğu çözüm, sadece meditasyon yoluyla erişilebilen çok daha derin, topyekun bir anlayıştır ki burada kastedilen meditasyon, Budist ikonların sergilediği asık suratlı, ciddi trans değil, “dikkat”, “uyanıklık’ ve “farkındalık” olarak tasvir edilen yoğun zihinsel faaliyettir. Buda’yla ilintilendirilmiş aforizmalar derlemesi Dhammapada özellikle bu kavramlara yönelik birçok bölüm içerir: “Dikkatliler asla ölmez; dikkat etmeyenler çoktan ölmüştür.” Yani meditasyonun amacı sükunet ve kayıtsızlık değil, uyanıklık, dikkat, keskin zihin açıklığıdır. Buda’nın özgürleştirilmiş zihin için kullandığı metafor, kınından çekilmiş kılıçtır.
Buda meditasyon uygulamasından çağdaş sinirbiliminkine benzer bir bilinç teorisi geliştirmiştir. Bilincin maddesi veya yönü yoktur; bilinç algıların, fantezilerin, sanrıların, bağlantıların ve anıların sonsuzca kırpıştığı, dalgalandığı bir gölge oyunudur. “Zihin yalpalar ve dalgalanır, kıpraşır ve uçucudur.” Zihin, “bir dalı yakalayıp ardından bir başkasına atlayan” bir maymunun kaprisine sahiptir. Ve bu yüzden birleşmiş benlik fikri, bir yanılsamadan ibarettir. “Değişmez tek bir benlik yoktur. Değişime tabi olan şey benim değil; ben değil, kendim değil.” Bu sürekli değişim tanımı, kavrayışın merkezlerinden biriydi. Her şey akıştır. Her şey geçicidir. “Tüm şeyler yanar.”
Nihayetinde saldırılacak veya baskı altına alınacak kalıcı bir benlik yoktur. Açgözlülük, tutkular ve şehevi arzular her şey kadar geçicidir ve yoğun, uzun incelemelerin parlak ışığı altında yıkılıp gideceklerdir. Gerçekte ne olduklarını anlamak bu şeylere boyun eğmeyi olanaksız kılacaktır. Buda ahlaksızlığı suçlayıp kınamamış, “beceriksizce” davranış diyerek dışlamıştır. Hıristiyanlıkta yaygın görülen kendinden nefret, bedene yönelik tiksinti ve korku ile etin çılgınca aşağılanması Budizm’de yoktur.
İşte zaten radikal olan bir fikrin radikal uzantısı: Bilgi çözümün sadece başlangıcı değil, tüm çözümdür. Dönüşüm, anlamanın ta kendisidir.
Ama dönüşüm ne çarçabuk ne de kolaydır. Hatta görünür bile değildir: “Nasıl bir okyanus ani iniş göstermeden, peyderpey eğim alırsa, bu yöntemde de eğitim, disiplin ve uygulama kademeli olarak etki gösterecek, aniden nihai gerçeği kavramak mümkün olmayacaktır.” İşin sırrı, “mantıklı, tutarlı, açık ve faydalı” davranışlar alışkanlığa dönüşene kadar yöntemde ısrar etmektedir. Olmak, dönüşmektir. Yani aydınlanmayı arayan kişi “enerjik, kararlı ve azimli” olmalıdır. Buda’nın son sözleri, “Tüm başarılar geçicidir. Sürekli çabalayınız” olmuştur.
Bir başka kilit sözcükse “yöntem”dir. Budizm bir inanç değil, bir yöntem, cehaleti izleyen sonuçlar zinciriyle uğraşmayı amaçlayan bir prosedürler dizisidir. Ancak Buda, cehaletin kendisinin nedeni üzerine mütalaayı reddetmiştir. Haliyle insanın cennetten kovulması teorisi de, ilk günah da yoktur. Esasen Buda her türlü metafizik soruyu yanıtlamayı, mütalaa etmediğinden değil, bu tür düşünceler üzerine konuşmak işe yaramayacağı için reddetmiştir. “Bu, zehirli bir okla vurulmuş bir adamın, arkadaşları doktor getirmeye gidecekken, ‘Beni vuran kişinin adını öğrenmeden bu okun çıkarılmasına izin vermeyeceğim’ demesi gibi bir şeydir.”
Buda’nın “Her Şeyi Kapsayan Büyük Birleşik Teori” oluşturmayı reddedişi son derece bilgecedir. Çünkü ortada dogma yoksa öğretisel tartışmalar, sapınçlar, hizipleşmeler, haliyle engizisyonlar, işkenceler, kazıkta yakmalar da olmayacaktır. İki ana Budist mezhebi Therevada ve Mahayana, Hıristiyanlıktaki Katoliklik ve Protestanlığın aksine, evvel ezel bir arada, uyum içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Budizm’de doğaüstü müdahaleler, Tanrılar, mucizeler, ilahi açımlamalar, ilahi lütuf veya ilahi vücut buluş yoktur. Hatta Buda, kişisel sorumlulukları terk etme sayarak inancı reddetmiştir. Kimse herhangi bir şeye, sırf birileri söylüyor diye inanmamalıdır. Her birey kendi çözümünü bulmaya çabalamalıdır.
İronik olan ise rasyonel Batı’nın dini Hıristiyanlık tümüyle irrasyonellik, tutarsızlık hatta saçmalıkla örülmüşken, mistik doğunun dini Budizm’in rasyonel, tutarlı hatta pratik olmasıdır. Körlemesine inanış gerektiren bir inanç sistemi değil, işe yaradığı gösterilebilen bir yöntemdir. Daha da ironik olanıysa, Budizm’in çekici yönlerinin onu modern çağ için itici kılmasıdır. Diğer tüm büyük dinler taraftar kazanırken sadece Budizm kan kaybetmektedir.
Hıristiyan öğretisi insandaki kusurun kabahatini, kefareti sadece ilahi lütfün gizemli işleriyle ödenebilecek ilk günahta bulmuştu. Bu görüş bin yılı aşkın bir süre boyunca benliğe dair her türlü araştırmayı ve dünyevi tatmine yönelik inancı devre dışında bıraktı. Düşünürler bireye umut ve amaç vermeye ancak Aydınlanma’yla başladılar.
17. Yüzyılın Hollandalı filozofu Spinoza’nın fikirleri ürkütücü ölçüde Buda’nınkilere benziyordu. Aydınlanmacı düşünürler akla tapıyordu ama Spinoza aklın bir kaplanın sırtında gittiğini, insan doğasını büyük ölçüde, bilince “arzular” kılığında giren bilinçdışı “iştahların” güttüğünü fark etmişti. Bu içgörüsünün ifadesi Dhammapada’da da, Freud’da da mevcuttur: “Arzu, insanın özüdür.” Bilinç hakkındaki görüşleri de çağdaş bir nörobiyoloğunkiyle aynıydı: “İnsan zihni, insan bedeninin bizzat fikri veya bilgisidir.” Ancak Spinoza, tıpkı Buda gibi, güdülerin anlamak suretiyle kontrol edilebileceklerine inanıyordu: “Bir duygu, hakkında açık bir fikir oluşturduğumuz anda ihtiras olmaktan çıkar.”
Ve yine Buda gibi, Spinoza da sıklıkla bir sükunet arayıcısı olarak görülmüştür. Oysa en büyük değeri, anlayan zihnin yarattığı güçlenme hissi olarak tanımladığı coşkuya biçiyordu. Ama yine Buda’nın öğretisindeki gibi, buradaki anlamak edilgen, nihai bir durum değil, dur durak bilmeyen çabayı gerektiren bir süreçtir. Canlı organizmaları yaşam şartlarını en uygun hale getirmeye yönelik sistemler olarak tanımlayan nörobiyolojiyi öngören bir diğer saptamasında Spinoza, çabalamanın doğamız olduğu önermesini ortaya atmıştı. İnsan doğası için kullandığı Latince sözcük conatus, “çabalama” veya “gayret” anlamlarına gelir. “Her bir şeyin varlığını sürdürmede kullandığı çaba, esasında o şeyin bizatihi özünden başka bir şey değildir.” Ve çabanın değerli olması, zorluğuna bağlıdır: “Kurtuluş hazırda beklese ve fazla çaba harcamadan erişilebilir durumda olsaydı hemen herkesçe boşlanmaz mıydı? Harikulade olan şeyler ne kadar nadirse bunlara erişim de o kadar zordur.”
Ama 17. yüzyıl Avrupası bunlara hazır değildi. Buda’nın usta sıfatıyla saygı gördüğü noktada Spinoza sapkın damgası yedi. Hollanda’daki kendi Yahudi cemaati önce Spinoza’yı rüşvetle (sesini kesmesi için yılda bin florin) susturmaya, ardından öldürmeye (bıçaklama girişimini Spinoza’nın bol katmanlı pelerini engelledi) kalktı ve sonunda Eski Ahit ağzıyla lanetli ilan etti: “Baruch de Espinoza’yı, melek ve azizlerin yargısıyla aforoz ediyor, dışlıyor ve Yeşua’nın Eriha’ya okuduğu lanetle, Elişa’nın çocuklara ettiği lanetle ve yasada yazılı tüm lanetlerle lanetliyoruz. [Onun] Gecesine lanet olsun, gündüzüne lanet olsun; yatışına lanet olsun ve kalkışına lanet olsun; sokağa çıkışına lanet olsun ve eve dönüşüne lanet olsun (…)” Yani Spinoza’nın yazdıklarını okuyacakların, onunla konuşacakların hatta yanına yaklaşacakların üstüne yıldırımlar yağacaktı. Spinoza şu yanıtı verdi: “Keşke yapmasaydım da bunları duymasaydım dediğim hiçbir şey yok.”
Ölümünden sonra Spinoza’nın yazıları ve fikirleri acımasızca bastırıldı ve benzer görüşleri ancak 19. yüzyılda Schopenhauer ortaya atabildi. Schopenhauer’in id için kullandığı terim, “insanın, bilmediği ve pek farkında olmadığı” dürtülerin egemenliği altına girmesine yol açan “bir kör itici güç” olarak tanımladığı “irade”dir. Schopenhauer, iştahın doymak bilmezliğini eşsiz zarafetle ifade etmişti: “İradenin arzuları sınırsız, talepleri sonsuzdur ve tatmin bulan her arzu bir yenisini doğurur. Dünyada mümkün hiçbir tatmin, iradenin özlemini gidermeye, sınırsız arzularına sınır koymaya ve yüreğindeki dipsiz kuyuyu doldurmaya yetemez.” Bu iştahların en önde gideni cinsel dürtüdür: “Cinsel içgüdüyü reddedebileceğini düşünen insan kendini kandırıyor demektir. Reddedebileceğini düşünebilir ama gerçekte aklın aklı cinsel dürtülerce çelinir ve bu anlamda irade ‘aklın gizli düşmanıdır.'” Seks “Neredeyse tüm insani çabanın nihai hedefidir” ve cinsel baskılanma nevroza yol açacaktır. Schopenhauer, toplumsal ilerleme veya kişisel tatmin umudu görmeyen bir Maniheist değil, müthiş engin görüşlü bir psikologdu: “İstikrarın mümkün olmadığı, her şeyin dur durak bilmeden değişip karıştığı ve ip üstünde sadece ileri giderek ayakta durulabilen bir dünyada mutluluk düşünüldüğü kadar yoktur.”
Nietzsche de heyecanla yepyeni bellediği ama esasen binlerce yıllık benzer fikirlere ulaşmıştı. O da bir bilinçdışı itici güç tanımlamış, “Ben” adını vermişti. “Beniniz, Egonuza ve mağrur çabalarına güler. ‘Bu zihin jimnastikleri nedir ki benim için?’ der Ben. ‘Ancak hedefime ulaşmada dolambaçlı yollar işte. Ego’nun baş kemanıyım ben ve tüm fikirlerinin sebebi benim.'” Ve bu sinsi “Ben” rakiplerin en inatçı ve tehlikelisidir: “Ama bizzat sizin benliğiniz daima karşılaşabileceğiniz en tehlikeli düşmandır; benliğiniz ormanlarda ve mağaralarda size pusu kurar.” Nietzsche durumdan en iyi şekilde faydalanma dürtüsünün tüm canlıların özünde yattığını da sezmişti. “Nerede canlı bir yaratığa rastlasam, orada güç istenci buluyorum.” İnsani organizmanın bitmek tükenmek bilmez çabasınaysa “Kendini-Aşma” tanımını uygun görmüştü. “Yaşam bana açtı bu sırrı: ‘İyi bak, dedi, “ben kendisini sürekli aşması gerekenim.”‘” Ve benin beni aşma sürtüşmesi yaşamı tatmin edici kılmaya yetecek ısıyı üretecekti. Nietzsche zorluğa tipik tumturaklılığıyla kucak açacaktı: “Beni öldürmeyen, beni güçlendirir.”
Freud 20. yüzyılda “ben”in benzer bir ego-id modeline dair, sadece yeni değil, ayrıca kesinlikle bilimsel bir önermeyle geldi. İd üzerinde egemenlik kurmanın yoluysa, idin kurnazlıklarıyla idi en savunmasız anlarında, nevroza açıkken, serbest çağrışım veya düşlerde (id, egonun yönlendirdiği zorlu bir günün ardından parti yapmayı severdi) başa çıkmayı amaçlayan “bilimsel” psikanalitik terapi yöntemiydi. Ama terapistin özel bir kişi olması gerekiyordu: “Eğer hastaya belli durumlarda model olarak hizmet edecek ve diğerlerinde öğretmen rolü üstlenecekse analistin bir bakıma üstün konumda olması gerekir.” Bir başka deyişle analistin bir Buda Üstadı misali esin verici olması gerekmektedir. Ama dünyada hâlâ Üstat sıkıntısı çekiliyor. Model veya öğretmenliğe istekli veya yeterli pek az analist var ve bunların birçoğu zengin nevrozluları yüksek fiyata oturup dinlemekle ya da daha beteri, psikolojik estetik cerrahlarına dönüşmekle yetiniyor. Tiyatro eleştirmeni Kenneth Tynan’ın bir röportajında bir analiste, karısını terk ettiği için duyduğu suçluluğu ortadan kaldırması için para ödediğini hiçbir utanma belirtisi göstermeden açıkladığını gayet iyi hatırlıyorum.
Yakın dönemde yapılan sinirbilim araştırmaları düşünürlerin öne sürdüğü benlik modelini, akılla duygu veya egoyla id arasındaki ayrımın Freud ve öncellerinin öne sürdüğü ölçüde belirgin olmaması haricinde onamaktadır. Joseph LeDoux gibi sinirbilimcilere göre beynin duygusal tepkileri büyük ölçüde amigdala (eski limbik sistemdeki sürüngen beyin), rasyonel tepkileriyse prefrontal korteks (hemen gözlerin arkası) tarafından harekete geçirilmektedir. Yani kabaca söylersek, ego, prefrontal korteks, idse amigdaladır. Ama duygusal beyin düşünebilmektedir ve rasyonel beyni doğrudan amigdalaya bağlanan otoyoluyla birlikte, duyguların büyük etkisi altındadır. Ve duygusal beynin pek çok dürtüsel tepkisi (örneğin sezgi) iyiyken, rasyonel beynin birçok dürtüsel olmayan tepkisi (örneğin kendini kandırma) kötüdür. Yani egonun kahraman, idin kötü adam olduğu yargısı öyle tam doğru değildir.
Ama genelde rasyonel beyin duygusal beyinden daha bilgece kararlar alır. 19 yaşındaki, gayet kararlı, tıp okumayı, erkek arkadaşıyla evlenmeyi ve kendi yoksul semtinde bir pediatri kliniği açmayı planlayan Mary Jackson vakasına bir bakalım. Jackson birdenbire derslerini bırakmış, içmeye, kokain kullanmaya, önüne gelenle yatmaya ve eleştirildiğinde şiddet yüklü öfke patlamaları sergilemeye başlamıştı. Sonunda nörolog Kenneth Heilman’a yollandı ve doktor yaptığı beyin taramalarından birinde prefrontal kortekse büyük hasar vererek korteksin dürtülere karşı koymasını ve uzun vadeli hedefleri korumasını engelleyen kocaman bir tümör keşfetti. 20. yüzyılın ortalarında birçok cerrah, epilepsiden şizofreniye birçok bozukluğu tedavi ettiği düşünülen frontal lobotomi uygulayarak aynı etkilere yol açmıştır. Binlerce hapishane ve akıl hastanesinde kullanılmış bu gaddar teknik, prefrontal korteksle beynin bağlantılarını koparmak üzere gözkapağı altından sokulan bir neşterin kemiklere çekiçlenmesini içerir. Nobel Ödülü fikrinden büyülenen herkesin bu ödülün 1949’da lobotomi işleminin öncülüğünü yapan iki cerraha verildiğini aklında tutması gereklidir.
Sinirbilimci Jonathan Cohen duygusal ve rasyonel beyin arasındaki çatışmayı, denekleri bir tarayıcıya sokup önlerine derhal bir hediye çeki kazanma veya birkaç hafta sonra daha büyük miktarda bir çek kazanma seçeneklerini sürmek suretiyle gözlemlemiştir. Derhal hediye çeki alma vaadi duygusal beyni harekete geçirirken, daha yüklü bir çeki birkaç hafta sonra almak fikri rasyonel beyni, yani prefrontal korteksi hareketlendirmiştir ve seçimleri en güçlü hareketin yaşandığı bölge belirlemiştir. Cohen insanlık tarihinin en eski mücadelesine, egoyla idin bilek güreşine tanıklık eden belki de ilk kişidir. Çoğunlukla idin kazandığını burada açıklamak, prefrontal korteksimi üzüyor doğrusu.
Michael Foley
Saçmalıklar Çağı