Gabriel Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” Eseri Üzerine – Ian Johnston

Gabriel Garcia MarquezRomanda resmedilen, bitmeyecek gibi görünen iç savaş, doğrudan doğruya, Kolombiya’da 1885-1902 yılları arasındaki iç savaşlardan birine dayanmaktadır. Nitekim Albay Aureliano karakteri ile yazarın büyükbabasının, emrinde savaştığı General Rafael Uribe Uribe arasında pek çok benzerlik vardır. Uribe’in savaşı, romanda da yer alan, 1902’deki Neerlandia Antlaşması ile sona ermişti. 1900 ile 1928 yılları arasında Kolombiya’yı Boston’un birleşmiş Mahsul Toplama Şirketi devralmıştı. Ortaya çıkan işçi sorunu 7 Ekim 1928’de, 32.000 işçinin katıldığı toplu grevle sonuçlanmıştı. Bunun üstüne hükümet, işçilerle savaşmak üzere askeri birlikler gönderdi; 5 Aralık 1928’de Cienaga’da bir katliam yaşandı. Bu bilgilere ek olarak, romanı anlamamız açısından en önemli bilgiyse şu; yazarın ailesi ve kendisi de bu katliamın içindeydi.

“Gerçeklerle üzülmeyeyim diye büyükannem bana fanteziler uydururdu, diye bir hikâye de anlatır.”

Bu derse bir soruyla başlamak ve ardından, bu soruya yanıt arayanın araştırmaktan hoşlanabileceği birkaç olası açıklama önermek istiyorum. Sanırım, hepimiz bu romanın hayranlık uyandıracak derecede zengin bir metin olduğunda hemfikiriz, bu yüzden bu roman hakkında son sözü söyleme gibi bir niyetim yok. Ama romandaki bazı örüntüleri inceleyerek, belki aydınlatıcı olabilecek birkaç gözlemin şekil almasına yardımcı olabiliriz.
Bu yüzden, romanı aşağıdaki aşamalar dahilinde ele almayı öneriyorum:
Öncelikle, Yüzyıllık Yalnızlık’ı, kelimenin geleneksel anlamında, bir epik olarak düşünmek ve bu düşünceden hareketle yorumlayıcı bir sorunun çerçevesini çizmek istiyorum.

İkinci olarak, bu romanın yarattığı karmaşık etkilere bakmayı öneriyorum: Baştan sona, konuda ve karakterlerdeki dikkat çekici derecede enerji dolu ve eğlendirici yaratıcılığın altını çizen, trajik bir ironiyle kaynaşmış harikulade bir mizah anlayışı.

Üçüncü olarak, hesap kitapla, kısmen de olsa, bu karmaşık etkiler açısından, şu iki önemli yüze de bakma isteğindeyim: Romandaki ikili zaman anlayışı ve büyülü gerçekçilik biçemi.

Son olarak da tüm bunları yan yana koyup başta ortaya atılan soruya yöneleceğim. Bu romanın, anlattığı dünyanın toplumsal ve siyasi gerçeklerini gözler önüne sermede gerçekten, derinlikli ve önemli bir şeye sahip olduğunu ve Kuzey Amerikalıların bu temayı tam anlamıyla anlamasının zor olabileceğini anımsatmak isterim.

Bir Epik Olarak Yüzyıllık Yalnızlık

Bence burada, geleneksel edebi terimler açısından tam anlamıyla epik bir eseri ele alıyor olduğumuz açıktır: Bir halkın tarihçesindeki belli bir kültürel dönemi incelememiz için muazzam bir olanak sunan uzun, kurgusal bir öykü. Roman, bir yerleşim alanının, Macondo’nun kuruluşunun, gelişiminin ve yokoluşunun ve o kasabanın en önemli ailesi Buendíaların tarihi. Bu ikisinin tarihsel öyküsünü takip ederken, her büyük epik eserde olduğu gibi, insan uygarlığının belli bir döneminde, eşi benzeri olmayan bir grup insanın, hayatlarını nasıl düzenlediklerine dair bir resimle karşı karşıya getiriliriz (örneğin, tıpkı üstünde çalıştığımız öteki büyük epik Odysseia’da olduğu gibi).

Pek çok epik gibi, bu romanın da belli bir halkın tarihsel gerçekliğiyle bağlantıları var; bir Latin Amerika ülkesi olan Kolombiya’nın 19. yüzyılın başlarında (1810-1825) İspanya’dan bağımsız hale gelmesinden başlayarak gelişimi konu ediliyor. Romanda resmedilen, bitmeyecek gibi görünen iç savaş, doğrudan doğruya, Kolombiya’da 1885-1902 yılları arasındaki iç savaşlardan birine dayanmaktadır diye görülebilir, nitekim Albay Aureliano karakteri ile yazarın büyükbabasının, emrinde savaştığı General Rafael Uribe Uribe arasında pek çok benzerlik vardır. Uribe’in savaşı, romanda da yer alan, 1902’deki Neerlandia Antlaşması ile sona ermişti. 1900 ile 1928 yılları arasında Kolombiya’yı Boston’un birleşmiş Mahsul Toplama Şirketi devralmıştı. Ortaya çıkan işçi sorunu 7 Ekim 1928’de, 32.000 işçinin katıldığı toplu grevle sonuçlanmıştı. Bunun üstüne hükümet, işçilerle savaşmak üzere askeri birlikler gönderdi; 5 Aralık 1928’de Cienaga’da bir katliam yaşandı. Bu bilgilere ek olarak, romanı anlamamız açısından en önemli bilgiyse şu; yazarın ailesi ve kendisi de bu katliamın içindeydi. Daha sonra da tartışacağım gibi, bu nokta, epiğin siyasi duruşunun ne olabileceğinin anlaşılmasında kilit noktadır.

Tarihçeden söz ettim, ancak, bunu romanın değerini anlayabilmek için tarihi gerçekleri bilmek gerekir diye düşündüğümden değil, Yüzyıllık Yalnızlık’ın da öteki pek çok büyük epik, Moby Dick, The Song of Roland, Savaş ve Barış gibi, gerçek ya da hayal ürünü, belli bir halkın tarihinden temellendiğini açıkça göstermek için yaptım bunu.

Romanın bu epik niteliğini belirttikten sonra, ortaya atmak istediğim ilk soru şu: Bu roman yaşamın hangi niteliklerini övüyor? İncelememiz gereken toplumsal-siyasal görüşün doğası nedir? Halkı ve Macondo toplumunu yargılamaya nasıl yönlendiriliyoruz? Bu, iddia ediyorum ki birkaç eleştirmenin de belirttiği gibi, romanın, her okuru sormaya zorladığı epeyce açık bir soru:

“Yüzyıllık Yalnızlık’ın … hakkıyla, belki de Latin Amerika romanları içinde en iyisi olduğunu iddia edilebilir; böyle bir iddia yerinde olacaktır, çünkü Buendía ailesinin öyküsü açıkça, Bağımsızlık’tan bu yana kıta tarihçesi için, yeni sömürgeci dönem için bir metafordur. Bunun ötesinde, inanıyorum ki, aynı zamanda Latin Amerika tarihine ilişkin mitlerin de üstünde bir öyküdür.” (Martin, s. 97)

Ondan başka herhangi bir romancının, bir ülkenin sosyopolitik yapısı ile karakterlerinin davranışları arasındaki yakın ilişkiyi böylesine keskin, böylesine dosdoğru görmüş olabileceğine inanmıyorum. (Angle Rama, aktaran Martin, s. 107)

Peki, romanda anlatılan uygarlık deneyiminden çıkarmamız istenenler nelerdir?

Olası bir bilgi kaynağı olan yazar, romanında siyasi bir “mesaj” var mı yok mu tartışmasına girmeyi reddederek bu konuda inatla sessiz kalmıştır. Bu kültürle bağları yeterince açıktır, çünkü ömrünün ilk sekiz yılını Aracataca’da, “Kolombiya kıyılarına çok uzak olmayan, muz kokulu kasabada” geçirmiştir. Ancak, açıklamalara göre, “O zamandan bu yana başına ilgi çekici hiçbir şey gelmedi.” “Gerçeklerle üzülmeyeyim diye büyükannem bana fanteziler uydururdu, diye bir hikâye de anlatır.” (James, s. 66) Bu ikinci yoruma daha sonra döneceğiz. Romanın konusu üstünde ısrar edildiğinde Márquez, gerçekten, ensest hakkında bir roman yazmak istediğini de söylemişti.

Kimi okur, romanda hatırı sayılır derecede siyasi anlam gördüyse de bu siyasi “mesaj”ın ne olduğuna dair bir uzlaşıya varamadılar. Çünkü roman, birbirleriyle çelişiyor olsalar da her türden siyasi yorumu kendine hayran etmiştir. Bir yazar, haklı gerekçelerle, bu romanda her tür siyasi bakışı destekleyen bir şey olduğuna işaret etmişti: “[Romanın] cazibesi tüm ideolojileri cezbeder: Solcular, onun toplumsal mücadeleleri ve emperyalizm portrelerini ele alışını beğenir; muhafazakârlar, bu mücadelelerin suiistimal edilişleri ve/veya başarısızlıkları ve ailenin ayakta kalan, destekleyici rolüyle yüreklendirilir; nihilistler ve tevekkül içinde olanlar bedbinliklerinin teyit edildiğini görürler; apolitik hazcılarsa anlatılan seks ve kabadayılık taslama öyküleriyle avutulurlar.” (Bell-Villada, s. 93)

Bunlara bir de romandaki toplumsal-siyasal temaları görmeyi reddeden ve suya sabuna dokunmadan okunduğu için bu kitabı seven okurları da ekleyebiliriz. Her ne kadar ben daha geniş çıkarımlar yapılabileceğini iddia etmek istesem de Yüzyıllık Yalnızlık kesinlikle harikulade ve popüler bir metindir, tarihi köklerinden ya da siyasal çıkarımlarından bihaber olanlar bile bu metinden keyif alabilir. Latin Amerika dışında da olay yaratmasının, bu kadar popüler olmasının asıl nedeni şu da olabilir: “Bu kitap Latin Amerika yayıncılık tarihinin ilk gerçek uluslararası çoksatarıdır” (Martin, s. 98), çünkü yazar bu kitabıyla 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı.

Romandaki Büyülü Gerçekçilik

Ortaya attığım soruya, bu roman eğer bir şeyi övüyorsa, o nedir sorusuna yanıtımı açıklayıp romanın iki açık gerçeğine değinmek ve ardından bu iki gerçeği temel alıp birkaç olası yorumu yapılandırarak devam etmek istiyorum. Bu yorumları sunarken, romanı okuma deneyimim karşısında, bu merak ve heves uyandırıcı deneyim karşısında dürüst kalmaya çabalıyorum. Bir yandan bu roman harikulade eğlendirici bir mizaha sahip, hiç beklenmedik, nefis olaylar ve karakterlerle dolu; bu yüzden de olağanüstü coşku verici bir deneyim onu okumak. Öbür yandan, bence bu romanın insanın içine işleyen yanı; güçlü ironi anlayışı, hâkim olan hüznün alttan alta kuvvetli bir şekilde verilmesi ve trajik bir çaresizlik duygusu. Yazımın devamında, bu duygusal karşılıkları romanda öne çıktıları yerlerle eşleştirmeye çalışmak istiyorum.

Sanırım burada öncelikle, romanın karakterlerinin ve olaylarının çiziminde, bu sıra dışı insanlar ve ilginç olaylarda, hayranlık uyandıracak kadar yaratıcı hayal gücünü gözlemlememiz gerekir. Roman, hayrete düşüren ve keyif veren yanını hiç kaybetmiyor. Romanda, kimle karşılaşırsak karşılaşalım, hemen ondan umulmadık bir şey beklemeyi öğreniveririz; rengârenk, özgün bir şey – kelebek sürüsü gibi güzeli anımsatan anlardan çikolatayı büyüyle havaya kaldıran papaz gibi satirik anlara, osuruğu evdeki çiçekleri öldürecek kadar kuvvetli olan ya da bira şişelerini penisinin üstünde dengede tutmaya çalışarak evde dolaşıp duran karakterler gibi açık saçık, eğlenceli seksin erotik sahnelerine kadar. Buradaki mizah gücü, namını hak ediyor. Karakterler, romanın büyük bir bölümünde iki boyutlu olabilir ve kimileriyle yalnızca bir iki sayfada karşılaşabiliriz, ancak, romanın dünyasında baştan sona bir canlılık ve hayret duygusu vardır; bu öykünün yazılmasındaki zorluk da işte buradadır.

Bu üstünlüğün önemli bir bölümü biçemden kaynaklanmaktadır; “büyülü gerçekçilik”, geleneksel natüralist kurgu anlayışımızı ortadan kaldırır. Macondo dünyasında apaçık büyülü olan bir şeyler vardır; bu durum, gerçek coğrafi yer kadar, hatta ondan da çok, zihinsel bir durumdur. (Var olan fiziki görünüm hakkında çok az şey öğreniriz örneğin.) Bir kez içine girince de yazarın hayal gücünün bize sunduğu her ne varsa onlarla karşılaşmaya hazırızdır.

[“Büyülü gerçekçilik” terimi Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından, 1925 yılında, “gerçekliğe büyülü bir bakış”ı tanımlamak için icat edilmiştir. “Roh’a göre bu, post-ekspresyonist resim ile (1920-1925) eşanlamlıydı, çünkü günlük hayatın gerçekliği içinde saklı duran gizemli unsurları gözler önüne seriyordu. Büyülü gerçekçilik, insanın, gerçek dünyanın harikalarından önceki hayretini ifade etmişti.”(Williams, s. 77)]

Romanın başından sonuna dek fantastik olanla olguların birbirine harmanlanması okuru tam sınırda ve hep hayal gücüne dayalı bir beklenti içinde tutuyor, özellikle, hayalleri ardı arkasına hüsrana uğrayan Buendía erkeklerinin öyküsündeki, sürekli eğlence, yenilik ve keyif kaynağı olan entrikalar söz konusu olduğunda.

Romanın bu niteliği okuyan herkesin anlayacağı kadar açıktır, bu yüzden burada bunu tartışma niyetinde değilim. Psikolojik natüralizme düşkün kimi okurlar, fantezinin kurgunun hayali dünyasıyla daha “gerçekçi” bir bağlantı kurma taleplerine engel olduğu sonucuna pekâlâ varabilirler. Bu dersin sonuna doğru sözünü edeceğim gibi, yine de fantezi ile gerçeklik arasında bence önemli bir bağ var; yani iki apayrı unsur değiller. Aslında bu romanın özellikle önemli olan noktası, burada resmedilen uygarlığın pek çok açıdan yaşamın gerçekliği ile fanteziyi sık sık karşı karşıya getirmesi; çünkü bu uygarlık, yaşamı tarihi bir olay olmaktan çok, bir fantezi olarak yaşıyor. Ama bu konuya sonra devam edeceğim.

Yukarıda da söz ettiğim gibi, tüm bu keyfin yanında, yine de altta yatan güçlü bir ironi, hüzün, öfke ve trajik alınyazısı karışımı hissediyorum. Çünkü bu, bir kasabanın ve bir ailenin başarısızlığının öyküsüdür, çünkü tüm o harikulade canlılıkları nihayetinde ve geri döndürülemez bir biçimde yeryüzünden silinmiştir. Tüm bu keyif dolu fantezinin ortasında şiddet, zulüm ve keder var – her bir karakterin önünde sonunda içine düştüğü “yalnızlık”ın ana malzemesi. Bu, kendini okurun romandan çokça aldığı mizahi keyfin güçlü bir niteliği olarak yapılandırıyor.

Sanırım böyle nitelikleri kendi toplumlarında hissetmeyen bizden birilerinin muhtemelen yapacağı gibi, şiddet ve kederi aşırı duygusallıkla karşılamamak önemli. Bu romanda hüzün, başarısızlık, derin keder ve ansızın yıkan akıldışı ve açıklama kabul etmez şiddet hep var. Ve biz romanı nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bunları tastamam hesaba katmalıyız, ciddi ironik niteliklerden uzak durup mizahi yaratıcılıkların ya da fantezinin tadını çıkaralım diye bunları küçümsememeliyiz.

Doğrusal Tarih Olarak Romanda Zaman

Bu ikili karşılığı keşfetmeyi sürdürerek romanın çok belirgin bir özelliğine işaret etmek istiyorum; doğrusal ve döngüsel olmak üzere iki zaman duygusuyla işleyiş. Bu iki duygu arasındaki etkileşimler romanın en önemli etkilerinden birkaçını yaratıyor.

Önce, Macondo kasabasının tarihçesinde güçlü bir doğrusal gelişim duygusu olduğunu görüyoruz. Kasabanın öyküsünü, kuruluşundan çeşitli evrelerden geçerek modern bir kasabaya dönüşmesine, çöküşüne ve nihai ve geri dönüşü olmayan yokoluşuna kadar takip ederiz. Genel olarak, kasabanın doğrusal tarihçesi dört kısma ayrışır: Ütopyacı masumiyet ve toplumsal uyum, burada Macondo cennet gibidir, sakinleri o kadar masumdur ki kimse ölmemiştir ve şeylere isim bile vermemişlerdir, dünya “o kadar yenidir ki pek çok şeyin ismi yoktur ve onları kastetmek için göstermek gerekmektedir” (bölüm 11). Bu kısım, kitabın ilk beş bölümünü kapsar. Sonra öykü, birkaç iç savaşta ve devrimdeki askeri çatışmalara (bölüm 6-9), ardından ekonomik refaha ve manevi çöküşe (bölüm 10-15), sonunda da yıkılış ve fiziksel yokoluşa yöneliyor. (bölüm 16-20)

Metin, çoğu bölümünde, doğrusal zaman duygusunu takip eder şekilde sunulur bize, böylece bu doğrusal öykünün kabaca neresinde olduğumuzu hep biliriz. Bir de cereyan eden birkaç “istila”nın doğasından dolayı biliriz bunu. Sıklıkla yabancılar son teknolojiyi ya da bürokrasiyi getirerek gelirler: Çingeneler, hükümet görevlileri, papazlar, çeşitli askeri güçler, her yerde hazır ve nazır olan avukatlar, demiryolları, Amerikalı kapitalistler, bisikletleri ve uçak tutkularıyla Avrupalılar vb.

Bu istilaları, kasabanın kontrol edemediği ve apansız gelen olaylar olarak tekrar tekrar yaşarız. Ve çoğu durumda halkın hemen nasıl tepki vereceği konusunda bir anlayışı yoktur. Şahit olduğumuz tepkiler, José Arcadio’nun çingenelere yanıtından vatandaşların telefona ve sinemalara tepkisine kadar, çoğu kez hayrete düşürecek derecede eksantrik ve önceden kestirilemezdir, ama Macondo dünyasında değişmez bir özelliğe işaret ederler: Halkın yabancı istilalarıyla başa çıkamayacak kadar güçsüz oluşu.

Macondo’nun başlangıçta neredeyse kazara kurulduğu sonucuna varırsınız. Buendía seferinin durmaya karar verdiği yerde oluşuvermiş gibidir. Orada durmalarının belirli bir nedeni yoktur ve birkaç doğal engelin arasında oldukları dışında kimse nerede oldukları hakkında kesin bir bilgiye sahip değildir, tek bildikleri, uygarlıkla tüm bağlarının kesik olduğudur. Böylelikle bulurlar Macondo’yu, aynalar ve seraplar şehrini, masum ve köylü bir topluluğu, tarih duygusu ya da belirli bir orada olma nedeni olmayan topluluğu. Bu, geçmişinden kaçma yolları arayan, ama haddini aşan hayalleri yüzünden âciz kalan José Arcadio’nun topluluk için siyasi bir gelecek yaratma yolundaki hayali heveslerinin bir ifadesidir.

Buendía ailesinin gelişimi de bir anlamda bu doğrusal zaman duygusunun altını çizmektedir, çünkü biraz, parçası oldukları tarihsel dönemi simgeleyen bir dizi şahsiyet ortaya koyarlar. Baba José Arcadio bir anlamda, pek çok ilgi alanı olan ve tutkulara, çabalara önderlik eden bir Rönesans adamıdır; oğlu Aureliano iç savaşlara katılan büyük bir askeri lider olur; sırası gelince de onun yerini girişimci bir çiftçi burjuvası, bir aile adamı olan Aureliano Segundo ve Amerikalı kapitalistler için çalışan, radikal işçi örgütleyicisi olan ikizi José Arcadio Segundo alır. Böyle devam eder. Yani kuşaktan kuşağa ilerledikçe güçlü bir doğrusal kuvvet hissederiz; bu, çoğunlukla dışarıdan dayatılır, Macondo’daki olaylara yön verir.

Döngüsel Tarih Olarak Zaman

Ama tüm bu güçlü doğrusal tarih anlayışının yanında, Macondo halkının bu doğrusal gidişe tepkisi, özellikle Buendía ailesinin tepkisi ikinci bir zaman duygusu yaratır: Neredeyse saplantılı olarak döngüsel tarih. Çünkü asıl meşguliyetlerindeki, kişiliklerindeki görünür değişiklikler daha önceki kuşağın yaşantılarını tekrar eder durur.

Bu saplantılı tekrar, kader diye algılanır. Kişinin bir kez adı konuldu mu artık, hayatının başlıca özellikleri belirlenmiş demektir ve o kişi, atalarının hayatındaki olayları tekrar etmeye mahkûmdur. Ursula’nın belirttiği gibi:

“Aurelianolar içekapanık ama aklı başında kişilerken, José Arcadiolar atılgan ve girişimci ama trajik bir biçimde damgalanmış kişilerdir.”

Ölümleri bile âdeta buna göre takdir edilmiştir. José Arcadiolar cinayete ya da bir hastalığa kurban giderken, üç Aureliano da gözleri açık ve akli melekeleri yerinde olarak ölür. Hepsi de kendilerine dayattıkları onlarca yıl sürebilecek bir yalnızlık sürgününe dayanamayarak ölür.

Bu tekrar duygusu dolayısıyla, cinsel kahramanlıkların ve hayali planların durmadan sunduğu mizahi enerji “muhtemelen yararsız önceki aksiyonların kaçınılmaz tekrarı”ndan kaynaklanan ironiyle baltalanır hep (Williams, s. 80); kitaptaki en önemli imgelerden biri de bunu belirtir:

“Bir Buendía’nın yüreğinde [Pilar Ternera’nın] idrak edemeyeceği hiçbir sır yoktu, çünkü yüzyıllık kartlar ve deneyimler ona ailenin tarihçesinin bir önlenemez tekrarlar makinesi, sanki ilerlemek ve dingilin çare bulunmaz yıpranışı olmasa ebediyen dönüp duracak olan bir tekerlek olduğunu öğretmişti.”

Bu tekerleğin genellikle düzensiz döndüğünü izlemekten büyük keyif alırız, ama dingilin yıprandığının ve er geç kırılıvereceğinin de gitgide daha çok farkına varırız.

Bunu söylemenin başka bir yolu da belki Macondo halkının ve Buendíaların çoğunlukla hayat dolu ve hayret verici bir bugünlerinin olduğunu, ama hayatlarının er ya da geç anlamını yitireceğini, çünkü kendi tarihlerinin kontrolünü ele geçirmekten âciz olduklarını görmektir. Nostalji olarak bildikleri dışında geçmişlerinin büyük bir bölümünü bilmezler, eğer halihazırda etkin durumdaysalar saplantı içindedirler ve gelecekleri yoktur.

Buendíalar: Erkekler ve Kadınlar

Romanda önde gelen ailenin karakterleri şematik olarak düzenlenmiş gibidir (José Arcadiolar ve Aurelianolar olarak). Bu roman, başlıca ilgi alanının belli başlı karakterlerin içsel dramlarından kaynaklanan o psikolojik romanlardan biri (mesela Virginia Woolf’un kitapları gibi) değildir. Biz burada çoğunlukla, belirli tematik noktalar oluşturmak üzere düzenlenmiş iki boyutlu mizahi icatları ele almaktayız.

Erkekler, gördüğüm kadarıyla, kendi hayatlarını saplantılı bir şekilde tekrarlamalarıyla tanımlanmış. Hayret verici bir enerji ve zekâyla dolular, tutkulu projelerini ya da ateşli cinselliklerini harekete geçiren de bu, uzun soluklu bir başarıyı kavramaktan âcizler ve daha önceki projelerine yöneltilen aşırı öfke karşısında boyun eğmiş durumdalar ya da hayatları, zorla hayatlarına girmeye devam eden akıldışı bir şiddete uğramış durumda.

Kadınlar da tiplere ayrılma eğiliminde. Ursulaların sağduyulu enerjisi ve azmi, kurucu kadının özellikle katı, ahenksiz anaerkil iradesi, aile dışından daima erotik kişilerle karşı karşıya gelmiş durumdadır: Pilar Ternera ve Petra Cotes. Remediolar denen bu kadınlar hiç olgunlaşmaz, ya genç ölürler ya da ortadan kaybolurlar.

Kadınlar çoğunlukla gündelik gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı, erkekler kadar saplantılıdır, ama bu saplantı gündelik hayatın rutin işlerinedir. Ursula hayatı boyunca ensest tabusuna karşı savaşır ve Fernanda da hayatını, kural tanımaz bir eve yüce İspanyol Katolikliğinin katı emirlerini kabul ettirmeye adamıştır. Spekülatif şeylerle hiç ilgilenmezler. Hayatlarının merkezi ev ya da erotik ilişkilerdir. Açıkça ifade edersek, bu romanda erkeklerin gerçeklik ilkesinin yokluğundan mustarip, kadınlarınsa bu gerçekliğin içine gömülmüş olduğunu gözlemleyebiliriz.

Güçsüz ve istikrarsız erkeklerin imkânsız hülyaları ile kadınların ayakları yere basan, eve bağlı düzeni ve istikrarı arasında bir orta nokta bulmaya yarayacak becerileri eksik gibidir. Ve bu becerisizlik burada hem erkeklerin hem de kadınların yokluğunu çektiği şeyin ne olduğunu gösterir bize; yaşadıkları ve kendi tarihsel kaderlerini biraz olsun kontrol edecekleri daha geniş, gelişen dünyaya ayak uydurma becerisi. Macondo’nun sakinleri gibi onlar da seraplar şehrinin illüzyonlarının kurbanıdır ve yaşarken diktikleri kişisel yapılarının da hepsi başarısız olur ve onları zalim, süregiden bir yalnızlığın içine iter.

Bu anlayışa göre, romandaki “büyülü gerçekçilik”, natüralizmden bıkmış Kuzey Amerikalı okurları tavlamaya yarayan biçemsel bir araçtan çok daha fazla bir şey. Fantezi bu halkın, özellikle erkeklerin, kendi tarihlerini tecrübe etme şeklinin en önemli parçasıdır ve böyle bir fantezi, bu tür projelerin maruz kaldığı dış istilalara ya da zamanın etkilerine rakip olamayacağından, tüm fantezileri başarısızlığa mahkûm. Hatta bu, Márquez’in, halkını anlattığı bu epik romanda (tabir yerindeyse) “övdüğü” başlıca noktalardan biridir.

Peki roman Latin Amerika hakkında ne söylüyor?

Kuzey Amerikalılar gibi biz de bir kadere meydan okuma meselesi olarak (kişisel ve ulusal) kendi tarihimizi düşünmeye daha çok alışkınız: Canımızın sorumluluğunu alabileceğimiz, planladığımız hayatı kurabileceğimiz ve devam ettirebileceğimizden eminizdir; böylece, içine doğduğumuz dünya yaşadığımız dünyaya dönüşecektir. Ülkemizin ve çoğunlukla ailelerimizin tarihçesi muteber hayat tercihi örnekleriyle doludur. Anlam dolu bir yön ve bizi oraya yöneltecek ortamlar olduğu konusunda hissettiğimiz güçlü duygudan emin olarak yapmışızdır bu tercihleri.

Ancak, Márquez’i yorumlayanların çoğunun da belirttiği gibi, Latin Amerika’da durum böyle olmayabilir, onların kültüründe, “… akıldan çıkmayan bir tema. …. Latin Amerikalıların bildik ve süregiden meselesi: Çok da gerçek bir halk olmadıkları, dünyalarının tamamen gerçek bir dünya olmadığı korkusu. Bu, metafiziksel ya da epistemolojik bir sorun değil, Kafka’nın ya da Beckett’in Avrupalı ıstırabı da değil ve hızla değişen toplumsal ve fiziksel manzarayla yüzleşen Kuzey Amerikalıların rahatsızlığı da değil. Bu, eski ve mahrem bir duygu; bir oyuncunun bitmek bilmez kariyeriyle yıpranması, bu başımıza gelenler gerçekten başımıza gelmiş olamaz, her şey doğru olamayacak kadar çok fantastik ya da çok zalim, tarih göründüğü gibi bir farstan ibaret olamaz, gündelik hayat yalnızca, toz ve böceklerle birlikte kaybedilen bir mücadele olamaz, bu hastalık, içki, tören, keder ve ani ölüm döngüsü var olan tek şey olamaz diyen bir duygu.” (Wood, s. 37)

Bu noktanın, tarihin zalim bir fars olduğu duygusunun, fantezi olarak yaşanıp hemen unutulduğunun üstünde durmak gerekir, çünkü Márquez’in bu romanı yazarkenki başlıca amaçlarından biri pekâlâ okurlarını güçlü bir “böyle bir tutumun trajik yararsızlığı” duygusuyla baş başa bırakmak olabilir. Hatırlamalı, Macondo faslını kapatmalı ve kendimize yeni bir tarih inşa etmeye başlamalıyız.

Eğer bu tutum size çok ciddi ve kavranması zor geliyorsa, şunu hatırlamakta yarar var; geçen hafta sonu Buenos Aires’te Plaza de Mayo Anneleri hâlâ yetkililerden 1970’lerde Arjantin’de keyfen işkence edilen ve öldürülen binlerce kişi hakkında bir açıklama bekliyordu. Bu insanlar –“kayıplara karışanlar” deniyor bunlara– öyle görünüyor ki, olan biten hakkında bir açıklama yapılmaksızın uzun zamandır ortada yoklar. Ölmüş olduklarına itiraz edecek çok az kişi çıkar. Nasıl ya da neden öldürüldüğü, bazı davalarda da öldürülüp öldürülmediği hâlâ inceleme altındadır. Bu gibi olayları göz önüne aldığımızda, Márquez’in “büyülü gerçekçilik”le yazılmış sayfalarında yer alanların, birçok yerde karşımıza çıkan, gazetelerde hâlâ basılan, örneğin Globe and Mail’in ön sayfasında resmedilen zalimce öldürme fantezileri ile bunların unutulması gerçeğinden pek de uzak olmadığı sonucuna varabiliriz. (bkz. Globe and Mail, 25 Mart 1995 Cumartesi, A1 baskısı)

Marksist eleştirmenler de “toplumu yöneten kurallar yönetici sınıf tarafından konulduğu sürece kendi kaderlerini tayin edemeyen bu yerler böyle akılcı temel ilkelerden yoksun yaşarlar” diye ısrar edip tarihin bir fantezi olarak tecrübe edildiği üstünde durmuşlardır. Bu yüzden, iddia ederler ki, Márquez’in romanı hayat bir rüyadır demiyor, daha çok “aşağı yukarı beş yüz yıllık bir sömürgecilik tarafından gerçekdışılık ve sahtelik dayatılmış” Latin Amerika hayatı bir rüyadır diyor “ve bir rüya, kalıcı bir kâbus halini aldığında artık uyanma vakti gelmiş demektir.” (Martin, s. 104)

Boş eylemlerin sonu gelmez tekrarı, toplumsal ve ekonomik canlılığı olmayan bir kapitalist toplum için idol üreten bir cevherdir. Bu anlayışla, albayın sonu gelmez çatışmaları, onun küçük altın balığı tekrar tekrar yaratmasıyla aynı şeydir: İkisi de eylem olsun diye bir eylem paradigması sunarlar (ya da üretim olsun diye üretim, hiç kâr getirmeden) [oğul sahibi oluşunun da bu tarz bir “üretim” olduğuna dikkat ediniz]. Macondo, ülkesindeki siyasi ve ekonomik süreçlerde asla sahici bir katılımcı olarak görev almaz. Her zaman en iyi yaptığı iş kenarda kalmaktır. Hatta metinde anlatıldığına göre, Macondo’da kendi idari konumunu kurduktan sonra bile, Moscote “göstermelik” bir otoriteden başka bir şey değildir. Ulusal politika, Macondo hayatının bütünleyici bir parçası olmaktan çok, kargaşa ve karışıklık üretir. Evlerinin badanasını bir liberallerin, bir muhafazakârların rengine göre yapıp tekrar tekrar boyadıktan sonra nihayet, Macondo sakinleri ne olduğu bilinmez renkte evlere sahip olur; bu aslında, iki geleneksel partinin de başarısızlığının bir simgesidir. (Williams, s. 85)

Aynı noktayı Gerald Martin de vurgulamıştır:

“Yüzyıllık Yalnızlık romanında hiçbir şey halkın beklediği gibi olmaz; her şey onları şaşırtır; hepsi başarısızlığa mahkûm olur; hepsi hüsrana uğrar; başkalarıyla uzun süreli bir ortaklık kurmayı başaran azdır ve çoğunluk bunu hiçbir zaman başaramaz. Eylemlerin çoğu –ilk bakışta romanın bütününün yapısı gibi– döngüseldir .… Denizi ekip biçenler, kendi hayatlarına amaç bulamamışlardır, verimli olmayı başaramazlar, kaderlerinin kısırdöngüsünü kıramazlar. Kısacası kendi tarihlerini kendileri yapamazlar …. Bunun olası tek açıklaması, kendi hayatlarını bir başkasının değerleri adına yaşadıkları olacaktır. Çünkü yalnızlık (araştırmayla beraber) Latin Amerika tarihinin ana temasıdır: Boş bir kıtada terk edilmişlerdir, çok büyük bir kültürel boşluk içindedirler, asıl yuvalarından binlerce mil uzakta ıssız bir adaya bırakılmışlardır. 16. yüzyıl İspanyası’nda tasarlanan .… karakterler 18. yüzyıl sonu Aydınlanma döneminde uyanırlar .… ama inşa etmedikleri bir dünyaya ayak uydurmaktan âcizdirler. Romanın hayali yüzyılı boyunca, dışarıdan (çingeneler) tek tük ve parça parça baskılar gelir, bunlar da Bağımsızlık dönemindeki baskıların 1960 başlarına uzantılarıdır .… Bu anlatılanların ışığında roman, ‘büyülü’ gerçekliktense sömürgeci tarihin bireysel ilişkiler üstündeki genel etkisiyle daha çok ilgili gibidir: çünkü temalar döngüsellik, akıldışılık, kadercilik, izolasyon, batıl inanç, fanatizm, çöküş ve şiddettir. Bu konuların, içsel mi, yoksa tarih tarafından üretilmiş mi olduğu konusundaki karar, felsefi ya da bilimsel bir tespit olduğu kadar siyasi bir karardır da.” (Martin, s. 106)

Baba José Arcadio Buendía’nın hayatına kısaca bakacak olursak, metnin ritmi içinde gözler önüne serilen bu temel noktaları görebiliriz. Onun öyküsü bir akraba evliliği yapmasıyla başlar, erotik tutkuları ve maço gururu bu öyküyü ani ve gaddarca bir cinayete götürür. Bu, onu ve karısını daha içerilere taşınmaya iter. Macondo’yu bulurlar, belirttiğim gibi, az çok kazara bulmuşlardır burayı.

Büyük bir enerji, hırs, yetenek ve hayal sahibi bir adamdır ve önceleri çabaları kayda değerdir. Bilgi, özellikle de bir marifet elde etmek ve ondan yararlanmak ister, çünkü onu coğrafi mahpusluğundan ve kasabanın büyüye bağımlılığından bu kurtaracaktır.

Ancak, José Arcadio büyüyü bilgiden ayırmaktan âcizdir. Coğrafya hakkında da hiçbir şey bilmez ve sekstantı, pusulası ve haritaları olsa bile kaybolur, onları çevreleyen doğa onu alt eder. Hayal gücü her zaman elindeki işin önünde koşmaktadır. Bu yüzden sürekli yenik düşer. İstekleri ve yetenekleri muazzamdır, ancak bunları kendi durumunun gerçekliği doğrultusunda yönetmekten âcizdir.

Bu yüzden, atalarının pek çoğu gibi o da sonunda kendini bırakır: “Hiçbir yere varacağımız yok .… Marifetle bir yarar elde edemeden burada çürüyüp gideceğiz.” Ataları da aynı zorluk içindedir ve bu yüzden hepsi de nihayetinde nostaljinin gücüne, hiçbir zaman tam olarak anlayamadıkları kendi tarihsel gerçekliklerini gözden çıkarmaya dayanamazlar. Başarısızlıklarıyla içlerine kapanarak baş ederler. Bu teslimiyet, bir yorumcunun da belirttiği gibi, kilit karardır, çünkü “Buendíaları bilimden uzak bir hayata, nesnel gerçekler ile isteklere yönelik öznel planlarının arasında kesin bir ayrım yapamayacakları bir zihin durumuna mahkûm etmiştir.” (Williamson, s. 49). Bu, onu zamanının hakkından gelmek konusunda da âciz bırakır, tarihsel hareketsizlik içine saplanıp kalmıştır. Başlangıçta hatıraları aklından çıkaramaz olur (özellikle, karısı hakkında tutuştukları kavgada öldürdüğü Prudencio Aguilar’ı) ve sonunda laboratuvarını mahvedip kendini deli divane bir nostaljiye bırakır (tıpkı albayın daha sonra aynı nedenle devrimi mahvetmesi gibi). Sonuçta, tarihi gözden çıkararak ve belirsiz bir memlekete yerleşerek hayatındaki zorlukların hakkından gelir; tarihin değil ama nostaljik yalnızlığın, dünyada gerçek olan ne varsa hepsine tümden yabancı olduğundan, onu bir ağaca bile bağlayabilecek olan “büyülü” gerçekliğin hakkından gelir.

Bu örüntü, romanda defalarca tekrarlanır, özellikle erkekler söz konusu olduğunda. Erkekler gençken bir şeyler başarmak için çabalarlar, ama hüsrana uğrayıp içlerine kapanırlar. Halihazırdaki şartların fiilen hakkından gelmekten âciz olduklarından, sonunda hüsran içinde bir yalnızlığı seçerler:

“Macondo’daki ve Buendíaların çevresindeki birbaşınalık, daha iyi iletişimle ya da daha fazla arkadaşla halledilebilecek rastlantısal bir durum değildir, her erkeğin başından geçen bir aşama olan, varoluşçuların metafiziksel birbaşınalığı da değildir. Bu birbaşınalık âdeta onlara özel bir meslek; kalıtımla devraldıkları bir karakter şekli elbet; ancak, seçtikleri de bir meslek, kaçınılmaz gibi görünen ama rahatlıkla devredilebilen bir kötü kader. Kendi yalnızlıklarını arayıp bulur Buendíalar, sanki bu onların kefeniymiş gibi kendilerini yalnızlığın içine yerleştirirler. Sonuçta, artık onlar da gerçekdışılığın bir simgesine dönüşüverirler…” (Wood, s. 40)

Ursula, ailenin koruyucusu ve evin değişmez varlığı olduğu kadar bu yararsız benlik idamesine katkıda bulunan bir değer sistemini cisimleştirir. Ailesinin onuru ve ensestten sakınma konusunda karşı konulmaz derecede özen gösterir. Tüm bu özene rağmen ne yazık ki ensest hep vardır. Ailede, karşılıklı sevgiyle değil, vekillerle –karısı ya da başka birisi yerine geçebilecek bir ortakla (özellikle Pilar Ternera ile)– çocuk yapılmaktadır.

“Hakiki arzular meşru evlatlarla ödüllendirilmez; bir hüküm gibi, çocukları, arzulanmayan karılar ya da aile ilişkisine duyulan itiraf edilmemiş bir arzunun yerine getirilmesi için vekaleten kullanılan kadınlar doğurur.” (Williamson, s. 51)

Sonuç çok sıra dışı bir biçimde dallanıp budaklanmış bir soyağacıdır, ki bu da gerçekten bu kadar yakın akraba olduklarını bilmeden ensest ilişkide bulunmayı mümkün kılan ikinci finale izin verir. Bu anlayışla, Buendíaların son kuşağının, kendi yakın tarihlerinden bu kadar habersiz olduklarını gösterir. Birbirleriyle ilişkilerinde konumlarının ne olduğunu bilmezler ve bu yüzden her zaman toplumun ve yuvanın sınırlarında bekleyen doğanın (karıncaların) yıkıcı gücü için onları kolay bir av haline düşüren tutkulu, akıldışı, erotik arzulara karşı duracak hiçbir şeyleri yoktur.

Romanın Sonu

Bu anlayışı, olası bir yorum gibi almamız, bize romanın merak uyandırıcı sonunu, ailenin ve toplumun yazgılı olduğu yıkımı anlama fırsatı sunar. Burada üstüne yorum yapmak istediğim iki önemli konu var.

İlki şu; toplum, birisi Melquía-des’in elyazmalarının şifresini tamamen çözer çözmez, yani Macondo tarihçesini tamamen anlar anlamaz son bulmaya yazgılıdır. Çünkü kendisini yalnızlığa bu kadar mahkûm etmiş bir toplum ve bir aile, başarısızlığa ve asla tekrarlanmamaya yazgılı bir girişime bağlanmıştır:

“… çünkü Aureliano Babilonia’nın parşömenlerin şifresini çözmeyi bitirdiği o kusursuz anda, aynalar (ya da seraplar) şehrinin bir rüzgârla erkeklerin belleğinden uçuvereceği ve uzaklara savrulacağı öngörülüyordu ve bu parşömenlerde yazılı olan hiçbir şey ezelden ebede katiyen tekrarlanamazdı, çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilmiş ırkların yeryüzünde bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktu.”

Kasaba ve aile ölmeye yazgılıydı, çünkü devam etmek için gerekenlere sahip değillerdi. Yalnızlıkları, içlerine kapanmaları, fantezileri ve öznel arzuları, onları ölüme mahkûm etmiştir.

Ancak, son bundan daha karmaşıktır, çünkü bir anlamda, Macondo bu kitapta yaşamını sürdürmektedir. Özellikle belirgindir ki, Katalan kitap satıcısının kasaba yıkılmadan önce orayı terk etme konusundaki tavsiyesini dinleyen kişi, yazarın kendisidir; Gabriel Márquez, Albay Buendía’yla omuz omuza savaşan Márquez’in torunu. Çünkü yaşamını sürdüren şey de orada yaşanmış olan hayatın tanıklığıdır, daha iyi bir uygarlığın inşası için rehber olarak kalacak bir hikâyedir.

Eğer Buendíaların ve Macondo’ nun ana sorunlarından biri kendi tarihlerinden gerçekten kendilerini üretme acziyse, o zaman bu kitap böylesi bir öyküyü yeniden yaşamayacağımızdan emin olmamıza yardımcı olabilir. Aynen, uykusuzluk belasının ve Hintlilerden Macondo’ya bulaşan toplu bellek kaybının üstesinden gelmede yardımcı olan yazar Melquíades gibi, bu kitap da onlara yardımcı olmuştur; bir yazar ve bir büyücü tarafından yazılmış bu kitap, tarihi belleği restore edebilir: Grev ve savaş hatırlanacaktır, siyasi ve tarihi gerçekleri ile boş fantezilerini birleştirememiş bir toplumun bu fantezileri de hatırlanacaktır.

Şu önemli olabilir; Gabriel Már-quez hakkında romandan çok az şey öğreniyor olsak da onun Ma-condo’dan Rabelais’ın bütün eserleriyle birlikte kaçtığını biliyoruz. Burada dünya edebiyatının mizah dehalarından birinden söz edilmesi, bu romanın ana görevinin ne olduğu konusunda önemli bir hatırlatma olabilir: Macondo’nun trajikomik tarihini, insanların ondan bir şeyler öğrenebileceği biçimde övmek. Çünkü eğer Odysseia gibi en iyi komedilerin büyük hayali amaçları, William Faulkner’ın Nobel ödül töreni konuşmasındaki sözleriyle, insanoğlunun yeteneklerini yalnızca yaşamını sürdürmesi için değil, onları yaygınlaştırmak için de övmekse, o zaman pekâlâ Yüzyıllık Yalnızlık’ın mizahi amacı da komedinin tümden eğitimle oluşabilecek etkilerinin insanlara ulaştığından emin olmamızı sağlamak olabilir.

Buendíalara bir de bunu anlamak için baktığımı düşününce, bana göre, bu noktanın bir yankılanımı var; sık sık fantezi ve eğlencenin muazzam canlılığının ve erotikliğinin kaynağı olsalar da onlar kendilerine gülebilecek, hatalarından ders alıp ilerleyebilecek halde değiller, ki karakterler, durumları ne gerektiriyorsa onun farkına varacak şekilde eğitilmiş olsun. Odysseia’yı tartıştığımızda da epiğin başlıca noktalarından biri nasıl olur da böyle bir dönüştürme süreci olur diye konuşmuştuk; Odysseus, Troya’dan ilk ayrıldığındaki insan değildi artık: Yeni ve dönüşen birtakım değerlerin farkına varmıştı. Böylesi bir gelişim, iddia edilebilir ki, Buendíaların katlanamayacağı bir gelişimdir ve onların kaderi pekâlâ kendi mizahi hayal güçlerinin başarısızlığıyla bağlantılı olabilir.

Her halü kârda, romanın sonunun bireye atıfta bulunan niteliği, kendi kanaatini yazınca ve yazarın, yani Márquez’in öyküyü anlattığı dünyaya, Macondo’nun ötesindeki dünyaya işaret edince, Latin Amerika’da nasıl bir hayat yaşanacaksa yaşansın, bu, büyüyle olmayacak ama Buendíaların ve Macondo’nun en nihayetinde kendi kendini baltalayan yaşam deneyimiyle olacak diyen bir bakış açısı önerir. Bu anlayışla, “keyif dolu büyülü gerçekçilik dünyasının sona ermesinden çok, Macondo’nun yıkılışı, Yeni Dünya’da İspanya’nın kültürel ve ideolojik mirasının öngörülebilir sonuna işaret eder. Roman derinden derine devrimci bir romandır.” (Incledon, s. 52)

İngilizceden çeviren Filiz Özkan [Notosoloji]

* Bu metin, Ian Johnston tarafından yazılan, 28 Mart 1995 Salı günkü Liberal Studies 402 [Liberal Çalışmalar] dersinde dağıtılan ders notlarının tam metnidir. Mayıs 1999 tarihinde basılıp herkesin kullanımına açılan bu metin, 11 Nisan 2000 tarihinde de gözden geçirilmiştir.

1 Yorum

  1. bu metin oldukça enteresan. içeriğinden daha çok notları yazanın, “büyülü gerçekçilik” akımı ve romanı kavrama konusundaki müthiş isteğine rağmen, kitaplarından alıntı yaptığı tüm yazarların romana ve akıma Avrupalı bakış açılarıyla yaklaşmalarından kaynaklı belirlemelere kapılıp habire yolundan sapması. yoldan çıktığını da farkettikçe geri dönmeye çalışıp yine yoldan çıka çıka ilerlediği bir kısırdöngüye sıkışmış. kurtuluşu azıcık da alıntıladığı azarlardan destek alarak hükümlere bağlamakta bulmuş ama kendi bile inanmadığı için kendini sakatlamış. ben biraz eğlendim. kusura bakmasın. ama marquez de okusaydı eminim eğlenirdi. yazarımız gerçeği birkaç boyutuyla aramak çabasının, alıntıladığı yazarların tek boyutlu gerçeği tarafından sekteye uğradığını farkedebileydi, Marquez’in romanının gerçekliği tam da bu çok boyutluluğuyla verdiğini kolayca görüp, girdiği kısırdöngüden çıkacaktı. yazık olmuş. ama olsun, sürekli dönen kapalı bir oda içinde uçmaktan başı dönen sineğin habire duvara çarparak yalnızlığını farkettiği bir “yüzyıllık yanızlık” onunkisi. romanı yaşamak diye buna derim ben! ders notları yazarının bir kötü huyu da, büyülü gerçeklik akımının asyalı kökleri de olduğunu bilmiyor oluşu. keşke salman rüşdi okuyaymış, ya da marquezin açık açık referans verdiği “binbir gece masalları”nı. hele Aslı biçenin türkçesinden geceyarısı çocuklarını okuyabileydi, bu kadar güzel bir çevirinin ancak ruhunda büyülü gerçekliğin karıncaları dolaşan bir ahvada ait olduğunu da görebilir, büyülü gerçekliğin köklerini takip edebilirdi.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz