ALBERT CAMUS: İNSANLARA YARDIM EDEBİLMEK İÇİN BİR AN ONLARI KENDİMİZDEN UZAK TUTMAMIZ GEREKİR

Pierre Galindo’ya

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir. Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı? Büyük kentler kaldı. Ancak, bunun için de birtakım koşullar gerekiyor.

Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat sesleri seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan. Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı sessizliği sağlamaz ona.

Paris yürek için bir çöldür çoğu kez, ama, kimi saatlerde, Père-Lachaise Mezarlığı’nın yukarısından bir devrim yeli eser, bu çölü birdenbire bayraklarla, yenik düşmüş yüceliklerle doldurur. Birtakım İspanyol kentleri de böyledir, Floransa ya da Prag da. Mozart olmasa Salzburg dingin bir kent olurdu. Ama, arada bir, Salzach’ın üzerinde, cehenneme dalan Don Juan’ın zorlu ve gururlu çığlığı dolaşır.

Viyana daha sessiz görünür, kentler arasında bir genç kızdır. Burada taşların yaşı üç yüz yılı geçmez, gençlikleri de hüznü bilmez. Ama Viyana, tarihin bir dört yol ağzıdır. Çevresinde imparatorlukların çarpışmaları çınlar. Gökyüzünün kanla kaplandığı kimi akşamlar, Ring’in anıtları üzerinde, taştan atlar havalanır gibi görünür. Her şeyin gücü ve tarihi dile getirdiği bu kısacık anda, Polonya süvarilerinin atılışları altında, Osmanlı İmparatorluğu’nun gümbürtülü çöküşü açıkça duyulabilir. Bu da yeterince sessizlik sağlamaz.

Hiç kuşkusuz, Avrupa kentlerinde bulmaya geldiğimiz içi dolu sessizlik güzeldir. En azından, yapmaları gerekeni bilen insanlar için. Buralarda yoldaşlarını seçebilirler, benimseyebilir ya da bırakabilirler. Otel odasıyla Saint-Louis Adası’nın emektar taşları arasında bu yolculuğa kaç insan dalmıştır! Doğrudur, kimileri de yalıtlanmışlıktan ölmüştür burada. Birinciler, ne olursa olsun, burada gelişme ve kendilerini kesinleme nedenleri buluyorlardı. Hem yalnızdılar, hem değildiler.

Yüzlerce yıllık tarih ve güzellik, çevrimini tamamlamış binlerce yaşamın ateşli tanıklığı, Seine boyunca kendilerine eşlik ediyor, aynı zamanda hem geleneklerden, hem fetihlerden söz açıyordu. Ama gençlikleri bu yoldaşlığı istemeye yöneltmekteydi onları. Bir gün gelir, can sıkıcı olur. Rastignac, Paris kentinin korkunç küflenmişliği karşısında, “Şimdi ikimiz kaldık, çık karşıma!” diye haykırır. İkisi, evet, ama bu da fazla!

Çöl de bir anlam kazandı, fazlasıyla şiir yüklediler çöle. Dünyanın tüm acıları için benzeri bulunmaz bir yer. Oysa, bazı bazı, yürek kesinlikle şiirsiz yerler ister. Descartes, düşünüm evrenine kapanması gerekince, kendi çölünü: Çağının en tüccar kentini seçer. Burada yalnızlığını ve belki de, yiğitçe şiirlerimizin en büyüğünü yaratma olanağını bulur: “Birincisi (ilkelerin), kendim açıklıkla tanımadıkça hiçbir zaman hiçbir şeyi doğru diye benimsememekti.” Bu denli tutkulu olmayabilir, gene de aynı özlemi duyabilirsiniz. Ama, üç yüzyıldır, Amsterdam müzelerle doldu. Şiirden kaçıp taşların dinginliğini bulmak için, başka çöller, başka ruhsuz ve desteksiz yerler gerekir. Oran, işte bunlardan biri.

Sokak

Oranlıların kentlerinden yakındıklarını sık sık işitmişimdir: “İlginç yer yok burada.” İyi de siz böylesini istemezdiniz ki! Kimi akıllı kişiler, sanata ya da düşünceye birçok kişi el ele vermeden hizmet edilemeyeceği ilkesine bağlı olarak3, bir başka dünyanın törelerini bu çöle uyarlamayı denediler. Sonuç ortada: Biricik eğitici çevreler, poker oyuncularının, boks heveslilerinin, boule4 hastalarının ve bölgesel kurumların yerleri olarak kalıyor. Buralarda, en azından doğallık egemen. Ne olursa olsun, öyle bir büyüklük var ki, yükselişe elvermiyor. Durumu gereği verimsiz. Onu bulmak isteyenler de “çevreler”i bırakıp sokağa iniyorlar.
Oran’ın sokakları toza, çakıl taşlarına ve sıcağa adanmış. Yağmur yağdı mı ortalık tufan ve çamur denizi. Ama ister yağmur yağsın, ister güneş parlasın, dükkânlar hep aynı tuhaf ve saçma havayı sürdürür. Avrupa’nın ve Doğu’nun tüm beğeni yoksullukları burada buluşmuş. Burada, karmakarışık bir biçimde, mermer tazılar, dans eden kuğulu kızlar, yeşil galalitten avcı Diana’lar, disk atıcılar ve harmancılar, kısacası doğum günü ve düğün armağanı olarak kullanılan ne varsa, satıcının ve alaycı bir iblisin durmamacasına şöminelerimizin üstüne getirdiği can sıkıcı kalabalıktan ne varsa, hepsini bulursunuz. Ama bu beğenisizlikte dayatma burada her şeyi bağışlatan bir barok görünüşe bürünür. İşte, bir vitrinde, tozdan görünmeyen bir kutuda sunulmuş şeyler: çarpık ayaklarıyla çirkin mi çirkin alçı modeller, “150 franga gözden çıkarılan” bir dizi Rembrandt deseni, “şaka tuzaklar”ı(!), üç renkli kâğıt para cüzdanları, bir XVIII. yüzyıl pasteli, tüylü bir mekanik sıpa, yeşil zeytin saklamak için Provence suyu şişeleri ve tahtadan yapılmış, hayasızca gülen iğrenç bir Meryem heykeli. (Yönetim de, bilmeyen kalmasın diye, ayakları dibine bir yazı koymuş: “Tahta Meryem heykeli”.)
Oran’da şunları bulabilirsiniz:
1. Tezgâhı kirden parlamış, sinek ayakları ve sinek kanatlarıyla beneklenmiş, bomboş olmasına karşın patronu hep gülümseyen kahveler. “Küçük kahve” on iki paraydı, büyüğü on sekiz.
2. Fotoğraf kâğıdının bulunmasından bu yana tekniğini hiç mi hiç geliştirmemiş fotoğrafçı dükkânları. Dirseğini bir konsola dayamış yalancı-bahriyeliden ağaçlık bir fon önünde, belini iyice sıktırmış, kolları sarkık gelinlik kıza değin, görülmedik, sokaklarda rastlanması olanaksız türler sergiler. Doğal portreler söz konusu olmadığını söylemek bile gerekmez; birer yaratımdır bunlar.
3. Eğitici bir cenaze levazımcısı bolluğu. Oran’da insanlar başka yerlere göre daha çok ölüyor da ondan mı, hayır, ancak burada sorunu daha çok büyüttüklerini sanıyorum.
Bu tüccar halkın sevimli saflığı tanıtım alanına dek uzanır. Bir Oran sinemasının tanıtmalığında, üçüncü sınıf bir filmin ilanını okuyorum. “Şatafatlı”, “görkemli”, “olağanüstü”, “büyüleyici”, “altüst edici”, “korkunç” sıfatları çıkıyor karşıma. Sonuçta, yönetim, halka kendisine bu şaşırtıcı “gerçekleştirim”i sunabilmek için göğüslediği büyük özverilerden söz ediyor. Bununla birlikte, bilet fiyatları artırılmayacakmış.

Bunun yalnızca Güney’e özgü abartma eğiliminden kaynaklandığını sanmak yanlış olur. Bu eşsiz tanıtmalığın yazarları ruhbilimsel yetilerini de ortaya koyuyorlar. Bu ülkede iki gösteri, iki meslek, hatta, çoğu zaman, iki kadın arasında bir seçim yapmak söz konusu olur olmaz duyulan ilgisizlik ve uyuşukluğu yenmek söz konusu. İnsanlar zorunlu olmadıkça karar vermezler. Tanıtım da bunu iyi bilir. Orada da, burada da, azma nedenleri aynı olduğundan, Amerikansı boyutlar alır.

Oran sokakları yerel gençliğin iki temel hazzı, yani ayakkabı boyatma ve bu ayakkabılarla bulvarda gezinme konusunda da aydınlatır. Bu hazların ilki konusunda doğru bir görüş edinmek için, ayakkabınızı bir pazar sabahı, saat onda Galliéni Bulvarı’nın boyacılarının eline bırakmanız gerekir. O zaman, yüksek koltuklardan birine tüner, mesleğine tutkun bir insanın (Oran boyacıları gözle görülür biçimde böyledir) en ilgisiz kişilerde bile uyandırdığı özel hoşnutluğun tadını çıkarabilirsiniz. İnceden inceye yapılır her şey. Birkaç fırça, üç tür bez, yağla karıştırılmış cila: Yumuşak fırçanın altında doğan kusursuz parıltı karşısında, işlem bitti sanabilirsiniz. Ama aynı tutkulu el parlak yüzey üzerine gene cila sürer, ovar, donuklaştırır, cilayı derinin odağına dek yedirir, o zaman, aynı fırça altında, derinin derinliklerinden çıkmış bir çifte ve gerçekten kesin parıltı fışkırtır.

Böylece elde edilen tansıklar daha sonra uzmanlar önünde sergilenir. Bulvardan çıkarılan bu hazzı ölçebilmek için, gençliğin her akşam kentin tüm anayollarında gerçekleşen maskeli balolarında bulunmak gerekir. Gerçekten de, Oran “sosyete”sinin gençleri, on altıyla yirmi arasında, şıklık örnekçelerini Amerikan sinemasından alır, akşam yemeğine gitmeden önce kılık değiştirirler. Sol kulağın üzerine yatırılmış ve sağ gözün üzerine indirilmiş fötr şapkadan dışarıya taşan dalgalı ve kremli saçlar, saçların yerini alacak ölçüde kocaman bir yakanın içinde sıkışmış boyun, koca bir iğneyle tutturulmuş, mikroskobik kravat düğümü, oyluk ortasına kadar inen ve beli kalçaların hemen yanında ceket, kısa ve açık renk pantolon, ayakkabıları üç kat topukları üzerinde pırıl pırıl bu gençlik, her akşam, kaldırımlar üzerinde, şaşmaz güvenini ve kunduralarının demirli ucunu çınlatır. Her şeyde Clark Gable’ın havasına, çıkıntılarına ve üstünlüğüne öykünür. Bu nedenle, kentin eleştirel bakışlı kişileri, bu gençleri, genel olarak, umursamaz bir söyleyişin güzelliğiyle, “Clark’lar” diye adlandırırlar.

Ne olursa olsun, Oran’ın büyük bulvarları, akşamüstleri, kötü çocuk gibi görünmek için her çabaya katlanan bir sevimli delikanlılar ordusunca doldurulur. Oranlı genç kızlar da, oldum olası bu yufka yürekli gangsterlere adanmış olduklarını sezdiklerinden, aynı biçimde büyük Amerikan yıldızlarının makyajını ve şıklığını sergilerler. Bu nedenle aynı kem gözlüler onları da “Marlène’ler” diye adlandırır. Böylece, akşam bulvarlarında, palmiyelerden gökyüzüne doğru bir kuş çığlığı yükseldiği zaman, onlarca Clark ve Marlène, kendilerini bir saatliğine kusursuz yaşamların baş dönmesine bırakmış olarak, yaşamaktan ve görünmekten mutlu, birbirleriyle karşılaşır, birbirlerini süzer ve değerlendirirler. O zaman, kıskançların deyimiyle, Amerikan kurulunun toplantıları başlar. Ama bu oyunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan otuzunu aşmışların acılığı sezilir bu sözcüklerde. Gençliğin ve romansının bu günlük toplantılarının değerini bilmezler. Gerçekte, Hindu yazınında karşılaştığımız kuş meclisleridir bunlar. Ama Oran bulvarlarında hiç kimse varlık sorununa el atmaz, hiç kimse kusursuzluğun yolunu aramaya kalkmaz. Kanat çırpmalar, sorguçlu kabarmalar, yosma ve utkun güzellikler, geceyle birlikte silinen kaygısız bir şarkının parıltısı kalır kala kala.

Klestakov’u buradan duyar gibiyim: “Yüce bir şeyle uğraşmak gerekecek.” Ne yazık! Bunu da yapabilir. Yüreklendirilmeyegörsün, birkaç yıla varmadan çölü şenlendiriverecektir. Ama, şimdilik, biraz kapalı bir ruh, boyalı ama gene de coşturma yeteneğinden yoksun, yosmalığa öykünmeyi hiç beceremediğinden, kurnazlığı hemen ortaya çıkan genç kızlar geçitiyle bu kentte özgürlüğe kavuşmalıdır. Yüce bir şeyle uğraşmak! Siz şunlara bakın, daha iyi: kayadan oyulmuş Santa-Cruz, dağlar, dümdüz deniz, azgın yel ve güneş, limanın kocaman vinçleri, trenler, hangarlar, rıhtımlar ve kentin kayalığına tırmanan dev yokuşlar ve kentin içinde bu oyunlar ve bu sıkıntı, bu gümbürtü ve bu yalnızlık. Tüm bunlar gerçekten de yeterince yüce değil belki. Ama bu fazla kalabalık adaların büyük değeri, buralarda yüreğin iyice çıplak kalmasıdır. Sessizlik yalnızca gürültülü kentlerde olanaklı artık. Descartes, yaşlı Balzac’a Amsterdam’dan şöyle yazar: “Her gün, sizin ağaçlık yollarınızda dolaşabildiğiniz ölçüde özgür ve rahat olarak, bu büyük kalabalığın kargaşası içinde dolaşacağım.”

Albert Camus
Kaynak: Yaz (Minotauros Ya Da Oran Molası başlıklı bölümden)
Çeviren: Tahsin Yücel, Can yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz