Uygulamada olsun kuramda olsun, Locke’un savunduğu görüşler, yıllarca en güçlü politikacılar ve filozoflarca desteklendi. Onun siyasal öğretileri, Montesquieu’den gelen gelişmelerle birlikte Amerikan anayasasında yer etmiştir ve Başkanla Kongre arasında bir anlaşmazlık baş gösterdiği anda görülebilir. İngiliz anayasası, elli yıl öncesine değin onun öğretilerine dayanıyordu. Fransızların 1871 yllında kabul ettikleri anayasa da öyle.
John Locke (1632-1704) devrimlerin en ılımlısı ve en başarılısı olan 1688 devriminin havarisidir. Erekleri alçak gönüllüydü bu devrimin. Fakat, tam anlamıyle gerçekleşti. İngiltere’de o zamandan beri başka hiç bir devrim gerekli bulunmuş değildir.
Locke, işte bu ruhu sadakatla temsil eder ve onun yapıtlarından çoğu 1688 yılı çevresinde yayınlanmıştır. Onun kuramsal felsefedeki belli başlı yapıtı İnsan Anlığına Dair Deneme 1687 yılında bitirilmiş ve 1609’da basılmıştır. Hoşgörü üzerine İlk Mektup da yazıldığı dil olan Latinceyle yayınlanmıştır. (1689). (Mektup’un yayınlanma yeri Hollanda’dır. Locke 1683 yılında Hollanda’ya çekilmeyi uzgörülük saymıştı.)
Hoşgörü üzerine 1690 ve 1692 yılında iki mektup daha yayınlamıştı. Yayınlanmasına 1689 yılında izin çıkan, Hükümet Üzerine Denemeler bunun üzerine hemen basılmıştı. Locke’un eğitim konusundaki yapıtı da 1693 yılında piyasaya çıkmıştır.
Locke uzun süre yaşamışsa da başarılı yapıtlarını 1687-1693 yılları arasına sıkıştırmıştır. Başarılı devrimler, kendilerine inananlar için ne denli uyarıcı oluyor!
Püritendi Locke’un babası. Parlamento safında çarpışmıştı. Cromwell zamanında Locke Oxford’tayken üniversite hala skolastik felsefeyi sürdürüyordu. Locke, bağımsızların skolastikliğinden de bağnazlığından da hoşlanmazdı. Daha çok Descartes’ın etkisi altında kaldı.
Üniversiteden doktor olarak çıkan Locke’un koruyucusu, Lord Dryden’ın Absolom ve Arehitophel adlı satirinde «Achitophel»la temsil edilen Lord Shaftesbury’ydi. Lord Shaftesbury 1683’te gözden düşünce Locke, onunla birlikte Hollanda’ya kaçtı ve Devrime değin orada kaldı.
Devrimden sonra birkaç yıl hariç, ticaret dairesinde çalıştı. Yaşantısını edebî çalışmalara ve kitaplarının yol açtığı sayısız tartışmalara ayırdı.
Locke’un ağır bir riske girmeden, İngiliz politikasında kuramsal ve pratik, herhangi bir rol alamadığı 1688 devriminden önceki yıllar İnsan Anlığı Üzerine Deneme’nin yazılmasıyle geçmiştir.
İnsan Anlığı Üzerine Deneme Locke’un en önemli ve ününü güvenle dayandırdığı yapıttır. Fakat onun politika felsefesine etkisi öylesine büyük ve öylesine süreklidir ki o, bilgi kuramındaki empirizm ölçüsünde felsefi liberalizmin kurucusu olarak ele alınmalıdır.
Filozofların şanslısıdır Locke. Kuramsal felsefe konusundaki yapıtını ülkesinin hükümeti, kendi siyasal kanılarını paylaşan kişilerin eline geçtiği zaman bitirmiştir.
ETKİSİNİN ALANI
Uygulamada olsun kuramda olsun, Locke’un savunduğu görüşler, yıllarca en güçlü politikacılar ve filozoflarca desteklendi. Onun siyasal öğretileri, Montesquieu’den gelen gelişmelerle birlikte Amerikan anayasasında yer etmiştir ve Başkanla Kongre arasında bir anlaşmazlık baş gösterdiği anda görülebilir.
İngiliz anayasası, elli yıl öncesine değin onun öğretilerine dayanıyordu. Fransızların 1871 yılında kabul ettikleri anayasa da öyle.
XVIII. yüzyıl Fransa’sının çok geniş olan etkisi her şeyden önce Voltaire’den geliyordu. Voltaire, gençliğinde bir süre İngiltere’de yaşamıştı ve Felsefi Mektuplar’da yurttaşlarına İngiliz düşüncelerini yorumlamıştı. «Philosophe»lar ve ılımlı reformcular onu izledi. Aşırı devrimcilerse, Rousseau’yu. Voltaire’in Fransız ardılları doğru, ya da yanlış olarak Locke’un bilgi kuramıyle politikası arasında içtenli bir bağlantıya inanmışlardı.
İngiltere’de bu ilişki daha az açıktı. Onun en ileri gelen iki ardılından biri olan Berkeley siyasal olarak önemsizdi. Öbürüyse, İngiltere Tarihi adlı eserinde tutucu (reaksiyoner) düşüncelerini ileri süren Hume’du.
Fakat, Kant’tan sonra Alman idealizmi, İngiliz düşüncesini etkisi altına almağa başladığından, felsefeyle politika arasında bir ilişki baş gösterdi yine.
Almanları izleyen filozoflar tutucuydu (muhafazakâr) daha çok. Kökçü (radikal) olan Benthamcı’lar, Locke geleneğini izliyorlardı. Bununla birlikte karşılıklı ilişki değişmez değildir. Söz gelimi T. H. Green, liberaldi, fakat bir idealistti.
BİRİNCİ, İKİNCİ NİTELİKLER
Sadece Locke’un geçerli kanıtları değil, onun yanlışları da uygulamada yararlıydı. Söz gelimi onun birinci ve ikinci nitelikler konusundaki öğretisini alalım ele:
Birinci tür nitelikler, bedenden ayrılamayan nitelikler olarak tanımlanır ve sertlik, uzanım, kılık, endam, devini ya da dinginlik (sükûnet) ve sayı olarak sıralanır. İkinci tür niteliklerse geri kalan bütün niteliklerdir: Renk, ses koku v.ö. gibi.
Birinci tür nitelikler, Locke’a göre edimsellikle (bilfiil) bedende, ikinci tür niteliklerse tersine, yalnız algılayandadır. Göz olmasa renkler olmayacaktı, kulak olmasa sesler v.ö. Locke’un ikinci tür nitelikleri için yerli yerinde nedenler bulunmaktadır. (Sarılık, mavi gözlükler v.ö.)
Fakat, Berkeley aynı tür kanıtların birinci tür niteliklere de uygulandığına işaret etti. Berkeley’den beri Locke’un bu noktadaki ikiciliğinin modası geçmiştir. Yine de Locke’un görüşü günümüzde quantum fiziğinin doğuşuna değin edimsel (pratik) fiziğe egemen olmuştur. O açık ya da kapalı olarak sadece fizikçilerle kabul edilmiş değildir, gerçekten çok önemli pek çok buluşun kaynağı da olmuştur.
Fizik dünyanın sadece, devini durumundaki maddeden biçimlendiği görüşü, kabul edilmiş ses, ısı, ışık ve elektrik kuramlarının temeliydi. Kuram pragmatik olarak yararlıydı. Fakat kuramsal olarak yanlış çıkmış olabilir. Locke’un öğretileri için tipiktir bu.
Locke’un felsefesi Denemesi’nde görüldüğü gibi baştanbaşa artamlara (meziyetlere) sahipti, eksikliklere de. Her ikisi de yararlıydı. Eksiklikler sadece kuramsal görüş açısından ortaya çıkmıştır orada.
Tüm (daima) duyarlıdır Locke ve tüm, çelişkiye düşmektense mantığı feda etmek ister. Okuyucunun kolayca farkedeceği gibi tuhaf sonuçlara götürmeğe yetenekli genel ilkeler sürer ileri. Fakat tuhaf sonuçlar ortaya çıktığında, o sonuçlara ulaşmaktan ustalıkla kaçınır Locke.
Bir mantıkçı için rahatsız edicidir bu. Pratik bir insan içinse, sağlam bir yargının ispatıdır. Dünya olduğu gibi olduğundan, sağlam ilkelerden geçerli usavurmanın yanlışlığa götüremeyeceği açıktır. Fakat bir ilke kuramsal saygıya layık olacak kadar doğruya yakın olabilir ve yine bizim saçma olduğunu hissettiğimiz pratik sonuçlara varabilir.
Böylece sağduyu felsefede haklı bulunur. Fakat bu haklılık kuramsal ilkelerimizin sonuçları, karşı durulmaz olduğunu umduğumuz sağduyuca kınandığı sürece, bütünüyle doğru olamayacağını göstermekle olur. Kuramcı, sağduyunun mantıktan daha çok yanılmaz olmadığını söyleyerek karşılık verir edimsel (pratik) kişiye. Fakat bu karşılık Berkeley ve Hume yönünden ileri sürülmesine karşıt, Locke’un entelektüel mizacına bütünüyle yabancıdır.
İDEALİST LİBERAL LOCKE
Locke’un kendisine liberal deviniden miras kalan özelliği, dogmatik olmayışıdır. Onun öncekilerden aldığı bazı kesinlikler, kendi varlığımız, Tanrı’nın varlığı ve matematiğin doğruluğudur. Fakat öğretilerinin öncekilerden ayrıldığı yerde, doğruluğu sağlamanın güç olduğu ussal (rasyonel) davranan bir kişinin, düşüncelerini bir ölçüde kuşkuyla ileri süreceğini ortaya döker.
Bu ergi yapısı (zihin mizacı) açıkça, dinsel hoşgörüyle, parlamento demokrasisinin başarısıyle, bırakınız yapsın diyen liberalizm ilkesiyle ve bütün bir liberal düstûrlar sistemiyle ilişkiliydi. Locke iyice dindar ve vahyi bilginin kaynağı sayan sadık bir hıristiyan olduğu halde, aşırı vahiyleri akılla denetlemeyi yeğ tutar. Bir yerde «vahyin salt kendi başına tanıklığı en yüksek kesinliktir» derken başka bir yerde «vahiy hakkında us karar vermelidir» der. Böylece sonunda us üstün gelir.
Bu bağlamda onun «Coşkunluk Hakkında» başlıklı bir konusu aydınlatıcıdır. «Coşkunluk» o sırada, şimdi taşıdığı anlama sahip değildi. Dinsel bir öndere ya da onun ardıllarına inen kişisel vahye inanç anlamına geliyordu. Restorasyonda yenilgiye uğratılan mezheplerin öz çizgisini biçimliyordu. Biri öbürüyle tutarsız kişisel vahiyler çoğalınca doğruluk ya da doğruluk yerine geçen bildirimler salt kişisel olur ve toplumsal niteliğini yitirir. Locke’un esaslı saydığı doğruluk sevgisi, doğruluk diye ileri sürülen özel bir öğretiye karşı duyulan sevgiden çok ayrımlıdır.
Doğruluk sevgisinin yanılmaz bir belgisi (işareti) Locke’a göre «bir önermeyi onu kuran kanıtların garanti ettiğinden daha büyük bir güvenle tutmamak»tır. Dikte etmeye doğru atılım, doğruluk sevgisinin başarısızlığa uğradığını gösterir.
US’UN ÇÖZÜMÜ
«Duyu usta yer aldığından, vahyi us olmaksızın kuracak, bu arada usu da vahyi de ortadan kaldıracak ve kendi yerine insan beyninin kurgularını geçirecektir.»
Melankoliye ve boş gurura kapılan (müptela) olan insanlar «Tanrı’yla doğrudan doğruya ilişki kurdukları kanısına» kapılabilirler. Bu bakımdan, garip eylemler ve kanılar, «kişioğlunun tembelliğini, bilisizliğini ve bomboşluğunu» pohpohlayan Tanrısal izni elde ederler.
Locke, «Duyu» konusunu yukarıya aktardığım «vahiy akılla yargılanmalıdır» düsturuyla bitirir.
Locke’un usta ereklediği İnsan Anlığı’ndan çıkarsanabilir. Orada Us (Akıl) Üzerine başlıklı bir konu olduğu doğrudur. Fakat bu konu daha çok aklın tanımsal usavurumdan ibaret olmadığını kanıtlamağa çalışır ve şu tümcede toparlanabilir:
«Tanrı insanları sadece iki ayakla yapacak ölçüde pinti davranmamış ve onları usal (akıllı) yapma işini Aristoteles’e bırakmıştır.»
Us, Locke’un ereklediği anlamda iki bölümden kurulur.
1. Hangi tür nenleri kesinlikle bildiğimiz konusunda bir araştırma.
2. Uygulamada belkili (muhtemel) de olsa onamanın (kabul etmenin) bilgelik sayılacağı önermelerin bulup çıkarılması. «Belkilik temelleri» ikidir:
1. Kendi deneyimimizle uyuşkunluk.
2. Başkasının deneyiminin tanıklığı.
Siam kralı, Avrupalılar kendisine buzdan söz ettiklerinde onların dediğine inanmaz oldu. (Çünkü buz, onun deneyimiyle uyuşkun değildi.
«Çıkış Dereceleri Üzerine» adını taşıyan bu konuda bir önermeye rıza gösterişimizin derecesinin, onun lehine olan belkilikler (ihtimaller) temeline dayanması gerektiğini söyler Locke. Bizim çok kez kesinlik yerine zayıf belkiliklere göre devinmemiz zorunluğuna da değindikten sonra, bu düşüncenin doğru kullanımının «karşılıklı sevgi, yardım severlik ve kendini frenleme» olduğunu ekler.
«Böylece, insanların çoğu, kaçınılmaz olarak kesin ve kuşku edilmez kanıtı elde edilmeyen değişik kanılara sahip bulunduğundan; ve onların, inançlarını, hemen karşılık veremedikleri ve yetersizliğini gösteremedikleri bir kanıt karşısında bırakıvermeleri, bilgisizlik (cehalet), hafiflik, ve ahmaklık yüklemi ortaya çıkardığından, bana öyle geliyor ki, bilinen kanıtların değişikliği karşısında insana yaraşan, huzuru, insanlığın ve dostluğun genel kurallarını sürdürmektir. Çünkü biz, herhangi bir kişinin kendi kanısını, hemen ve toptan bırakıp, bizim kanımıza, zekâsının kabul etmediği bir otoriteye, körü körüne tutsak olur gibi sarılmasını bekleyemeyiz.»
«Bir kanı yanlış olabilir çok kez. Ustan (akıldan) başka hiç bir kılavuza sahip olamaz. Başkasının istem ve buyruğuna boyun eğemez. Eğer birinin kendi duygularınızdan yana çıkmasını istiyorsanız, bırakın o razı olmadan önce incelesin düşüncenizi bir kez. Ona boş zamanında düşüncenizi yeniden gözden geçirme, kendi ergisindekini anımsama (hatırlama) ayrıntıları eleme ve yararın hangi yanda bulunduğunu görme fırsatı verin. Eğer o, bir ağırlığa sahip kanıtları bunca eziyete girecek ölçüde düşünmüyorsa, bu, benzer durumlarda bizim de yaptığımız bir nendir.»
«Başkaları bize hangi noktaları ele alacağımızı anlatmağa kalksa bunu yanlış anlardık. Eğer o, kendi kanılarına güvenmemizi isteyen biriyse, zaman ve alışkanlığın ergisine (zihnine) apaçık gerçek, kuşku edilmez, kesinlik diye yerleştirdiği kanılardan onun vazgeçebileceğini ya da gerek Tanrı’dan gerekse Tanrı’nın gönderdiği kişilerden almış olduğu izlenimler biçiminde düşündüğü kanılardan caymasını nasıl imgeleyebiliriz?»
«Bu denli yerleşmiş kanıların, bir yabancının ya da bir karşıtın kanıtlarına veya otoritesine teslim edilmesini nasıl bekleyebiliriz? Özellikle çıkar ve ard niyetten kuşku varsa? İnsanlar kendilerine kötü davranıldığı yerde, çare yok kuşku duyarlar.»
«Biz karşılıklı bilisizliğimize acınarak onu soylu ve dürüst bilgi alış verişi yoluyle gidermeğe çalışmalıyız. Başkalarını da, kendi kanılarını bırakıp bizimkileri benimsemedi diye horlamamalı sapkınlıkla suçlamamalıyız. Çünkü biz de onların kanılarını benimsemekte daha az inatçı olmayabiliriz.
«Savunduğu her nenin doğruluğunun ve kınadığı yanlışlığın karşı durulmaz kanıtına sahip insan nerede? Kendi düşüncelerinizi ya da başkalarının düşüncelerini ince eleyip sık dokumuş kim var? Bilgi olmadan, hayır çok güçsüz temellere dayanarak inanma zorunluğu, içinde bulunduğumuz bu üstünkörü eylem durumunda ve körlükte bizi başkalarını denetlemek yerine bilgimizi arttırmağa daha da çok dikkat eder duruma getirecektir… İnsanların kendilerini daha iyi aydınlatmış olması durumunda, başkalarına zorla kabul ettirmeğe kalkıştıkları nenlerin (şeylerin) azaldığını düşündürecek nedenler bulunmaktadır.) İnsan Anlığı Üzerine Deneme, IV. Kitap, XVI. Konu, 4. Kesim.
Buraya değin insan Anlığı Üzerine Deneme’nin sadece son konularında söz ettim. Orada Locke, doğa ve insan bilgisinin sınırları konusunda eski kuramsal araştırmalarından hisse çıkarmaktadır.
METAFİZİĞİ KÜÇÜMSEMEK
İmdi, onun daha salt felsefi konuda söylediğini gözden geçirmenin zamanıdır:
Locke bir kural olarak metafiziği küçümser. Leibniz’in düşünce sistemiyle ilgili olarak bir arkadaşına «sen ve ben bu tür boş düşünceden bıkmışıktır» diye yazar. Zamanın metafiziğinde egemen olan töz görüşünü Locke, karanlık ve yararsız saymıştır. Fakat onu bütünüyle hayırlamaya da cesaret edememiş, Tanrı’nın varlığı konusundaki metafizik kanıtların geçerliğini kabul etmiştir. Fakat o kanıtlar üzerinde durmaz, onlardan rahatsız olmuş görünür.
Geleneksel olanı yinelemekten (tekrarlamaktan) çıkıp yeni düşünceler öne sürdüğü zaman, geniş soyutlamalar dışında, somut ayrıntı terimleriyle düşünmüştür. Onun felsefesi, XVII. yüzyılın büyük Avrupa sistemlerine benzer biçimde yontumsu (heykelimsi) ve tek parçalı, değil bilimsel bir çalışma gibi parçalıdır
Locke, bütün bilgimizin ((mantık ve matematiğin olanaklı ayrılıyle (istisnasıyle)) deneyimden türediği öğretisi olan empirikliğin kurucusu sayılabilir. Buna uygun olarak Deneme’mn ilk kitabı, Platon, Descartes ye skolastiklere karşıt olarak doğuştan gelme, hiç bir duygu ya da ilke bulunmadığını ileri sürmeyi ön plana alır.
BİLGİ DENEYİMDEN GELİR
Deneme’nin ikinci kitabında Locke, ayrıntılı olarak deneyimin nasıl değişik tarzda düşüncelere yol açtığını göstermeğe çalışır. Doğuştan gelme düşünceleri hayırladıktan sonra şunları söyler:
«Ergiyi (zihni), örneğin beyaz bir kâğıt gibi düşünelim. Bütün karakter özelliklerden yoksun herhangi bir duyguya sahip olmayan beyaz bir kâğıt. Nasıl dolar o? Nereden gelir onun geniş içeriği? İnsanın sınırsız ve çalışkan kurgusunun hemen bitimsiz bir değişiklikle çizdiği, dayayıp döşediği içeriği?»
«Soruya bir tek sözcükle karşılık vereceğim: Deneyimle. Bütün kitabımız bu sözcük üzerine kurulmuş ve sonunda ondan türemiştir.» (II. Kitap, 1. Konu, II. Kesim).
İki kaynaktan türemiştir bizimi düşüncelerimiz:
a. Duyumdan.
b. Ergimizin işlemesinden doğan ve; «İç duyusu» adı verilebilecek algıdan.
Biz sadece düşünceler aracılığıyle düşünebildiğimizden ve bütün düşünceler deneyimden geldiği için hiç bir bilgimizin deneyimden önce gelmediği anlaşılır.
«Algı, bilgi yolunda ilk adım ve derecedir ve bütün bilgi gereçlerinin toplanmasıdır.» Modern bir kişiye bugün bu hemen hemen «Malûmu ilanı» gibi görünebilir. Çünkü o, hiç değilse İngilizce konuşan ülkelerde, eğitilmiş kamu duyusunun parçası olmuştur. Fakat, Locke’un yaşadığı günde aklın her neni (şeyi) a priori olarak bildiği varsayılıyordu. Onun bilgiyi bütünüyle algıya dayandırması yeni ve devrimci bir öğretiydi.
Platon Thetetos’unda bilginin algıyla özdeş tutulmasını hayırlamaya girişmişti. O zamandan bu yana Descartes ve Leibniz dahil bütün filozoflar bizim en değerli bilgimizin deneyimden çıkmadığını öğretmişlerdi. Locke’un eksiksiz empirikliği, dolayısıyle yiğitçe bir yenilikti.
GENEL TERİMLER
Deneme’nin üçüncü kitabı sözcükleri ele alınır ve daha çok metafizikçilerin, dünya hakkındaki bilgimiz olarak öne sürdüklerini salt sözel olarak tanımlamağa çalışılır.
«Genel Terimlere Dair» adını taşıyan üçüncü konu, tümeller konusunda aşırı adçı bir tutumdadır. Varolan bütün nenler tikeldir. Fakat biz «İnsan» gibi pek çok bireylere uygulanabilecek genel düşüncelerin sınırını çizebilir ve onlara adlar verebiliriz.
Onların genelliği sadece değişik tek tek nenlere uygulanabilir olması ya da uygulanabilmesindedir. Bizim ergilerimizdeki (zihinlerimizdeki) düşünceler olarak genel düşünceler, kendi içlerinde, var olan başka her şey gibi tikeldirler.
III. Kitabın VI. konusu «Tözlerin Adları Üzerine»dir. Skolastik töz öğretisini hayırlar. Nenler, kendilerinin fiziksel durumundan biçimlenecek gerçek bir öze sahip olabilirler. Fakat bu pek bilinmez bizce ve skolastiğin sözünü ettiği «öz» değildir.
Bilebildiğimiz denli öz salt sözeldir (lafzî’dir). Sadece genel bir terimin tanımından ibarettir. Söz gelimi özdeğin (cismin) özünün sadece uzanım mı yoksa uzanım artı sertlik mi olduğunu araştırmak, sözcükler hakkında bir nen (şey) ileri sürmektir. Özdek (cisim) sözcüğünü her iki yolda da tanımlayabiliriz ve tanımımıza bağlandığımız sürece hiç bir zarar çıkmaz ortaya.
Açık türler bir doğa değil, dil olgusudur. «Onlar, kendilerine açık adlar eklenmiş açık karmaşık düşünceler»dir. Doğada ayırt edici nenler olduğu doğrudur. Fakat ayrımlar, sürekli derecelenmelerle oluşur: «Türlerin, insanlarca ayırt edilmelerine yarayan sınırları insanlar yönünden çizilmiştir.»
Locke, insan olup olmadıkları kuşkulu canavar örnekleri vermeğe girişir. Bu görüş noktası, Darwin insanları derece derece aşamalı evrim kuramını kabul etme konusunda ikna edene değin genellikle kabul edilmemiştir. Sadece kendilerine skolastiklerce sayrılık bulaştırılmış olduğunu kabul edenler Locke’un düşüncesinin ne denli metafizik süprüntüyü temizlediğini ayırt edeceklerdir (farkedeceklerdir).
Empiriklikle idealistlik, felsefenin şimdiye değin doyurucu bir çözüm bulamadığı bir sorunla karşılaşmıştı. Bu, kendimizin dışındaki nenler (şeyler) ve kendi ergimizin (zihnimizin) işlemesi üzerine nasıl bilgi sahibi olduğumuz sorunudur.
Bir yerde (Deneme, IV. Kitap. I. Konu) Locke bize «ergi, bütün düşünce ve usavurmalarında kendi düşüncelerinden başka dolaysız bir nesneye sahip olmadığından (sadece onlarla düşünür ya da düşünebilir) bilgimizin sadece o düşüncelerle tanışık olduğu açıktır» der. «Bilgi, iki düşüncenin uyuşup uyuşmadığının algısıdır» cümlesini ekler.
ÜÇ TÜR BİLGİ
Buradan, hemen başkalarının ya da fiziksel dünyanın varlığını bilemeyeceğimiz çıkar ortaya. Çünkü onlar, eğer varsalar, herhangi bir ergideki (zihindeki) düşüncelerden ibaret değillerdir. Dolayısıyle herbirimiz, bilgi söz konusu olduğunca kendi içimize kapanmalı ve dış dünyayla ilişkimizi kesmeliyiz.
Fakat bu bir çelişkidir (pradokstur) ve Locke, çelişkilerden hiç hoşlanmaz. Dolayısıyle başka bir konuda birincisiyle tüm tutarsız başka bir kuram sürer ileri. Gerçek varlığın üç tür bilgisine sahip olduğumuzu söyler.
1. Bizim kendi varlığımız hakkındaki bilgimiz sezgiseldir.
2. Tanrı’nın varlığı hakkındaki bilgimiz gösterseldir.
3. Duyuda bulunan nenler hakkındaki bilgimiz duyusaldır (IV. Kitap, III. Konu).
Bir sonraki konuda Locke tutarsızlıktan az çok haberli olur.
Birinin, «eğer bilgi düşüncelerin uyuşmasından biçimleniyorsa coşkun olanla ayık olan aynı aşamada demektir» diyeceğini öne sürer. «Düşünenler uyuştuğunda durum böyle değildir» diye cevap verir. Sonra basit düşüncelerin nenlerle uyuşması gerektiğini ileri sürmeğe girişir. Basit düşünceler nenlerle uyuşmalıdır, çünkü «ergi, gösterildiği gibi hiç bir suretle «herhangi bir basit düşünceyi» kendi kendine yapamaz. Basit düşünceler «ergide doğal bir yolda iş gören nenlerin ürünüdür.»
Karmaşık töz düşüncelerine gelince «bizim tözler hakkındaki karmaşık düşüncelerimiz, sadece ve sadece, doğada birlikte yaşadığı ortaya çıkarılan basit düşüncelerden yapılır.»
Yine:
1. Sezgi,
2. İki düşüncenin uyuşuk olup olmadığını inceleyen us (akıl)
3. «Tek tek nenlerin varlığını kavrayan duyum»dan başka yolla bilgi sahibi olamayız (IV. Kitap, III. Konu, II. Kesim).
Bütün bunlarda Locke, ‘duyumlar’ adını verdiği belli zihinsel görüntülerin, kendileri dışında nedenlere sahip olduğunu ve bu nedenlerin hiç değilse bir uzanıma değin ve bazı bakımlardan sonuçları olan duyumlara benzediğinin bilindiğini kabul eder.
Fakat empiriklik ilkeleriyle tutarlı olarak bu nasıl bilinebilir? Duyumların nedenlerini değil, duyumları deneyimleriz biz. Deneyimimiz, duyumlarımızın aynı anda doğması durumundakinin tıpatıp aynı olacaktır. Duyumların nedenlere sahip olduğu ve onların nedenlerini temsil ettiği inancı savunulursa, deneyimden bütünüyle bağımsız olarak savunulacak türdendir.
Bilgiyi. «iki düşüncenin uyuşkun olup olmadığının algılanması» biçiminde tanımlayan görüş Locke’un savunma hakkı olan görüştür. Onun bu görüşüne yol açan çelişkiler (paradokslar) büyük bir tutarsızlığa kaçar. Ancak Locke gibi kamu duyusuna sarsılmaz bir bağla bağlanmanın yarattığı körlük sonucu gözden kaçacak ölçüde büyük bir tutarsızlıktı bu.
Bu güçlük empirikliği günümüze değin uğraştırmıştır. Hume duyumların dış nedenlere sahip olduğunu kabul etmeyi bir yana bırakarak ondan kurtulmuştu. Fakat, kendi ilkelerini unuttuğunda dış duyumların dış nedenlere sahip olduğunu savunmamış değildir. (Çok kez olmuştur bu da). Onun, Locke’tan aldığı ve temel ilkeli «bir ön izlenime dayanmayan hiç bir düşünce yoktur» ilkesi izlenimleri dış nedenlere sahip gibi düşündüğümüz sürece usaldır (mâkûldur) «İzlenim» sözcüğü de karşı koyulmaz biçimde bunu sürer ileri. Hume bir tutarlılık gösterdiği anlar kaba bir çelişkiye (paradoksa) düşer.
Şimdiye değin kimse aynı zamanda güvenilir ve kendi içinde tutarlı bir felsefe bulmuş değildir. Locke güvenirliği erek aldı ve onu tutarlılık pahasına başardı. Büyük filozoflardan çoğu karşıtını yapmışlardır. Kendi içinde tutarlı olmayan felsefe bütünüyle doğru olamaz. Fakat kendi içinde tutarlı olan felsefe bütünüyle yanlış olabilir.
En verimli felsefeler «ben buradayım» diye haykıran tutarsızlıklar içermiştir. Bu nedenle kısmen doğru olabilmişlerdir. Tutarlı bir sistemin, Locke’unki gibi az çok yanlış olandan daha çok doğruluk içerdiğini varsayacak bir neden yoktur.
AHLAKSAL ÖĞRETİLER
Locke’un ahlâksal öğretileri kısmen kendi adlarına kısmen de Bentham’ı önceledikleri için ilginçtir. Onun ahlâksal öğretilerinden söz ettiğimde pratik bir kişi olarak ahlâksal tutumunu değil, bu insanlar nasıl davranır, nasıl davranmalıdır türünden konulardaki genel kuramlarını erekliyorum.
Locke yumuşak duygularla dolu bir kişiydi. Herkesin (kendisi dahil) eylemde sadece kendi mutluluğu ve beğenisi (zevki) için davranmasını isterdi yine de. Birkaç aktarım bu konuda aydınlatıcı olacaktır:
«Nenler sadece beğeni (zevk) ya da acıya göreli olarak iyi veya kötüdür. Bizim «iyi» dediğimiz, içimizdeki beğeniyi yaratmağa ya da onu arttırmağa, acıyı azaltmağa yatkın olandır.»
«İsteği devindiren (harekete geçiren) nedir? Bana göre mutluluk ve sadece mutluluk.»
«Tüm tanımı içinde mutluluk bizim yetenekli olduğumuz en üstün beğenidir.»
«Gerçek mutluluğu izleme yeteneği bütün özgürlüğün temelidir.»
«Kötülüğün erdeme yeğ tutulması çok yanlış bir yargıdır.»
«Tutkularımızın yönetilmesi özgürlüğün en doğru gelişimidir. «Bu aktarmalar Denememin II. Kitap, XX Konusundandır.)
Bu anlatımlardan sonuncusu öbür dünyadaki ödül ve ceza öğretisine dayanıyor. Tanrı belirli ahlâksal ilkeler koymuştur. Onları izleyenler uçmak’a (cennete) gidecek izlemeyenler tamuyu (cehennemi) göze alacaklardır. Uz-görülü beğeni yolcusu böylece erdemli olacaktır.
Günahın tamuya (cehenneme) götürdüğü inancının çözüşmesiyle, kişinin erdemli bir yaşantı adına salt kendini gözeten bir kanıta varması daha güç olmuştur. Özgür düşünceli bir kişi olan Bentham yasa koyucu insanı Tanrı’nın yerine geçirdi. Kamu çıkarlarıyle özel çıkarlar arasındaki uyuşmayı sağlamak, yasalarla toplumsal kurumların göreviydi. Böylece herkes kendi mutluluğunu izlerken genel mutluluğa yardımcı olmağa zorlanacaktır.
Fakat bu, kamu çıkarlarıyle özel çıkarların uçmak, kamu (cennet, cehennem) aracılığıyle uzlaştırılmasından daha az doyurucudur. Çünkü hem, yasa koyucular daima bilge ve erdemli değillerdir, hem de insanların kurduğu yönetimler âlim-i mutlak olamazlar.
Açık olan şu ilkeyi kabul zorundadır Locke: İnsanlar tüm (daima), usal (aklî) hesaplarla kendilerine en büyük beğeniyi (zevki) sağlayacak yolda davranmazlar. Biz gelecek beğeniden çok, şimdiki (haldeki) beğeniyi isteriz ve uzak gelecekteki beğeniden çok, yakın gelecekteki beğeniye değer veririz.
Kazanç oranına, gelecek beğenilerin genel indiriminin nicel ölçüsüdür diyebiliriz. (Bu deyiş Locke’un değildir) Eğer bundan bir yıl sonra 1000 lira harcama tasarısı onu bugün harcama düşüncesinden daha beğeniliyse (zevkliyse) bu beğenimi geciktirmek (parayı bir yıl sonra harcamak) için bir çıkar sağlamam şart değildir. Locke, candan inananların çok kez, kendilerini cehennem tehlikesine atan günah işlediklerini kabul eder. Hepimiz, dişçiye gitmeyi, beğeniler usa göre olsaydı, gereğinden çok geciktirecek kişiler tanırız. Böyle eğer, beğeni ya da ıstıraptan kaçış veya beğeni bizim gerekçemizse bile zevklerin çekiciliğini ve ıstırapların dehşetini gelecekteki uzaklıklarıyle orantılı olarak kaybettikleri söylenenlere eklenmelidir.
KİŞİSEL ÇIKARLA KAMU ÇIKARI
Locke’a göre, zaman gittikçe kişisel çıkarla genel çıkar çatıştığından insanlar olanaklı ölçüde uzun vadeli çıkarlara yöneltilmelidir. Onların uzgörülü olması demektir bu. Uzgörü salık verilecek tek erdemdir. Çünkü erdemden her uzaklaşma, uzgörünün başarısızlığı demektir.
Uzgörü üzerinde duruş, liberalizmin karakteristiğiydi. Kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir o. Çünkü, uzgörülüler zengin olmuş, uzgörülü olmayanlar da yoksul kalmıştır.
Uzgörü aynı zamanda belirli protestan sofuluğu biçimleriyle de ilişkilidir. Cennet hayaliyle erdem, yatırım yapmak için para arttırmağa çok benzer.
Kişisel çıkarla, kamu çıkarlarının uyuşumu inancı, liberalizmin öz-çizgisidir. Bu inancın Locke’taki tanrıbilimsel temeli uzun süre yaşamıştır.
Locke, özgürlüğün doğru mutluluğu izleme zorunluğuna ve tutkularımızın yönetimine dayandığını ifade eder. Bu kanıyı o, zaman geçtikçe, (bu zaman kısa olmasa da) özel çıkarlarla kamu çıkarlarının özdeşleşeceği öğretisinden türetir. Buradan, sofu ve uzgörülü yurttaşlar topluluğunun, özgürlüğe sahip olduklarında genel iyiyi geliştirme yolunda davranacağı çıkar sonuç olarak.
İnsan ve yasalarının insanları zabt-u rapt altına alması gereksizdir. Tanrısal yasalar yeter bu iş için. Eşkıyadan olması için kandırılmış erdemli bir kişi kendi kendine «yargıçlardan kurtulabilirim fakat, ilâhi yargıcın cezasından nasıl kurtulurum?» diyecek ve yeni tasarılarını bir yana bırakacak ve suç işlediğinde, polisçe yakalanacağından emin olarak erdemli bir yaşantı sürecektir.
Böylece, uzgörü ve sofuluğun evrensel olduğu yerde bütünüyle olanaklıdır. Başka yerlerde, ceza kanunlarınca konulan sınırlar vazgeçilmezdir.
Locke tekrar tekrar, ahlâklılığın gösterime yetenekli olduğunu söyler, fakat bu düşünceyi istendiği ölçüde eksiksiz, bütün olarak geliştirmez.
Bu konudaki önemli bir parça şudur:
«Ahlâklılık kanıta yeteneklidir. Gücü, iyiliği, bilgeliği sonsuz, işçiliği bizler olan, varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz yüce varlık düşüncesi ve bizde açığa çıkan uslu (akıllı) ve zekâlı varlıklar olarak kendimizle ilgili düşünce sanırım, iyi ele alınıp işlenirse görevimiz ve eylem kurallarımız hakkında, ahlâklılığın kanıta yetenekli bilimler arasına katılabileceğine değgin temeller verir.»
«Kuşku yok bundan. Yalnız, matematikte olduğu denli karşı durulmaz türden zorunlu sonuçlara sahip apaçık önermelerden, göstersel bilimlerden birine, başka bilimler gibi yansız (tarafsızlık) ve dikkatle bakan kişi için doğru ve yanlış kuralları çıkarabilir.»
«Sayı ve uzanım kadar, başka biçimlerin ilişkisi de kesinlikle ayırt edilebilir. Bu biçimlerin ilişkisini, uyuşkun olup olmadığını inceleyip izleyecek uygun yöntemler bulunması durumunda onların ispata yetenekli olmaması için bir neden göremiyorum.»
«Özelge bulunmayan yerde tüzünsüzlük (adaletsizlik) de yoktur» önermesi, Eukleides geometrisindeki herhangi bir kanıt ölçüsünde kesin bir önermedir. Çünkü, özelge, kişinin, herhangi bir nene hakkı olduğunu bildirdiğinden ve ‘tüzünsüzlük’ hakkın zedelenmesi ya da zora alınması düşüncesine uygulandığından, böylece kurulan kavramlar ve onlara eklenen sıfatlarla ‘Özelge bulunmayan yerde tüzünsüzlük de yoktur’ önermesinin ‘bir üçgenin açıları toplamı iki dik açıdır’ önermesi ölçüsünde kesinlikle doğru olduğunu bilebilirim.»
Bertrand Russell
Batı Felsefesi Tarihi 3 – Modernçağ – Yeniçağ