Küçük Anılar: Çocukluk ve İlkgençlik Anıları – Jose Saramago

77

Her şey bilinmiyor, hiçbir zaman da bilinmeyecek, ama öyle zamanlar olur ki bildiğimize inanabiliriz, belki de o anda, ruhumuza, bilincimize, aklımıza, ya da bizleri az çok insan yapmakta olan o şeyin adı her neyse onun içine daha fazla bir şey sığamayacağı içindir. Sarp tepenin üzerinden bakıyorum zar zor kımıldayan akarsuya, sular neredeyse tümden kıpırtısız, sonra saçma bir şekilde her şeyin yeniden eskisi gibi olabileceğini hayal ediyorum, çocukluğumdaki çıplaklığımla yeniden içine dalıversem, o upuzun, ıslak oltayı ya da suda şapırdayan o kürekleri bugünkü ellerimin arasında yeniden tutabilsem…

Bizim köye Azinhaga derler, hani sözgelimi ta ulusalcılık hareketlerinin başlangıcından bu yana (XIII. yüzyılda çoktan belediye sınırları içindeymiş) hep o aynı yerdedir, ama o eski şanından geriye hiçbir şey kalmamış; hemen yanı başından (herhalde dünya yaratıldığından beri) geçen ve, az da olsa bildiğim kadarıyla, sayısız kereler yatağının dışına taşmış olsa da yönünü hiç değiştirmemiş olan ırmağın dışında hiçbir şey. Köydeki en son evlerle arasında bir kilometre bile bulunmayan Almonda, -yani bizim köydeki ırmak- Tejo Irmağıyla birleşir; bir zamanlar, kış aylarında sel gibi yağan yağmurlarla bulutlar boşaldığında, bizim Almonda, kısıtlı su miktarının elverdiği ölçüde, Tejo’nun tarlaları kaplamasına yardım eder, ırmağın yukarılarında lebalep dolan barajlar da biriken fazla sularını boşaltmak zorunda kalırlardı. Burada arazi basıktır, adına yaraşır hiçbir orografik engebeye sahip olmaksızın, tıpkı avuç içi gibi dümdüz uzanır; orada burada yükselen birkaç bent ise, sellerin coşkulu akışını zapt etmekten çok, ırmağı daha az zarar verebileceği yerlere doğru yönlendirmeye yarar. Bizim köyde doğmuş ve yaşamış olan insanlar, çok eski zamanlardan beri, köyün kişiliğini şekillendirmiş olan bu iki ırmakla haşır neşir olmayı öğrenmişlerdir: ayaklarının dibinde akıp gitmekte olan Almonda ve biraz daha ötede, yol boyunca ona eşlik eden karakavak, dişbudak ve söğütlerden örülü bir duvarın ardına yarı gizlenmiş olan Tejo ırmakları; her ikisi de, şu ya da bu nedenle, ailelerin belleklerinde de sohbetlerinde de hiçbir zaman eksik olmaz, işte ben bu yerlerde dünyaya gelmişim ve daha iki yaşıma varmadan, ihtiyaçlar yüzünden göç etmek zorunda kalan annemle babam, beni buralardan alıp başka tarz duygular, başka tarz düşünceler, başka tarz yaşamlar içinde olan Lizbon’a götürmüşler, sanki benim doğduğum yerde doğmak kaderin bir yanılgısının sonucuymuş, talihin umulmadık bir dalgınlığından kaynaklanmış da, bu yanılgıyı onarmak hâlâ onların ellerindeymiş gibi. Ama öyle olmadı. O çocuk, kimsecikler farkına varmadan, toprağa kol atıp kök salmış, o zamanki ben olan o kırılgan tohum, güvensiz minicik ayaklarıyla yerdeki çamura basarak (o uçsuz bucaksız hava okyanusunun oynak zeminine, bitkisel ve hayvansal artıklardan, her şeyin ve herkesin kalıntısından, ufalanıp toz haline gelmiş kayalardan, tıpkı durmadan geri dönen güneşler ve aylar, seller ve kuraklıklar, soğuklar ve sıcaklar, rüzgârlı ve sakin havalar, acılar ve neşeler, varlıklar ve hiçlikler gibi hayatın içinden geçip gittikten sonra hayata geri dönmüş olan ve kaleydoskopun içindeki gibi sayısız maddelerden oluşan, kâh kuru, kâh nemli o çamura basarak) toprağın o özgün damgasını bir daha silinmemek üzere ondan alacak zamanı bulmuştu. Alınyazısının okunmaz sayfalarında ve kaderin ilerisi görünmeyen kıvrımlarında, yeniden dünyaya gelmek için Azinhaga’ya geri döneceğimin yazılı olduğunu, bildiğimin bilincinde olmadan, bir tek ben biliyordum. Bütün çocukluğum boyunca, ayrıca yeniyetmeliğimin ilk yıllarında, zeytinliklerin gümüşsü gri rengiyle çevrelenmiş alçacık evleriyle, suyun ve yeşilliklerin mırıltılı sınırları içinde, kimi zaman yaz aylarının yakıcı sıcağıyla kavrulan, kimi zaman da kış aylarının öldürücü soğuğundan perişan olan ya da kapılardan içeri giren sellerden boğulan bu yoksul ve ilkel köy, kişiliğimin oluşma sürecinin tamama erdiği yer olmuştu; benim gibi minik bir keseli hayvancağızın, suskun, içine kapalı, münzevi kişiliğinden ne yapılabilirse yalnızca onu iyi ya da belki kötü bir şekilde yaratmak üzere içine çekildiği bir keseydi.

Bilenlerin dediklerine göre bizim köy bir keçiyolunun, yani bir azinhaga’nın kenarında doğup o yol boyunca gelişmiş; Arapça’da “dar yol” anlamına gelen az-zinaik’ten gelen bir terim bu; ama kelime anlamı düşünüldüğünde köyün o başlangıç zamanlarında olabilecek bir şey değil, çünkü dar da olsa, geniş de olsa yol her zaman yoldur, oysa keçiyolu, kestirme bir yoldan, istenilen yere daha çabuk gitmek için kullanılan ve genellikle başka bir amacı ya da uzaklık konusunda ölçüsüz tutkuları olmayan bir yan yoldan başka bir şey değildir. Geniş alanlara yayılan zeytinciliğin bu bölgede ne zaman başlatıldığını bilemiyorum, ama yaşlıların anlattıklarına dayanan gelenekler de doğruladığı için hiç kuşkum yok ki, o zeytin ağaçlarının en yaşlılarının üzerinden en azından iki ya da üç yüz yıl geçmiştir. Daha başka yüzyılların geçeceği de yok. Zeytin ağaçları dikili hektarlarca ve hektarlarca arazi bundan birkaç yıl önce acımasızca silinip süpürüldü, yüz binlerce ağaç kesildi, toprağın derinliklerinden söküldü ya da kuşaklar boyunca kandillere ışık, aşlara tat veren o yaşlı kökler çürüsün diye oldukları yerde bırakıldı. Avrupa Topluluğu, yerinden sökülen her bir zeytin ağacı için, çoğunluğu büyük toprak ağaları olan sahiplerine birer prim ödedi, bugünse benim çocukluğumdaki insanı biraz da tedirgin eden o gizemli zeytin ağaçlarının yerinde, küfler ve yosunlarla kaplı, kertenkelelerin gizlendiği oyuklarla delik deşik olmuş o büklüm büklüm gövdelerin yerinde, siyah zeytinlerle ve kuşlarla yüklü dallardan oluşan o gölgeliklerin yerinde, gözlerimizin önünde uzanan tek şey, hibrid tohumdan yetişme, uçsuz bucaksız, tekdüze, bitmek bilmeyen bir mısır tarlası; mısırların her biri aynı yükseklikte, belki de saplarında aynı sayıda yapraklara sahip ve belki de yarın sapların aynı yerlerinde aynı sayıda koçanlara, her bir koçanda da belki aynı miktarda taneye sahip olacaklar. Şikâyet ediyor değilim, bana ait bile olmayan bir şeyi yitirdim diye ağlıyor da değilim; ben yalnızca bu manzaranın benimki olmadığını, doğduğum yerin burası olmadığını, burada büyümediğimi anlatmaya çalışıyorum. Mısırın bir ana ihtiyaç maddesi olduğunu, hatta pek çok kimse için zeytinyağından önde geldiğini zaten biliyoruz; ben bile çocukluğumda, yeniyetmeliğimin o körpe yıllarında, ırgatlar hasat kaldırdıktan sonra, boynumda asılı bez bir torbayla, gizli kalmış mısır koçanlarını aramak için o zamanki mısır tarlalarının arasında dolaşıp durmuşumdur. Yine de bugün, köydeki insanların, o yaşlı zeytin ağaçlarını sökmenin bir hata, çok büyük bir saçmalık olduğunu söylediklerini duyduğum zaman, hınzırca bir tatminkârlığa benzer bir duyguya, aramadığım ve istemediğim, ama gelip beni bulan bir intikam duygusuna kapıldığımı itiraf edeyim. Ziyan olan onca zeytinyağının ardından da boş yere ağlayacaklar. Şimdi bana anlattıklarına göre yeniden zeytin ağaçları dikiyorlarmış, ama kaç yıl yaşarlarsa yaşasınlar, hani şu hep küçücük kalan cinsinden. Yok daha çabuk boy atıyorlarmış, yok zeytinler daha kolay toplanıyormuş. Ama benim anlayamadığım, kertenkelelerin nereye saklanacağı.

Benim bir zamanlar olduğum o çocuk, bu manzarayı, sonradan dönüştüğü yetişkinin bulunduğu o yüksek noktada durup baktığında hayal etme eğiliminde olduğu biçimiyle görmemişti hiç. O çocuk, bütün o çocukluk dönemi boyunca, o manzaranın içinde bulunuyordu yalnızca, onun bir parçasını oluşturuyordu, o kadar, onu sorgulamıyor, şu sözleri ya da benzerlerini ne söylüyor ne de düşünüyordu: “Aman ne güzel manzara, ne harika bir panorama, ne göz kamaştırıcı bir görüntü!” Elbette ki kilisenin çan kulesine çıktığında ya da yirmi metre yüksekliğinde bir dişbudak ağacının tepesine tırmandığında, onun o genç gözleri, önünde açılan engin boşlukların değerini bilip onları belleğine kazıyabiliyordu, ama yakınlarda bulunan, elleriyle dokunabildiği, ayrıca kendisi bilincine bile varmadan onu anlamaya ve ruhunun derinliklerine katmaya zorlayan şeylere ve varlıklara yönelip onların ayırdına varmayı her zaman yeğlediğini de söylemek gerekiyor (o çocuğun, içinde öylesine bir mücevher taşıdığından haberi bile olmadığını hatırlatmam mazur görülecektir); bu şey, ister kıvrıla kıvrıla giden bir yılan olsun, ister bir buğday başağını havaya kaldıran bir karınca ya da yem teknesinden karnını doyuran bir domuz, çarpık bacakları üzerinde salınan bir karakurbağası, ayrıca bir taş, bir örümcek ağı, saban demirinin toprağı kaldırdığında geride bıraktığı yarık, terk edilmiş bir kuş yuvası, şeftali ağacının gövdesinden akmış reçineden bir gözyaşı, yerdeki otların üzerinde parıldayan kırağı. Ya da ırmak. Uzun yıllar sonra, o yeniyetme, artık yetişkin olduğundaki sözcükleri kullanarak, içinde yüzmüş ve sandala binmiş olduğu -bugün artık kirlenmiş, pis kokulu, küçücük bir akıntı olan- o ırmakla ilgili bir şiir yazacaktı: Adım Protoşiir koyduğu mısralar şöyleydi:
Belleğimin birbirine dolanmış yumağından, kördüğümlerin karanlığından çekiyorum uç vermiş görünen bir ipi.
Açıyorum onu azar azar, parmaklarımın arasında yok olup gider korkusuyla. Upuzun bir ip, yeşilli mavili, balçık kokulu, canlı çamurun sıcacık yumuşaklığında. Bir ırmak bu.
Akıp gidiyor artık ıslak ellerimin içinden.
Suyun tümü geçip gidiyor açık avuçlarımın arasından, ve birden bilemiyorum sular benim içimden mi doğuyor, yoksa bana doğru mu akıyor.
Devam ediyorum çekmeye, artık bir anıyı değil, ırmağın kendi bedenini.
Tenimin üzerinde tekneler seyrediyor, ben de onların, ve onları örten o gökyüzünün, gözlerin ışıltılı zarı üzerinden ağır ağır kayıp giden o upuzun karakavakların ta kendisiyim.
Balıklar yüzüyor kanımın içinde, belleğin belirsiz çağrıları gibi iki suyun arasında gidip geliyor.
Kollarımın gücünü hissediyorum, ve onların uzantısını oluşturan oltayı.
Irmağın ve benim içimin derinliklerine iniyor, ağır ve güçlü bir kalp atışı. Artık gökyüzü daha yakın, renk değiştirmiş.
Ve tümüyle yemyeşil, şakıyarak, daldan dala uyandırıyor kuşların cıvıltısını çünkü.
Sonra geniş bir düzlükte durduğunda tekne, ışıldıyor çıplak bedenim güneşin altında, suların yüzeyini tutuşturan o en büyük parlaklığın arasında.
Orada eriyor tek bir gerçeğin içinde, belleğimdeki belirsiz anılarla geleceğin ansızın ortaya çıkan karaltısı.
Adını bilmediğim bir kuş iniyor bilmem nereden ve gidip sessizce konuyor sert pruvasına teknenin.
Bekliyorum hiç kımıldamaksızın, sular tümden maviye boyansın, dallardaki kuşlar karakavakların neden upuzun, yapraklarının neden mırıltılı olduklarını söylesinler diye.
işte o zaman ilerliyorum, insan boyutunda bir tekne ve ırmağa dönüşmüş bedenimle, çevresini dikey kılıçların sardığı o altın renkli gölete.
Orada gömüyorum oltamı canlı taşa kadar üç karış derinliğe.
Ta başlangıçtaki gibi derin bir sessizlik çöküyor eller birleştiğinde ellerle.
Sonra artık bileceğim her şeyi.
Her şey bilinmiyor, hiçbir zaman da bilinmeyecek, ama öyle zamanlar olur ki bildiğimize inanabiliriz, belki de o anda, ruhumuza, bilincimize, aklımıza, ya da bizleri az çok insan yapmakta olan o şeyin adı her neyse onun içine daha fazla bir şey sığamayacağı içindir. Sarp tepenin üzerinden bakıyorum zar zor kımıldayan akarsuya, sular neredeyse tümden kıpırtısız, sonra saçma bir şekilde her şeyin yeniden eskisi gibi olabileceğini hayal ediyorum, çocukluğumdaki çıplaklığımla yeniden içine dalıversem, o upuzun, ıslak oltayı ya da suda şapırdayan o kürekleri bugünkü ellerimin arasında yeniden tutabilsem, bir zamanlar ben olan ve zamanın bir yerine takılıp kalmış olarak bıraktığım kişinin düşlerin sınırına kadar alıp götürdüğü o ilkel tekneyi suların pürüzsüz teni üzerinde sürebilsem.

Benim doğduğum ev yok artık, ama bu umurumda değil, çünkü orada yaşadıklarımla ilgili hiçbir anım yok. Öteki de yok oldu bir enkaz yığınının altında, hani on ya da on iki yıl boyunca asıl yuvamız olan şu ev, yüreğimizin derinliklerinde candan bağlı olduğumuz yer, anneannemle dedemin -adları Josefa ile Jeronimo’ydu- yoksul mu yoksul evi, içinde o çocukla o yeniyetmenin kesin başkalaşımlarının gerçekleştiğini bildiğim o sihirli koza. Ancak bu kaybım da uzun zamandan beri artık bana acı vermez oldu, çünkü belleğimin yenileyici gücü sayesinde, onun o bembeyaz duvarlarını her istediğim an yeniden ayağa kaldırabiliyor, girişe gölge veren zeytin ağacını yeniden dikebiliyorum, ana kapı üzerindeki küçük kanadı ve günlerden bir gün çöreklenmiş küçük bir yılanı gördüğüm bahçenin parmaklıklı kapısını açıp kapatabiliyorum, süt domuzlarının meme emmelerini seyretmek için domuz ağıllarına girebiliyorum, mutfağa gidip o yaz susuzluğumu bininci kez giderecek olan suyu testiden kalaylı pirinç maşrapaya boşaltabiliyorum. Sonra da anneanneme şöyle diyorum: “Anneanne, gidip şuralarda biraz dolaşacağım.” O da diyor ki: “Git, git!” ama bana dikkatli olmamı tembihlemiyor, o zamanlar büyüklerin kendi baktıkları küçüklere daha fazla güvenleri vardı. Bir lokma mısır ekmeğiyle bir avuç zeytin ve kuru inciri heybeme koyuyorum, bir köpekle tatsız bir karşılaşma olursa kendimi savunabileyim diye kendime bir sopa buluyorum ve kırlara çıkıyorum. Seçebileceğim pek fazla yer yok: ya ırmak ve onun kıyılarını kaplayıp koruyan, neredeyse geçit vermez bitki örtüsü ya zeytin ağaçları ve çoktan biçilmiş olan buğdaylardan kalma kaskatı anızlar ya Almonda’yla birleştiği noktadan sonra Tejo’nun kıyılarını izleyen yabangülleri, kayınlar, dişbudaklar ve karakavaklardan oluşan yoğun yeşillikler ya da, son olarak, kuzey yönünde, köyden beş-altı kilometre uzaklıktaki Paul do Boquilobo,( Paul do Boquilobo, Portekizce’de “Kurtağzı Bataklığı” anlamına gelir. (Ç.N.)) yani o manzaraları yaratanın alıp cennete götürmeyi unuttuğu bir göl ya da bir gölet, bir su birikintisi. Pek fazla seçeneğim yoktu, orası doğru, ama o melankolik çocuk için, dalgın ve sıklıkla hüzünlü olan o yeniyetme için bunlar, her biri evrenin tümü değildiyse bile, evrenin bölündüğü dört parçayı oluşturuyordu. Bu serüven saatlerce sürüp gidebilirdi, ama amacına erişmeden asla sona ermezdi. Sıcaktan kavrulan uçsuz bucaksız zeytinlikler arasında tek başıma dolaşmak, her iki ırmağın da kıyılarında neredeyse tıkız bir duvar oluşturan ağaççıkların, ağaç gövdelerinin, böğürtlen çalılarının, sarmaşıkların arasından zahmetli bir yol açmak, gölgeli bir açıklıkta oturup ormanın, yalnızca kuşların şakımasının ve dalların rüzgârın dürtmesiyle hışırdamasının kesintiye uğrattığı sessizliğine kulak vermek, suyun içinde yetişen ağlayan söğütlerle kaplı geniş alanları daldan dala atlayarak bataklığın üzerinde enine boyuna dolaşmak; bütün bunların özellikle sözünü etmeye değecek hünerler olmadığı söylenebilir, hele hele, uygar dünyadaki herhangi bir çocuğun, isterse tembel tembel evinde oturuyor olsun, yolunun üzerine çıkacak ne kadar küçük yeşil adam varsa hepsinin tozunu attırmak için çoktan Mars’a yolculuk ettiği, Knox Kalesindeki altını bekleyen o korkunç mekanik ejderhalar ordusunu çoktan silip süpürdüğü, tiranozorların kralını çoktan havaya uçurup paramparça ettiği, dalgıç giysisi de dalgıç sandığı da kullanmaksızın en derin denizaltı çukurlarına çoktan indiği, insanlığı Dünya’yı yok etmeye gelen korkunç gök cisminden çoktan kurtardığı bizimki gibi bir çağda. Bu kadar müthiş kahramanlıkların yanında, Azinhagalı o küçük oğlanın sunabileceği tek şey, yirmi metrelik dişbudak ağacının tepesine tırmanması ya da, eğer isterseniz, iddiasız bir şekilde ama damak tadının keyfine varmak uğruna, sabahleyin erkenden meyve bahçesindeki incir ağacına tırmanıp geceki çiyden hâlâ nemli olan meyvelere erişerek, içlerinden fışkıran bal damlalarını, tıpkı tatlı düşkünü bir kuş gibi emmesi olabilirdi ancak. Pek önemsiz şeylerdi bunlar, orası doğru, ama tiranozorları yenen o kahraman çocuk da herhalde küçücük bir kertenkeleyi eliyle yakalayamazdı.

Jose Saramago
Küçük Anılar Çocukluk ve İlkgençlik Anıları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz