Duygunun Patolojisi – Stefan Zweig
“Lanet olsun o kendini dizginleyemeyen kalbe”*
Berlin’den hızla oraya koşan doktorlar, henüz sıcak olan cesedi muayene ettiklerinde onun sağlıklı ve güçlü olduğunu gördüler. Hiçbir organında herhangi bir hasar yoktu; o umutsuz adamın ne yaptığından emin eliyle şakağına sıktığı o korkunç kurşun dışında hiçbir ölüm nedeni görünmüyordu. Ama durumu herhangi bir bilimsel kavramla ifade etmek için tutanaklara, “Kleist”ın bir “sanguino-cholericus in sumo gradu” [ileri derecede kanamalı kolera] hastası olduğunu ve bundan muhtemel bir ruh hastalığı sonucunun çıkarılabileceğini yazdılar. Her şey açık oysa: Ortada son derece anlamsız bir ifade var; herhangi bir belgeye, delile dayanmayan, sadece bir varsayımdan yola çıkan bir teşhis söz konusu. Bu protokol, bizce onu hazırlayan nedenler açısından sadece psikolojik bir önem arz ediyor, o da Heinrich von Kleist’ın bedensel olarak sağlıklı ve yeterince yaşama gücüne sahip olduğu, organlarının tamamen düzgün çalıştığı bilgisini bize vermesi. Hayat hikâyesine dair, onun gizemli sinir krizlerinden, sindirim sisteminin bozuk olmasından ve bazı ağrılarından sık sık söz eden diğer belgeler de bununla bir çelişki yaratmıyor. Kleist’ın hastalıkları (bir psikanaliz terminolojisi kullanmak gerekirse) gerçek bir organik bozukluktan çok hastalığa bir kaçış, ruhun o esrik aşırı gerilimlerinden sonra bedenin dinlenme ihtiyacına yönelik bir sığınmaydı. Prusyalı ataları ona sağlam, neredeyse fazla dayanıklı bir beden vermişti: Onun illeti etinde gizlenmiyordu, kanında dolaşmıyordu, tersine görünmez bir şekilde ruhunda mayalanıyor, orada kabarıyordu.
Ama o aslında bir ruh hastası değildi, hastalık hastası, insanlardan nefret eden karanlık bir doğa da değildi (her ne kadar Goethe bir keresinde bunu yalanlarcasına, “Onun hastalık hastalığı çok fenaymış.” dese de). Kleist müptela değildi, deli değildi, olsa olsa fazla gergindi, şayet sözcüğü en somut (şişirilmiş ilkokul şairi Theodor Körner’in onun intihar ettiğini duyunca, “Prusyalaların gergin yaradılışı işte.” derken kast ettiği küçümseyici anlamda değil de) kökeni itibariyle en bire bir anlamıyla ve doğru telaffuz ederek kullanacak olursak, Kleist fazla gergindi, yani aşırı gerilmişti, karşıt kutupları tarafından çekilip duruyordu ve bu gerilim içinde sürekli sarsılıyor ve dehanın eli değdiği anda da bir tel gibi titreşip tınlıyordu. Fazlasıyla tutkuluydu, ölçüsüz, dizginsiz, taşkın, abartılı bir duygusal tutkusu vardı, onu sürekli olarak aşırılığa zorlayan, asla söze ve eyleme dökülemeyen bir tutkuydu bu, çünkü aynı derecede güçlü ve abartılı bir tutuculuk, keskin, aşırı keskin sorumluluk bilinci şiddetli emirlerle tutkusunu geri itiyor, onu hapsediyordu. Neredeyse hastalık derecesinde temizlik takıntısı aşırıya kaçacak kadar tutkuluydu, her zaman hakiki olmak istiyor ve bu yüzden de hep susması gerekiyordu. Sürekli gerilim ve tıkanıklık bu yüzdendi, ruhsal coşkuya rağmen dudakların sımsıkı kapalı olmasının verdiği dayanılmaz acı bu yüzdendi. Fazla beyin ve fazla kan vardı onda, fazla disiplin ve fazla coşku, fazla hırs ve fazla ahlak vardı ve zihni ne kadar aşırı gerçekçiyse, duygusu da o kadar abartılıydı. Böylece çatışma, hayatını giderek daha şiddetle kaplıyordu, eğer bir vana açılmazsa bu basıncın yavaş yavaş onu patlamaya götürmesi kaçınılmazdı. Ama Kleist’ın (hayatındaki son musibet de buydu) bir vanası, bir dışa akışı yoktu: Sözle kendini dışarı vermiyordu, içindeki gerilimlerden hiçbiri konuşmalara akmıyor, oyunlara, küçük erotik maceralara aktarılmıyor ya da alkol ve afyonda boğulup gitmiyordu. Kasvetli fantezileri, aşırı ateşli (ve genellikle de karanlık) dürtüleri sadece rüyalarda (eserlerinde) hovardaca tatmin oluyordu; uyanıkken onları demir gibi bir yumrukla bastırıyor, öldürmeyi bir türlü başaramıyordu. Bir parça rahatlık, kayıtsızlık, çocukluk, kaygısızlık: Eğer bunlar olsaydı, tutkuları, o kapana kısılmış, o kötücül vahşi hayvan azgınlıklarını yitirebilirdi; ama duyguları son derece taşkın ve şehvetli olan bu genç aynı zamanda disipline de tutkundu, kendi üzerinde sert bir Prusya eğitimi uyguluyor ve sürekli kendisiyle çatışıyordu. İç dünyası, bastırılan ama dizginlenemeyen, kızgın demirle sertleştirilmiş bir iradeyle sürekli geri ittiği arzularının yeraltı kafesi gibiydi. Ama o aç canavarlar hiç durmadan üzerine atlıyorlardı. En sonunda da parçaladılar onu.
“Bir kez yanan kişi ateşten sakınır derler”* Kleist ve Anlatıcı – Stefan Zweig
Gerçek varlıkla olmak istediği varlık arasındaki bu anlaşmazlık, dürtü ile karşı dürtü arasındaki bu daimi gerilim onun acısını kadere dönüştürdü. Her iki yarısı birbirine uymuyordu ve kanlı bir şekilde sürekli sürtüşüyorlardı: O bir Rus insanıydı, ölçüsüz, taşkınlık özlemiyle yanıp tutuşan, ama bir yandan da bir sınır soylusu üniformasına tıkılıp kalmış biriydi; büyük ihtirasları vardı, ama bir yandan da katı emirleri olan bir bilinci, bu yüzden onların peşinden gidemezdi. Zekâsı ideallik istiyor, ama bunu Hölderlin gibi (zihnin diğer bir trajik kahramanı) dünyadan talep etmiyordu: Kleist ahlakı başkaları için değil, sadece kendisi için şart koşuyordu. Ve her şey gibi –her türlü duygunun, her türlü düşüncenin en korkunç abartıcısı– bu ahlaklılık talebini de abartıyordu: En katı normu bile kendi içinde korlaşıp tutku haline gelinceye kadar ısıtıyordu. Arkadaşların, kadınların, insanların hiçbirinin ona yetmemesi değildi onu yıkan. Ama kendisinin bu hırs ve kötücül şehvetin içsel sağanağına uygun olmaması, kendisinin bu kadar sıcak olması yüzünden kendini biçimlendirememesi, işte onun gururunu mütemadiyen kıran buydu: Mektuplarının sitem dolu olması bu yüzdendi, bu kendi kendinden iğrenme duygusu ve kendini hor görme, onun kendi içine bakmasını engelleyen, ağzını kapalı, ruhunu yaralı yapan suçluluk duygusu bu yüzdendi. Kendisiyle ebedi bir dava yürütüyordu (her zaman davacı olarak). Sürekli kendini mahkemeye veriyor, kendi kendisinin sert yargıcı oluyordu – “Çevresi çok katıydı.” Rahel’in dediği gibi, ama en katısı kendi içindeydi. Kendi içine baktığında –Kleist gerçeği görme ve derinliğin sonuna kadar bakma cesaretine sahipti– Medusa’yı görmüş gibi taş kesiliyordu. Olmak istediğinden tamamen farklı biriydi o: Hiç kimse kendisinden onun kendisinden istediğinden daha fazlasını istememiştir; hemen hemen hiçbir insan kendi önüne Heinrich von Kleist’tan daha yüksek ahlaki iddialar (bu kadar düşük kapasiteye rağmen yerine getirilecek kategorik bir ideal) koymamıştır.
Çünkü gerçekten de dışsal donukluğunun soğuk, kapalı, geçirimsiz kayaları altındaki yılan yuvasında şeytanlar kuluçkaya yatmıştı ve birbirlerini kızıştırıp duruyorlardı. Hiç kimse Kleist’ın soğuk, kontrollü kapalılığının altındaki bu cehennemi yumağı hiçbir zaman sezmemişti, ama kendisi bunun, ruhunun en alt gölgesinde yuvalanmış bu yalanıp duran tutku sürüsünün fazlasıyla farkındaydı. Daha çocukken bunu keşfetmiş ve bütün hayatı bu yüzden mahvolmuştu: Kleist’ın şehvet tragedyası erken başladı, başlangıcı aşırı sıcaktı, sonu aşırı sıcak. Gençliğinin bu en mahrem krizlerini nişanlısına ve arkadaşlarına anlattığına göre burada erdemlilik taslayıp gizlemenin bir gereği yok, ayrıca bu onun tutkularının labirentine şairce inişidir. Genç bir askeri okul öğrencisiyken, kadınları tanımadan önce, yaşıtı bütün tutkulu oğlanların cinselliğin bahar uyanışında yaptıkları şeyi o da yapmıştı. Ama o bir Kleist olduğu için bu çocukluk zaafının ölçüsüz müptelası olmuştu; o bir Kleist olduğu için iradesinin bu zayıflığı karşısında ölçüsüz bir ahlaki acı çekmişti. Bu şehvet yüzünden kendini ruhsal olarak lekelenmiş, bedensel olarak berbat olmuş hissediyordu ve sürekli korkunç görüntüler içinde sefa süren iğrençlik derecesinde abartılmış fantezileri, bu çocukluk zaafının dehşet verici sonuçları konusunda onu aldatıyordu. Diğerlerinin gençliğin önemsiz bir sıyrıkları olarak kolayca atlattıkları şey, onu kötü huylu bir tümör gibi ruhunun derinliklerine kadar yiyip bitiriyordu: Henüz yirmi bir yaşında biri olarak cinselliğinin (elbette sadece hayali) arızasını devasa boyutlara ulaştırmış bulunuyordu. Yazdığı mektupta “gençliğinin karmaşası içinde” yerle bir olan, hastanedeki (kesinlikle uydurma) bir genci, sırf kendine ibret olsun ve içinde korku uyandırsın diye “güçsüzce önüne düşmüş başı, çökmüş göğsü, çıplak, solgun ve cılız organları” ile tasvir eder; bu tasvirden o genç Prusyalının kendinden iğrenerek ve kendi şehvetine karşı kendini savunamamasından duyduğu aşağılık duygusunun utancıyla kendini nasıl yiyip bitirdiğini hissetmek zor değildir. Buna bir de, kendini cinsel açıdan yetersiz hissetmesine rağmen, (ruhunun en ücra köşelerine kadar kirlendiğini ve lekelendiğini hissettiği halde) sayfalar dolusu ahlaklılık vaazları verdiği, ilerdeki anneliğin (bir yandan kendisinin evliliğin gerektirdiği erkeklik görevlerini yerine getirip getiremeyeceğinden kuşkulansa da) ve evliliğin doğuracağı sorumlulukları anlattığı iffetli, masum bir kızla nişanlanmış olmasıyla ulaştığı gerçek trajik boyut ekleniyordu. Bu ikili yaşam, hayatını benzersiz bir gerilime dönüştüren bu korkunç yarılma Kleist’ta daha o zamandan başlar, bu henüz genişçe açılan göğüste tutkuların bütün karşıtlığı, utanç, gurur, şehvet ve ahlak karışımı bu vahşi girdap böylesine erken mayalanır. Kleist’ın içindeki, bir gün dudakları çözülüp de bir arkadaşına bu çılgınca düşünceleri, sinirlerini mahveden bu sözde rezaleti anlatıncaya kadar utançla ve tedirginlikle bastırdığı o aşırı dolgunluk duygusu daha o zamandan başlar. Ama arkadaşı –Brockes’ti adı– bir Kleist değildir, abartıcı değildir. Hemen durumu gerçek boyutlarıyla görür, Kleist’ı Würzburg’daki bir doktora gönderir ve doktor birkaç hafta içine –görünürde bir ameliyatla, ama aslında telkin yoluyla– onu cinsiyetinin aşağılık kompleksinden kurtarır.
Artık cinselliği organik açıdan tedavi edilmiştir. Ama Kleist’ın erotizmi hiçbir zaman tümüyle normal olmaz, tümüyle sınırlanmış olmaz. Aksi takdirde bir insanın biyografisinde “uçkur sırlarına” değinmenin gereği yoktur; ama Kleist’ın gizilgüçlerini kilitleyen de tam bu uçkurdur ve bütün yüce tinselliğine rağmen bütün varlığı o tuhaf salınımlı, ama yine de son derece tipik cinsel alışkanlığı tarafından belirlenir. Bütün o şehvetli, abartılı, dizginsizce kabaran, görüntüler içine gömülmeyi seven, taşkınlıklar içinde boşalan cinsel sarhoşluğu karakterini hiç kuşkusuz o gizli aşırılıklardan alır ve belki de edebiyat tarihinde hiçbir şiirsel fantezi klinik açıdan bu kadar açık ve net bir şekilde, hayallerde kızışan, hayallerde öğütülen ve orada boşalan bir haz öncesi oğlan-erkekliği biçimine (özellikle “ayıbına” demiyorum) sahip olmamıştır. Şair olarak en nesnel, en aydınlık biçimde betimleyici olan Kleist cinsel bölümlerde derhal hazcı aşırılığa, oryantal zevk düşkünlüğüne kapılıverir, hayalleri düşsel aşırılıklarda birbirleriyle yarışan şehvet dolu arzu rüyalarına dönüşür (Penthesilea’daki tasvirler, hiç durmadan tekrarlanan, o sular damlatarak havuzdan çıkan çıplak Pers kadını imgesi); onun o korkunç gizli organizması bu noktada adeta açılır ve en hafif temasta ürperir. Burada onun gençliğindeki aşırı cinsel duyarlılığının kökü kurutulacak cinsten olmadığı, ne kadar çok bastırırsa bastırsın, ileriki yıllarda ne kadar gizlerse gizlesin, cinselliğindeki bu kronik çabuk tutuşurluğun hep devam ettiği hissedilir. Ama burada hiçbir zaman dengeye ulaşmayan bir şey daha vardır, Kleist’ın aşk hayatı (hiç istemeden kullandığım iğrenç bir söz) hiçbir zaman herhangi bir ilişkide tek bir çizgi, doğrusal bir çizgi halinde, sağlıklı bir erkekliğin normal yörüngesinde ilerlemez. Her zaman (eskiden olduğu gibi) bir eksiklik olur, tam da güdüsel harekette hep bir noksanlık bulunur; sarhoşlukta her zaman bir artı, bir fazlalık vardır, bir abartı, bir aşırı kızgınlık vardır: Kleist’ın bütün ilişkileri bu çok azlığı ve çok fazlalığı en değişken biçimlerde barındırır, en tuhaf ve en tehlikeli vurgularla ve nüanslarla birbirine girmiş halde parıldar durur. Cinsellikte tam da şehvetin itici gücü (belki becerinin de) eksik olduğu için, bütün çeşitliliklere ve ara duygulara yetenekliydi: Erotizmin bütün çapraz ve ara yolları, arzunun bütün karışımları ve kıyafetleri hakkındaki büyüleyici bilgisi buradan geliyordu, dürtünün cinsiyet değiştirmesi hakkındaki bu tuhaf bilgisi de buradan geliyordu. Bütün geçişler ve dönüşümler, en şaşırtıcı olanaklar parıldıyordu onun içinde, ama erotik isteğin geçirimsiz bulanıklığı da her zaman oradaydı. Kadına olan o ilksel yönelim bile tümüyle dönüştürülemez değildir; Goethe’de ve başka birçok şairde bile hedef, her ne kadar uçlar arasında defalarca gidip gelse de, tümüyle sadece kadına dönük olduğu halde, Kleist’ın kontrolsüz dürtüsü bütün yönlere gitmeyi dener. Rühle’ye, Lohse’ye ve Pfuel’e yazdığı mektupları okumak, onun içinde bir eşcinsellik olduğunu tahmin etmek için yeterlidir: “Senin güzel bedenini sık sık, Thun’a… göle girerken, gerçek genç kız duygularıyla izledim,” ya da daha açığı, “Yunan dönemini kalbimde yeniden açtın, seninle yatabilirdim.” Ama Kleist cinsiyet değiştirmiş değildir, onun aşk algısı sadece (aktif, patlamalı bir dışa akıştan yoksun olduğu için) taşkın duygu biçimlerine sahiptir. “Biricik” diye hitap ettiği, ama aslında üvey kız kardeşi olan (ve tuhaf bir şekilde Kleist’ın kadınsı tarafıyla alay eder gibi onun yanında erkek kıyafetleriyle dolaşan) Ulrike’ye yazarken de daha az ateşli değildir ve ruhsal duyumsamanın erotik kızışmışlığıyla dopdoludur. Her türlü duygusal kıpırdanışa sürekli abartılı şehvetinin yakıcı tuzunu katar, böylece sürekli kendini duygusal bir karmaşaya sürükler. On üç yaşındaki Luise Wieland’da gerçek bir ilişki olmaksızın zihinsel baştan çıkarmanın çekiciliğini tadar, Marie von Kleist’a onu sürükleyense anaç duygulardır; son kadına, Henriette Vogel’a onu bağlayan şey yine bir ilişki değildir (ne kadar da itici sözler bunlar), bilakis ölüme duyduğu öfkeli şehvettir. Kleist’ın hiçbir kadınla, hiçbir erkekle olan ilişkisi sade ve berrak değildir, hiçbir zaman bir aşk değildir, tersine her zaman karışık, abartılı, her zaman çok fazla ya da fazla az, ki cinselliğinin tek ayıbı da budur, sürekli –Goethe’nin onun hakkında söylediği o büyüleyici, aydınlatıcı sözlerle– “duygularını karmaşaya sürükler”. Asla boşalmaz, asla tükenmez, bir yaşantıda kendi aşk gücünü ne kadar zorlarsa zorlasın, hiçbir zaman (Goethe gibi) eylem ya da kaçış yoluyla özgürleşmez, tamamen tutunmasa da her zaman bir yere takılı kalır, “duyusal maneviyatçı” âşıktır o, kanının ince zehriyle kızışmıştır. Erkeklik ve dişilik, şehvet ve sadakat, iyilik ve kötülük, maneviyatçılık ya da duyusallık, bütün bu karşıt unsurlar tek bir yakıcı zincire dönüşür onda ve en sonunda onu boğan da bu zincir olur. Cinsellikte de hiçbir zaman avcı değildir Kleist, tersine her zaman avdır, tutku şeytanının tebaasıdır.
Ama Kleist cinsel açıdan böylesine çok anlamlı, çok sorunlu olduğu için ve belki tam da fiziksel olarak tamamen sağlıklı olmadığı için, erotik bilgi konusunda çevresindeki bütün diğer şairlerden ilerdedir. Kanının aşırı kızgın atmosferi, sinirlerinin sürekli neredeyse kopacak kadar aşırı gergin olması en derinlerdeki en gizli duygu kalıntılarını dahi bulup dışarı atar: Başkalarında bilinçdışına sürülen ve orada zayıf düşen tuhaf arzular onda ateşli bir şekilde kendini dışa vurur ve karakterlerinin cinselliğinde için için yanarlar. Temel unsurun abartılması yüzünden –ve Kleist bir yanıyla keskin gözlemlerin, bir yanıyla da aşırı ölçülerin şairidir– her türlü duyguyu patolojik boyuta varıncaya kadar sürükler. Bütün bunlar, kabaca pathologia sexualis denen bu şeyler, eserlerinde neredeyse klinik görüntüler halinde imgeleşir: Erkekliği abartarak erkeksiliğe, neredeyse sadizme (Achill ve Wetter vom Strahl), tutkuyu nemfomaniye, kan arzusuna ve öldürme zevkine (Penthesilea), kadınsı teslimiyeti mazoşizme ve köleliğe (Heilbronnlu Kätchen) vardırır; ayrıca hipnoz, uyurgezerlik, kahinlik gibi ruhun bütün karanlık güçlerini de katar buna. Kalbin doğa tarihinde en dış sayfaya yazılan her şey, duygunun eksantrik boyutu, insanın kendi dışına taşması, onu şiirsel yapıya yönelten şey işte budur, tam da budur. Eserlerinin hepsinde şehvetle kızışan kasvetli rüyalarının bu karakteri egemendir: Kötücül şeytanları, kanının yakıcı güçlerini çağırmanın, onları tutkunun kırbacıyla kendi karakterleri içine sürmek dışında bir yolunu bilmiyordu. Sanat onun için şeytan çıkarmaktı, kötü ruhları işkence çeken bedenin dışına atıp, onları hayali alana sürmekti. Onun cinselliği kendini yaşamıyor, kendini sadece hayal ediyordu: İşte Goethe’yi ürküten ve bazı deneyimsizleri geri püskürten o devasa ve tehlikeli boyutlara varan çarpıtmaların nedeni buydu.
Ama Kleist’ı bu yüzden erotizm düşkünü olarak görmek (Eros sadece her doğanın alışkanlıklarını sırf duygusal tutkulardan daha somut gösterir) kadar hatalı bir şey olamaz. –Haz düşkünü, şehvetli anlamında– erotizm düşkünü sayılması için arzunun vurgulanma anı onda tümüyle eksiktir. Kleist bir haz düşkününün tam tersidir, o kendi tutkularının acı çekeni, onların mustaribidir, yakıcı rüyalarının gerçekleştiremeyeni, yerine getiremeyenidir: Arzularının birikmesi, sıkışması, ebediyen geriye doğru akıntısı ve kaynaması bundandır. Her yerde olduğu gibi burada da sürülen olarak ortaya çıkar o, bir şeytanın kovaladığı av olarak, mecburiyetleri ve hırslarıyla sürekli mücadele içinde, doğasının bu zorbalığı altında korkunç acılar çeken biri olarak. Ama Eros azgın tasmasıyla onu hayat boyu kovalayanlardan sadece biridir: Onun diğer tutkuları da daha az tehlikeli ve daha az kanlı değildir, zira onları da –yeni edebiyatın tanıdığı en korkunç abartıcı olarak– aşırılığa kadar vardırır, ruhun her sıkıntısını, her duygusunu bir saplantıya, bir klinik vakaya, bir intihara tırmandırır. Ne zaman Kleist’ın bir eserine ya da kendine dair bir ifadesine baksak, orada kötü ruhların tutku cümbüşünü görürüz. Nefret doluydu, hınç doluydu, hatta sıkışmış, saldırgan bir öfke doluydu; bu hüsrana uğramış güç hırsının onun içinde ne kadar korkunç bir şekilde kaynadığını, vahşi hayvanın onu ezen yumruktan kurtulduğu ve en güçlülerin, bir Goethe’nin ya da Napolyon’un üzerine saldırdığında daha iyi anlayabiliriz: “Başındaki tacı çekip alacağım.” Ama bu onun bir zamanlar “kalbinin dizleri üzerine çökerek” konuştuğu kişiye olan nefretinin en yumuşak ifadesidir. Aşırı duyguların korkunç sürüsündeki bir başka canavar da hırstır: Çılgın, gözü dönmüş bir gururun kardeşi olarak ortaya çıkar ve her türlü itirazı topuğuyla ezer. Sonra beynindeki ve kanındaki o emici, o kara vampir gelir: Karanlık bir melankoli, ama Leopardi’ninki ya da Lenaus’unki gibi pasif bir ruh durumu değildir bu, kalbin müzikal kararışı değildir; tersine, “bir türlü kontrolüm altına alamadığım bir keder” diye ifade ettiği şeydir, saldırgan ve ateşli bir ölüm arzusu, onu Philoktetes gibi zehirlenmiş bir yarayla yalnızlığa doğru kovalayan yakıcı bir azaptır. Ve buradan tekrar yeni bir sıkıntı doğar: sevilmemenin acısı, Amphit-ryon’da doğanın yaratıcısı Tanrı’ya atfettiği acı; bu da çılgınca bir yalnızlığa vardırıncaya kadar abartılır. Onu harekete geçiren her şey hemen hastalığa ve aşırılığa dönüşür: Ahlaklılığa, hakikate ve adalete olan en entelektüel, en zihinsel eğilimler bile onun ölçüsüzlüğünü tutkuya dö-nüştürür, hakkaniyet sevgisi hak sahibi olmaya (Kohlhaas), hakikat dürtüsü fokurdayan bir fanatizme, ahlaklılık ihtiyacı buz gibi soğuk, sivri bir dogmatizme dönüşür. Okunu hep yukarıya, kendinden öteye doğru atar, her seferinde geri gelen okun ucu hep kendi etinde kalır, hüsranın bütün yakıcı çözeltileri ve acıları içinde yavaş yavaş erir. Çünkü bütün bu tutkuya dönüşmüş dürtüler, bütün bu kışkırtıcı sanal zehirler onun içinden tamamen çıkamaz ve tehlikeli bir şekilde mayalanmaya başlarlar: Onda (Eros’unda olduğu gibi) gerçeğe boşaltmak eksik kalmıştır. Napolyon’a olan nefreti, onu öldürme, Fransızları yere serme düşüncesi sarhoşluğa dönüşür, ama eli bir türlü hançerine gitmez, askerde bile elini silaha sürmez. Hırsı, Guiskard’ı yazarken hem Sophokles’i, hem Shakespeare’i bir hamlede aşmak ister; ama oyun güçsüz düşer ve tamamlanmamış bir parça olarak kalır. Melankolisi diğerlerine yanaşır ve on yıl boyunca ölüme giderken kendisine eşlik edecek birini boşu boşuna arar; sonunda kanser hastası mutsuz bir kadını bu yolculuğa ikna eder. Eylem dürtüsü, gücü sadece rüyalarını besler, onları vahşileştirir ve azdırır. Böylece içindeki bütün tutkular hayal gücü tarafından aralıksız kızıştırılarak, aşırı sinirliliğe ve sinirlerini koparacak bir gerginliğe dönüşür, ama Hamlet’in sözleriyle söylersek, “bu fazla sert olan eti” eritmeyi beceremez. “Sakin, tutkular karşısında sakin.” diye inler umutsuzca, onlar Kleist’ı bir türlü bırakmazlar ve eserlerinin en son sızıntısına varıncaya kadar bu sıcak basınç, duyguların aşırı büyümesi tıslar durur. Şeytanı elinden kırbacını hiç bırakmaz: Kaderinin çalıları arasında ebedi bir av olarak uçuruma kadar kovalanmak zorundadır o.
Bütün tutkular tarafından kovalanan biri olmak; bu hiç kimsenin olmadığı kadar Kleist’tır. Ama hiçbir şey, bu yüzden onun içinde dizginsiz bir insan görmek kadar yanıltıcı olamaz, çünkü onun en büyük acısı, asıl tragedyası, tutkularının bütün kırbaçları ve yılanlarıyla ileri doğru kamçılanırken kendini sürekli dizginlemesi, iradesinin vurduğu bu sert gemin onu sürekli geri çekmesi, o ileri doğru gitmek isterken ve dürtüleri onu sürekli zorlarken bir yandan da kendi içinde içsel bir saflığa erişmeye çabalamasıdır. Oysa derin akrabalığının bulunduğu o kendi kendini mahveden diğer şair tiplerinde, Günther’de, Verlain’de, Marlowe’da aşırı titreşimli bir tutkunun karşısında son derece zayıf, kadınsı bir irade vardır ve onlar kendi dürtülerinin baskısı altında un ufak olmuşlardır. Onlar boğulurcasına içtiler, kumara battılar, heba oldular ve kendilerini kaybettiler, varlıklarının içsel girdabı tarafından öğütüldüler: Hiçbiri aniden düşmedi, tersine yavaş yavaş aşağı kaydılar, iradelerinin giderek azalan direnciyle adım adım indiler. Ama Kleist’ta –ki Kleist tragedyasının kökleri burada, sadece buradadır– doğasının güçlü şeytani tutkululuğunun karşısında aynı şekilde şeytani bir zihinsel irade vardır (tıpkı eserlerinde vahşi, esrik bir hayalperestle soğuk, ayık, son derece berrak görüşlü bir ustanın ve hesap adamının bir arada olması gibi). Dürtünün karşısına çıkan karşı iradesi de en az dürtünün kendisi kadar güçlüdür ve bu ikili gücün karşıtlığı onun içsel savaşını kahramanlık seviyesine çıkarır. Bazen kendisi de içindeki en derin yere kurulan bir çadırda (ruhunda) yaraları iltihaplanmış, bütün kötü sıvıların ateşiyle acılar içinde yatan, ama iradesinin gücüyle ayağa kalkan ve muazzam bir hareketle sırrının boğazını sıkıp insanların karşısına dikilen kahramanı Guiskard gibi çıkar ortaya. Kleist bir adım bile geri çekilmez, kendi uçurumuna çekilmeye boyun eğmez: İradesi tutkusunun o muazzam çekim gücüne demir sertliğiyle karşı durur:
Dur, bir kubbe nasıl durursa öyle dur,
Çünkü her taşı düşmek ister onun da.
Kurban et başını, bir kilit taşı gibi,
Tanrıların şimşeklerine karşı dur ve bağır: hadi vur!
Ve bırak baştan aşağı yarsınlar seni,
Bir nefes, bir tutam harç ve taş
Bu genç bağrı ayakta tutsun yeter ki.
–bu kutsal kibirle çıkar kaderin karşısına, kendi kendini yok etmenin yakıcı öfkesine karşı, tutkuya çevirdiği sert ve güçlü ayakta kalma ve kendini yüceltme dürtüsünü koyar. Böylece Kleist’ın hayatı bir “gigantomachie”ye, yüksek bir doğanın devler savaşına döner; onun tragedyası diğer insanlar gibi birinin çok fazlasına, birinin de çok azına sahip olmasından kaynaklanmaz, bilakis onda her ikisinden de çok fazla vardır, çok fazla kana karşılık çok fazla zekâ, çok fazla tutkuya karşılık çok fazla ahlak, çok fazla dizginsizliğe karşılık çok fazla disiplin. O en dolu insanlardan biriydi ve (Goethe’nin dediği gibi) “bu güzel niyetli bedenin” yakalandığı “çaresiz hastalık” aslında aşırı gücün ta kendisiydi. Doğa ona malzemelerinden bol bol verdi, hatta tek bir insanın tek bir hayat içinde taşıyabileceğinden daha fazlasını verdi: Böylece bu bolluk kendi içinde çatıştı ve bu doz aşımı, dünyevi bir bedenin zayıf kabuğunun üstesinden gelebileceğinden çok çok fazla olan bu sıvılar ve güçler giderek zehre ve felakete dönüştü. Bu yüzden aşırı ısınmış bir kazan gibi onun da kendini patlatması gerekiyordu: Onun şeytanı ölçüsüzlük değil aşırılıktı.
Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar
*Penthesilea