Okuyan kitabında ücretler konusunu irdelediği bir bölümde Sovyetler’in ilk 13 senesinde süren- eşit ücret uygulamasına sempatiyle baktığını da belli etmektedir. Stalin’in biz örneklersek, bir çöpçü ile bir hekim nasıl olurda aynı ücreti alır türü çıkışlarına hoşnutsuzlukla bakmaktadır. Bu türden bir eşitsizliğe özel bir uğrağın gereksinimi olarak bakmakta ve 1930 dan savaş sonrasına kadar kalifiye emeğin bu gözetilişine, savaşın bitiminin ardından bir çekidüzen verilmesine sevinmektedir. Kalifiye emeğin nasıl ücretlendirileceği bizi burada pek ilgilendirmemekle birlikte, Marks tarafından çok önceden önerilen herkese emeğine göre ilkesinin yeterince yol gösterici olduğu söylenmelidir. Sovyetler eşit ücret ilkesi gibi bir saçmalığı uyguladığı için ilk yıllarında mutlaka çok zarar görmüş ve zaman kaybetmiş olsa gerektir. Kalifiye emek vasıfsız emeğe göre daha çok emektir. Aynı zaman süresi içinde daha çok değer üreten emektir. Eşit olmayan emek eşit ücretlendirilirse bu bir tür sömürü demektir. Böyle bir sömürünün topluma vereceği zarar bireyde yaratacağı tatminsizliğin çok ötesindedir ve kapitalizmin toplumsal gelişmeye çektiği setten daha zararlı birşeydir.
Engels, Lenin, Stalin bir kaç başlıkta eleştirimize maruz kalmışlardı. Onların neredeyse tüm hayatlarını adadıkları konularla ilgili bazı yanılsamalar içerisinde bulunduklarını ilan etmemiz aslında çok önemli de değil. Hayatta değiller ve kendilerini düzeltme şansları yok. Stalin’in çevresinden gördüğü basınca rağmen bilimle bağını koruma konusundaki direncine hayran olmamak elde değildir. Çözümü ortaya koyamasa bile sorunu dile getirmiştir ve muhtemelki Marks’tan sonra doğruya en yakın yerde o durabilmiştir. Büyük bir ülkenin lideridir, insanlığın kapitalizmi aşma adına giriştiği en büyük pratiğin sorumluluğunu yürütmektedir ve bu anlamda çok sayıda acil gündemin içerisinde yaşamaktadır. Bu yüzden hataları yüzünden onu, bol bol boş zamanı olanlarla aynı kefeye koymaya gönlümüz razı değil. Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin İktisadi Sorunları başlıklı kitabı, sadece bu başlığı yüzünden bile dünyanın bütün marksistleri açısından uyarıcı olmalıydı. Stalin tıpkı bugün Kübalı komünistler gibi problem ile hem teorik hem pratik olarak yüzleşmek durumunda kalmıştı. Stalin değer yasası bağlantılarıyla yatıp kalkarken, henüz bir çözüme ulaşamamışlığın bunalımı içerisindeyken ölmüştü.
Geriye bir kaç öğüt kaldı! Stalin’in “Nesnel yasalar, öznel kararlarla yaratılamaz ya da ortadan kaldırılamaz” diyordu. Bu genel geçer bir doğrudur, bu yüzden küçümsenebilir. Değer yasası ile ilgili olarak söylenmiş bu söz, her halde şu ya da bu düzeyde otorite olmuşlar arasında ilerisine geçilemeyen bir mevzi olmuştur.
Türkiye’de Gelenek dergisi teoride ve pratikte yaratıcı bir yeniden değerlendirme hedefiyle ortaya çıkmıştı. Yazarlarının entellektüel kalitesi, samimiyetleri ve adanmışlıkları hayranlık vericidir. Bugün TKP haline evrilmiş olan bu entellektüel çıkışın ve geleneğin bir ürünü olduğumuzu okuyucu bilmelidir. Geleneğin içerisinde üretimleriyle öne çıkanlar arasında Kemal Okuyan ve Aydemir Güler özel bir yer kaplamaktadır. Gerçek bir üretim ve emek hiç bir zaman boşlukta kalmaz ve aklın yolu birdir. Tamlık hissi yarattıkları için birçoklarında izleyicilik eğilimi yaratmış da oldular. Bu durum bir tür yalnızlığa da yol açmaktadır.
İktisat bağlamındaki farkındalıklarımızı ilan ederken mecburen bazı tarihsel kişiliklerle de farklılıklarımız oluştu ve bunu sakınmadan ilan ettik. Şimdi içerisinden geldiğimiz bir geleneğin ya da entellektüel çıkışın hayatta olan liderleriyle oluşmuş olan farklarımızı da ilan etmek durumundayız. Bu aynı zamanda dönüştürme iradesini içeren dostça bir eleştiri de olmuş olacak. “Dünyanın tüm marksistleri kapitali okuyunuz” derken kimseyi dışta tutmamıştık. Gelenek buna dahildi!
Bugün itibariyle Türkiye’de 90. yılını “insan hiç boyun eğer mi” diyerek karşılayan geleneğin, artık çözülmüş olan sovyet deneyi karşısındaki tutumu “daha iyisini yaparız” oldu. Zorbalığa ve haksızlığa boyun eğmeyişin içerdiği irade gücü, kendisini hata ve yanılsamalar karşısında da göstermelidir. Ahlak ve onur mutlaka bilim ve akıl ile taçlanmalıdır. Daha iyinin aranışında olan bir iradenin, daha iyiye elveren gerçek bir eleştiriyi de kimseye bırakmaması gerekir. Yoksa gelenek, geçmişi olduğu gibi konserve edip saklamakla sınırlı birşey olur. Zorbanın gücü karşısında olduğu kadar geçmişin ağırlığı karşısında da boyun eğemeyiz. Geleneğin içerisinde bu da vardır. Birbirimizden kopmaksızın, ayrılıklarımızı ortaya koymak, aklımızı güçlendirmenin biricik yoludur.
Sevgili Okuyan’ın Stalin’i Anlamak adlı kitabında yeterince ayrıntı yer aldığı için biz şimdilik bu metnin dışına çıkmayacağız. Kitabın yayınlanışından bu yana on yıldan fazla zaman geçmiş bulunuyor. Eleştirimiz bu açıdan Okuyan’ın bugününe ait değil ve aslında Okuyan ile sınırlı da değil. O değer yasası konusundaki fikrini çok rafine bir biçimde sunmuş olduğu için bizim için de ön açıcı oldu. Konuyla ilgili fikrini berrak bir biçimde ifade etmemekle sayısız iktisatçı doğruyu bulmamıza yarayacak bir eleştirinin ortaya çıkmasına da izin vermemiş oldu. Doğru fikirler ilan edilmezlerse yayılamazlar! Yanlış fikirler ise ifade edilmediklerinde aynı zamanda aşılamamış da olurlar.
Okuyan’ın metnini ayrıntılı olarak ele almadan önce birkaç hatırlatma yapacağız. Değer yasası başlıklı yazımızda, Yalçın Küçük‘ten tamamen boş sözden ibaret bir alıntı ile eleştirel değerlendirmelerimize başlamıştık. Kemal Okuyan kendi metninde de itiraf ettiği gibi, gençlik yıllarında Yalçın Küçük etkisine maruz kalmıştır. Okuyan’ın Yalçın Küçük ile bire bir olmasa bile, hala uyum içinde bulunduğunu tespit etmeliyiz. Erbakan ve Özal gibi içerisinden önemli siyasal liderler çıkarmış olan Devlet Planlama Teşkilatı zamanında Yalçın Küçük’ün de görev yapmış olduğu bir kurumdur. DPT Türkiye’de yirminci yüzyılın Sovyetler üzerinden esen plan rüzgarının en güçlü hissedildiği noktadır. Yalçın Küçük TİP üyeliği ve İktisat eğitimi ile önemli belirlenimlere maruz kalmış birisidir. Bunları hatırlattıktan sonra, Okuyan’ın Yalçın Küçük’ün öznel belirlenimlerinin etkisini tamamen bir kenara atmasını ve kendisini Marks’tan uzaklaştıran bu etkilerden kurtulmasını diliyoruz.
Okuyan kendi metninde ortaya koyduğu fikirlere ilişkin Marks ve Engels alıntılarına yer veriyor. Bu alıntılarda Marks hep aleyhte konuşmaktadır. Destekleyici öğeler ise Engels kaynaklıdır. Stalin kaynaklı değinmeler de Okuyan ile aynı fikri paylaşmamaktadır. Bu duruma da dikkat çektikten sonra metin ile ilgilenmeye başlayabiliriz.
Okuyan yazıyor. “Bu nedenle peşinen söylemek gerekiyor; sosyalizmin eşitlikçiliği gücünü kamu mülkiyetinden alır, bu anlamda değer yasasına sosyalist kuruluşta merkezi veya kalıcı bir yer vermek sosyalizmin varlık nedenini sorgulamak, eşitlikçiliğin maddi temelini ortadan kaldırmak anlamına gelir.”
Bu fikrin negatifini aldığımızda, eşitliği bozan şeyin değer yasası olduğunu duymuş oluruz. Eşitliğin nasıl bozulduğunu bilmiyoruz. Ama eşitlik hakkında biraz düşünelim. İnsan çalışır ve birşeyler üretir. Bu onun zenginliğidir. Çok çalışan daha çok üretir ve daha zengin olur. Böylece eşitliği bozar. Az çalışan da aynı şeyi tersten yapar. Radikal eşitlik, ya da mutlak eşitlik bu yollarla kolayca ihlal edilebilir. Marks radikal eşitlik ile haklı olarak alay ederken, emek ürünü zenginlik farklılıklarına da itiraz etmemektedir. Daha ötesi üretilen toplam zenginliğin eşit olarak paylaştırılmasını adaletsiz bulmak için fazla kafa yormaya gerek yoktur. Az emek ile çok emek eşit pay alıyorsa kimse köşeyi dönmemiş olsa bile bu bir tür sömürüdür. Herhalde eleştiriye konu olan eşitsizlik kapitalizm koşullarında sermayenin ürünü olan zenginlik ile ilgili olsa gerektir. O halde adaletli olan emek ile elde edilen zenginliktir. Ama bu da hiçbir durumda mutlak eşitlik değildir. Emekçi değer üretir. Ürettiğine sahip olması onu başkalarıyla eşitsiz kılabilir. Ama emekçi ürettiğine sahip çıkmadığında, sahipsiz kalan değerlerin, çok daha büyük eşitsizliklere yol açmasına da imkan yaratmış olur. Üstelik bu sahibi tarafından özgür bırakılmış değerler eşitsizlikleri sürdürüp güçlendiren zorbalıklara da maddi zemin yaratarak, asıl sahiplerinin de kabusu olabilirler.
Eşitsizlik mülkiyet eşitsizliği midir?
Fikre pozitif içeriğiyle yaklaşırsak bu sefer eşitliğin kaynağının kollektif mülkiyet olduğunu okumuş oluruz. Böylece tersten düşündüğümüzde günümüzde de İşçi ile patron arasındaki eşitsizliğin mülkiyetten kaynaklandığını söylemiş oluruz. Peki doğru mu? Eşitsizlik mülkiyet eşitsizliğidir. Ama mülkiyet eşitsizliği mülkiyetten kaynaklanır gibi saçma bir cümleye de razımıyız? Doğrusunu biz söyleyelim, eşitsizliğin kaynağı sömürüdür. Mülkiyet eşitsizliği sömürüden beslenir. Tersi yani sömürünün kaynağının mülkiyet olduğu fikri doğru değildir. Ama yalın görünüm mülkün mülkü doğurduğu şeklindedir. Emek sahibi sınıfın, ücretli işçi formu içerisinde sömürülmesi, mülkiyetin bir başka sınıfın elinde olmasından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Bu öylesine apaçık bir görüntüdür ki, gerçeğin bunun tam tersi olduğu kabullenilse bile, temel belirleyenin mülkiyet olduğu düşüncesinden vazgeçilememektedir.
Okuyan biraz ileride “Değer yasasının ömrünün meta üretimi ile sınırlı olduğu genel doğrusunu bir kenara koyuyoruz.” diyor. Bir başka paragrafta da şöyle devam ediyor:
“Ancak, değişik kalifikasyon düzeylerindeki işçilerin sosyalist toplumun bireyleri olarak alacakları ücretlere geldiğimizde işin rengi değişmektedir.”
Şimdi bu iki alıntının birlikte işaret ettiği bir noktaya bakar ve Başka alanları bir kenara ayırırsak şunları görmeliyiz. Öncelikle emekçiler bir ücret almaktadır. Piyasada bu ücretlerin harcanacağı ölçüde bir meta kitlesinin dolaşmakta olduğu da böylece söylenmiş olur. Bu nedenle en azından bu meta kitlesi ölçüsünde kalmak üzere değer yasasına bir etkinlik alanı tanınmış olur. Meta olgusu böylece ücretler alanı ile sınırlandığında geriye üretimin sektörleri arasındaki meta akışı kalır. Zaten büyük üretim sözkonusu olduğunda kapitalizm koşullarında da bazı ürünlerin hareketi şirketlerin iç stok hareketleri biçimindedir. Lenin’in benzetmesi ile sosyalist üretim çok büyük bir tür kartel gibi kurgulanırsa ücretler alanı dışındaki ürün akışı bir meta akışı değil, stok hareketleri olarak varsayılabilir. Ama bunun kapitalizm koşullarında da nitel açıdan böyle olduğunu unutmamak gerekir.
Çelişki basittir. Okuyanın kenara koyduğu doğru, yani değer yasası kapitalizm koşullarındakine yakın ölçülerde sosyalizm için de geçerlidir. Bu Okuyan’ın fikrinin mantıksal sonucudur. Ama Okuyan bir yandan da bunun, yani değer yasasının geçerliliğinin sosyalizmin ruhuna aykırı olduğunu da düşünmektedir.
Biz fikrimizi daha önceki yazılarda dile getirmiştik. Tekrar hatırlatalım. Değer yasasının ömrünün meta üretimi ile sınırlı olduğu fikri doğru olmayı bir kenara bırakalım büsbütün yanlıştır. Hem marksist olup, hem marksizme aykırı düşmek için bir yol vardır. Eklektizm! Meta Marks tarafından çok ayrıntılı tanımlandığı için kimse itiraz etmeyecektir. Değer taşımak ve yararlılık nesnesi olmak meta olmak için yeterli değil, ama koşuldur. Bu yüzden meta esas olarak değişime tabi olmakla ayırdedilebilir. Meta üretimi, ya da ürünlerin meta olarak hareketi ortadan kalktığında para da ortadan kalkar. Büyük bir aile olsak ve ufaklığa evin kilerinden biraz ceviz getirmesini söylesek cevizin bu hareketi bir meta akımı değildir. Ama bu bir ülke için böyle olsa bu ceviz değersiz mi olacaktır. Onun bir kilosu için örneğin 3 saatlik bir emek gerektiği gerçeği değişecek midir?. Bir ülke için x kadar ihtiyacın karşılanması için y kadar emekçinin bu işe bakması gerekmeyecek midir? Bu x kadar cevizin y kadar değeri olmasından başka nedir? Meta üretimi bitince değer yasası biter demek, değişim gereksiz hale gelince değer biter anlamına gelir. Bu ise değişim bitince x kadar ceviz için y=0 emekçi gerekiri ifade eder. Okuyan belki burada hayır diyecektir. Bu durumda bize meta üretimi ile sınırlı değer yasası tezinin içerdiği bu örtük gerçekten nasıl kaçınılabileceğini göstermelidir. Tabi eğer değer yasasına meta üretimi dönemi içinde de geçerlilik hakkı tanımıyor olduğunu söylerse durum değişir. Bu durumda en azından kendi içinde tutarlı olmuş olacaktır. Ama Marks Kapital’de meta tahlili bölümünde sadece bunu yani değerin değişimden ve değişim değerinden değil, değişimin ve değişim değerinin değerden doğduğunu söyleyebilmek için sayfalarca dili boşuna mı döküyor? Hadi bunu bırakalım marksizm bir siyasal akımdan ibaret değil, insanlığın felsefedeki doruğu olan Hegel’in aşılması da değil midir. Bu bize ve tüm insanlığa olgu ve kavramları doğru bir biçimde kavramak için çok kritik bir yardımı sağlayan bir düşünme yöntemi de değil midir? Biz değer yasası meta üretimi ile sınırlıdır derken, öz’ü önceleyen biçimdir, maddeyi belirleyen düşüncedir demiş böylece sadece iktisatta değil, felsefede de marksist olmadığımızı ilan etmiş olmaz mıyız. Böylelikle bilimin güvenli ellerini bırakıp keyfiyetin kollarına düşmez miyiz?
Diyelimki yasa meta üretimi dönemi ile sınırlı olsun. Peki meta olgusunun ve dolayısıyla para olgusunun ömrüne ilişkin net bir kestirimde bulunabiliyor muyuz? Ya hiç ortadan kalkmayacaksalar ne yapacağız? Biz bu yüzden yanılsamaları besleyen şeytanı kovmak için gelecek fantazilerinde meta ve paranın ortadan kalkacağı hayalini kuran ve sorunların çözümünü buralarda bulanlara acı gerçeği söylemek istiyoruz. Bunlar üretim varolduğu sürece şu ya da bu düzeyde hayatın doğal parçaları olmayı sürdürebilirler ve bundan dolayı yakınmaya değer hiçbir sorun doğmaz. Meta ve para değer ile belirlenen öze ilişkin olmayan, biçimle ilgili görüngüsel şeyler oldukları için pek önemli ve belirleyici de değillerdir. Para özü emek zamanı olan değerin bir biçimidir. Özün varlığını sürdürmesinde bir problem görmeyip, biçimin ortadan kalkması üzerinden olmadık beklentilere girilmesi anlamsızdır. Kimse olmayacak işler için zihnini boş yere yormasın. Marks’ın böyle bir durumdan dolayı kaygı duyduğuna ilişkin hiçbir veri yoktur. Marks kötülüklerin ardında para olgusunu gören ütopistlerle alay ederken gayet rahattır. Marks tarafından alaya alınan hayallerin hala yaşıyor olması ise üzücüdür. Meta ve para bir olgu olarak mevcudiyetini sürdürse ya da sürdürmese, kapladıkları alan geniş ya da dar olsa da hiçbirşey değişmez. Buralara takılarak insanlık hiçbir yarar elde edemez.
Okuyan kitabında ücretler konusunu irdelediği bir bölümde Sovyetlerin ilk yıllarındaki eşit ücret uygulamasına sempatiyle baktığını da belli etmektedir. Stalin’in biz örneklersek, bir çöpçü ile bir hekim nasıl olurda aynı ücreti alır türü çıkışlarına hoşnutsuzlukla bakmaktadır. Bu türden bir eşitsizliğe özel bir uğrağın gereksinimi olarak bakmakta ve 1930 dan savaş sonrasına kadar kalifiye emeğin bu gözetilişine, savaşın bitiminin ardından bir çekidüzen verilmesine sevinmektedir. Kalifiye emeğin nasıl ücretlendirileceği bizi burada pek ilgilendirmemekle birlikte, Marks tarafından çok önceden önerilen herkese emeğine göre ilkesinin yeterince yol gösterici olduğu söylenmelidir. Sovyetler eşit ücret ilkesi gibi bir saçmalığı uyguladığı için ilk yıllarında mutlaka çok zarar görmüş ve zaman kaybetmiş olsa gerektir. Kalifiye emek vasıfsız emeğe göre daha çok emektir. Aynı zaman süresi içinde daha çok değer üreten emektir. Eşit olmayan emek eşit ücretlendirilirse bu bir tür sömürü demektir. Böyle bir sömürünün topluma vereceği zarar bireyde yaratacağı tatminsizliğin çok ötesindedir ve kapitalizmin toplumsal gelişmeye çektiği setten daha zararlı birşeydir.
Vasıfları eşit olmayan emekçiler arasında ücret ya da gelir eşitliği bugünün kapitalizmi dahil olmak üzere, geleceğin üretiminin hiçbir evresinde önerilemeyecek, önerilmemesi gereken birşeydir. Birşekilde uygulanması mutlak olarak zararlıdır. Gelirlere ilişkin eşitlik kurgusu ancak vasıfların da az çok eşitlendiği bir durumda olasıdır. Bu ise bir miktar fantazi sayılır. Ayrıca az çalışma ile çok çalışma zaten hiçbir durumda eşitlenemez. Herkese ihtiyacına göre şeklindeki komünist toplum ilkesi ne olacak diyenlere, bunun sınırlı da olsa bugünden yola çıkmış birşey olduğunu söylemek istiyoruz. Sağlık hizmetinin genel bir sigorta ile sunulması ya da kamu hizmeti olarak sunulması herkese ihtiyacına göre şeklindeki komünizm ilkesinin bugünden yola çıkmış öncü uygulamasından başka nedir ki? Kapitalizm sonrasının, daha bildik bir dil ile sosyalizmin, bu komünist ilke ile ilişkisi, herhalde ilkeye daha geniş bir uygulama alanı sunması olsa gerektir. Komünizmin iktisadi ilkesinin kapitalizm koşullarında yaşam imkanı bulması onun geleceğin bir evresi olmaktan öte birşey olduğu anlamına da gelmektedir. Bizi şu an ilgilendirmesi gereken asıl konu ise kapitalizmin aşılmasıdır. Kapitalizmin aşılmasının ardından insanlığın nasıl bir yöne ilerleyeceği konusunu fazlaca ayrıntılandırmak olası değildir. Ama insanlığın yüzyılların özlemi olan sosyalizm ya da komünizm şeklinde ifadesini bulan hayalleri ile olumlu bir ilişkinin yakalanabileceği aşikardır. İnsanlığın kaynaşması, sınırların ve çatışmaların ortadan kalkması vb. kendiliğinden bir sonuç olarak ortaya çıkabilecektir. Bu yüzden komünizm evresinden ve bunun zaten bugünden yola çıkmış iktisadi ilkesinden bahsetmektense, kapitalizmin aşılmasının dolayımlı sonuçlarının yaratacağı yeni insanlık durumundan bahsetmek çok daha anlamlı olacaktır.
Bu vesile ile Lenin’in 1917 yazında yazdığı Devlet ve Devrim adlı kitabında, emeğe görelilik ilkesini ele alışını hatırlatmak istiyoruz. Lenin teorinin griliğinde çok fazla zaman kaybetmeden hayat ağacının yeşiline koşmak üzere terkettiği bu kısa irdelemesinde ilginç birşey söylüyor. Herkese emeğine göre ilkesinin henüz burjuva hukukunun devamı sayılacağını söylüyor. Gerçek eşitlik ise herkese ihtiyacına göre ilkesi olarak konuyor. Bilindiği gibi bu komünizm evresinin iktisadi ilkesidir. Lenin’in zaten geçici nitelikteki sosyalizm evresinin iktisadi ilkesini burjuva hukukunun devamı olarak görmesi hem çok ilginçtir hem de çok basittir. Kapitalizm koşullarında da emekçiler emekleri ile oranlı bir gelir elde ederler. Lenin sosyalizm koşullarında yeni bir şey olamayacağından hareketle, geçmişin devamı niteliğindeki bu ilkeyi, burjuva hukukunun devamı olarak görmekte çok haklıdır. Yenilik olarak elde kalan, herkese ihtiyacına göre ilkesinin genelleşebilmesinin birçoklarının hayal gücünü ve bu arada sovyet pratiğinin de ufkunu zorlayan bir şey haline geldiğini ise kabul etmek gerekir. Kavranılamaz bir şey olarak kaldığı için kendisine olmadık anlamlar yüklenmesinin önü de açılmaktadır. Komünist ilkenin hayal sınırlarını zorlayan kavranışı ve onun bugüne uzaklığı, kapitalizmin aşılmasının ardından, onun hukukunun belki de yüzyıllarca devam edeceği gerçeği ile bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Kapitalizmin kendisinın aşılıp, hukukunun devam etmesi ise garip birşey olmaktadır. Lenin herkese emeğine göre ilkesini, herkese emekgücünün değerinin ödenmesi anlamında ele aldığı oranda haklıdır. Bu burjuva hukukudur! Sosyalizm ise bu hukukun da aşılması olmalıdır! Marks’ın ÜCRET, FİYAT, KAR adlı konuşmasında yeralan, “bayraklarınıza ücretlilik sisteminin ortadan kaldırılması hedefini yazmalısınız” sözünü hatırlayalım. Marks’ın emekçilere hitabeden bu sözleri, burjuva hukukunun aşılması adına somut bir öneridir. Lenin tarihsel bir zorunluluk olarak gördüğü emeğe görelilik ilkesini, burjuva hukuku saymakla biraz dışlamış da olmaktadır. Bu aslında örtük olarak ve bilinçsizce Marks’ın bahsi geçen önerisinin değerinin teslim edilişidir. Lenin bir devrimcidir ve devrimci sezgileriyle gerçeğin kıyısında dolaşmış olmaktadır. Bilindiği gibi sovyet devrimi bu burjuva ilkeyi uzun süre reddetmiştir. Emeğe görelilik ilkesi ancak 1930 civarında Stalin liderliğinde uygulamaya sokulabilmiştir. Belki bu durum birçok devrimcinin hayal kırıklığı yaşamasına da yol açmıştır. Lenin hayat ağacının yeşiline koştuğunu sandığı sırada belki de teorinin griliğini değil, ışıltısını kaçırmış, vardığı yer ise hayat ağacının yeşili değil, kuru dalları olmuştur. Doğru teori olmadığında, doğru pratik olamayacağını hayat bir kere daha herkese göstermiştir.
“Aslında, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ile birlikte, bir meta olmaktan çıkan işgücünün sosyalist kuruluştaki yerinin az sonra tartışacağımız değer yasası ile ilişkilendirilmesi ilk bakışta oldukça zor gözükmektedir.”
Burada duralım ve işgücünün meta olmaktan çıkmasının ne anlama geldiğini bir düşünelim. Doğrusu ya, ücretin varlığı, emekgücünün meta olmayı sürdürdüğü anlamına gelir. Eğer böyle değilse Türkiye’deki kamu işçilerinin emeğinin metalaşmamış emek olduğunu düşünmemiz gerekirdi. Yok eğer orada sömürü yoktu, burada var denilirse terimlerde anlaşmak gerekir. Sömürünün ortadan kalkması olgusunu, emekgücünün meta olmaktan çıkması olarak ifade etmiş oluruz. Bunlar aynı şeyler değildir. Yok eğer işgücünün değerini kaale almaksızın eşitlikçi bir ücret uygulandığı için emekgücü meta olmaktan çıkıyor dersek, bir metanın ucuza ya da pahalıya satılmasıyla meta olmaktan çıkmayacağını hatırlamalıyız. Okuyan haklı olarak bir sezgi ile işgücü meta olmaktan çıkmışsa onun değeri ile ve dolayısıyla değer yasası ile ilişkilendirilmesini uygunsuz buluyor. Okuyanın değer yasasını nasıl kavradığı da tartışılabilir, ama sezgisi ve itirazı çok haklıdır. Sezgi sosyalizm koşullarında emeğin meta olmaktan çıkması gerektiğini söylemektedir. Bu Lenin’in devrimci sezgisiyle benzer bir sezgidir. Okuyan belli ki işçinin emekgücünün değeri karşılığı çalışmasını değer yasası olarak görmektedir. Bu yavan bakışın Yalçın Küçük imalatı olduğunu daha önce görmüştük. Halbuki emekçi emekgücünü her durumda satmak zorunda değildir. Kendi adına da harcayabilir!. Eğer satmak zorunda ise emekgücünü değerinin altında satmamayı başarmalıdır. Yoksa pek uzun yaşayamaz.
Planlama sosyalizm için ne kadar önemli?
Okuyan ile devam edersek.
“Stalin’in değer yasasına ilişkin yaklaşımları, bu türden reformist yorumlara karşı gereken önlemlere sahip olmanın yanısıra, planlama süreçlerine ilişkin ortodoksisi nedeniyle oldukça sağlam bir altyapıyla korunmaktadır da. Bu önemlidir, çünkü bu bölümde ısrarla göstermeye çalıştığım gibi, değer yasasına ilişkin tartışmaların ilk bağlantı noktası planlamadır ve Sovyetler Birliği’nde planlama mekanizmalarının merkezi olmasından dem vurarak demokratik planlama diye bir garabeti savunanların piyasaya ve dolayısıyla değer yasasının kucağına düşmemeleri olanaksızdır. Sözümona bürokratik planlamanın karşısına çıkarılan demokratik planlamanın onca cafcaflı sözlerden sonra elinde kalan sadece ve sadece “tüketici tercihleri”dir ve sınıflar varolduğu sürece, tüketici tercihleri üzerinden planlama yapmaya kalkmak, planlamayı değil piyasayı yüceltmek anlamına gelecektir. Piyasanın kurallarının işlediği yerde ise, elbette değer yasasıdır krallığını ilan eden…”
Biz Lenin ve Engels eleştirilerimizle merkezi planlamaya sosyalizm adına merkezi bir önem verilmiş olmasını eleştirmiştik. Burada bahsi geçen demokratik planlama yaklaşımı Okuyan’ın kaygılandığı piyasa çağrışımı açısından değil ama plan kavramına yine merkezi bir önem veriyor olması açısından bizim eleştiri yöneltiğimiz kulvara dahildir ve bu sefer tamamen zırvalıktır. Merkezi planlama fikrinin arkasında yanlış da olsa sağlam gerekçeler vardır. Demokratik planlama ise mide bulandırıcı politik çıkarcılıkla yüklüdür. Hiçbir masum yanı yoktur. Biz iyi niyet çerçevesinde yaşanmakta olan sorunlara ilişkin minimal düzeyde bir sezgiyi içerebileceğini teslim etmenin dışında bunu tartışmaya değer bulmuyoruz.
Okuyan ne demek istiyor? Piyasa kuralları ile kapitalizm kastediliyorsa değer yasası kapitalizmin kralı oluyor. Peki ama Engels’ten yapılan alıntı ne diyor?
“Kısaca; genel olarak marksist değer yasası, ekonomik yasaların geçerliği ölçüsünde, bütün basit meta üretimi dönemi için de, bu üretim kapitalist üretim tarzının görünmesiyle bir değişime uğrayana dek, geçerlidir. O zamana kadar fiyatlar, marksist yasaya göre saptanmış değerlere doğru yaklaşarak, bu değerlerin çevresinde dolanırlar; böylece basit meta üretimi ne kadar fazla gelişirse, uzun süreler boyunca şiddetli dış müdahalelerle kesintiye uğramayan ortalama fiyatlar, bu değerlerle, ihmal edilebilir ufak bir marj içerisinde örtüşürler”
Engels burada kapitalizm öncesinde yani basit meta üretimi döneminde metaların değerlerinin fiyatlarıyla uyumlu olduğunu söylüyor. Kapitalizm koşullarında bu uyum bozuluyor. Meta fiyatları değerlerinden sapıyor. Eğer değer yasası fiyat ile değerin uyumlu olması ise kapitalizm koşullarında değer yasasının hiçbir hükmü olmadığı söylenmelidir. Engels ek metinde aslında Marks’ın ortaya koyduğu değer yasasını savunmaktadır. Engels’in derdini ortaya koyuşunda problemli yanlar olmakla birlikte Marks’ın en temel iddiasına sadakatle bağlı olduğu unutulmamalıdır. Marks’a kulak verdiğimizde gayet berrak bir ifade sözkonusudur. Okuyan alıntı yapıyor:
“ürünler arasındaki bütün raslantısal ve her daim dalgalanan değişim-ilişkilerinin ortasında, onların üretimleri için toplumsal olarak gerekli emek-zamanı kendisini, kaçınılamayacak bir doğa yasası gibi zorla dayatır”
Marks’ın bu sözünün ardından Okuyan, değer yasasının tarihsel sınırlarını araştırıyor. Anlaşılan doğa yasası benzetmesi yeterince uyarıcı olamıyor! Okuyan devam ediyor.
“Ancak sosyalist kuruluşun sancılarını özetlerken, değer yasasının sınırlanması ve denetlenmesi gibi, marksist gelenekte hiçbir zaman iyi sonuçlar yaratmamış kavramlardan yararlanılmasını benimsememek gerekiyor. Sınırlama ve denetleme, egemenliğini sürdüren bir olgunun kuşatılması anlamına gelir. Sosyalist kuruluşta değer yasasına bir biçimde egemenlik atfetmek, muazzam sorunlara davet çıkarmak anlamına gelecektir.”
Stalin burada küçümsenmiş oluyor. Üstelik bir çelişki pahasına! Stalin öncelikle tıpkı Okuyan gibi değer yasasının etkinliğini meta üretimi dönemi ve alanı ile sınırlıyor. Stalin nesnel bir yasanın öznel iradeden bağımsız olduğunu biliyor ve onun geçerlilik düzeyini saptamaya çalışıyor. Zaten nesnel yasalar öznel kararlarla yaratılamaz diyen bir akıl bunların öznel irade ile sınırlanamayacağını da söylemiş olur. Doğa yasaları kendi etkinlik alanlarında mutlak egemendir ve bu tartışılamaz bile! Yerçekimi yasası gibi değer yasasıda öznel ya da iradi etkinliğinde insanın gözetmesi gereken, gözetilmesi zorunlu olan birşeydir. Apartmanın tepesinden atlarsanız düşer ve ölürsünüz. Merdivenden inmeyi tercih etmekle, yerçekimi yasasını ortadan kaldırmış olmazsınız, o egemenliğini sürdürür. Yasanın egemenliğini kabullenmekle onurunuzu kaybetmez, hayatınızı kurtarmış olursunuz. Bilmekle siz de bu egemenliği paylaşmış olursunuz. Bilim zaten bu anlamda zorunlulukların bilincinden ve insanın gerçek özgürlüğünden başka ne dir ki? Doğa yasaları öyle bükülebilir şeyler değildir. Karşılarında kimsenin herhangi bir imtiyazı olmaz. Öznel yasalarda olduğu gibi uygulayıcı karar süreç ve edimleri mevzubahis değildir. Doğada yasa, karar, eylem, icra bir ve aynı oluş sürecidir. Burada adalet hiç gecikmez ve af diye birşey olmaz. Saygı duyup, riayet etmekten başka çare yoktur. Her nesnel yasanın bir etkinlik alanı vardır. Bunu saptamaya çalışırken Stalin yine yanlış birşey yapmıyor. Sınırları doğru olarak saptayamamak ise hiç algılayamamak yanında hafif bir kusurdur. Değer yasası üretimin mutlak egemen doğa yasasıdır. Doğa yasaları için tarihsel dönemleme yapılamaz. Yasalar ilişkili oldukları nesne için evrensel olarak geçerlidir. Tarihsel değil maddi şeylerdir. Bu kadar basittir. Okuyan Engels alıntısını marksist yaklaşım için en yalın ifadelerden birisi olarak sunuyor. Sadece alıntıya bakarsak, değer yasasını yanlış bir biçimde, değerin fiyatı belirlemesi olarak anlayabilir ve bunun da ancak özel tarihsel koşullar için geçerli olduğu sonucuna varabiliriz. Hatta bu bakış açısıyla değer yasasının sadece basit meta ekonomisi için geçerli olduğunu ve kapitalizm için geçerli olmadığını da ilan edebiliriz. Bu ise hem Engels’in bu ek metni yazma gerekçesine haksızlık, hem de Marks’ın ömrünü adadığı iktisat çalışmasına hakaret olur. Bu vesileyle herkese Engels’in Kapital’in üçüncü cildine ek olarak yazdığı kısa metnin tamamını hemen okumalarını öneriyoruz.
Zaten bizce Stalin’i gerçeği bulmaktan alıkoyan en önemli sorun Okuyan ile aynı hislerle ve fikirlerle karşısına dikilen sayısız iktisatçıdır. Değer yasasını piyasanın egemenliği olarak görenlerin karşı kampta olmaları Stalin için bir yandanda güvencedir. Çünkü bunlar ikna olup değer yasasına yaklaştıklarında bu sefer piyasacı olup çıkacaklardır. Hem bir ülkeyi yönetmek, hem teoride ilerleme kaydetmek demekki kolay olmuyor. Bu yüzden Okuyan Stalin’i güncel siyasal gereksinimlerle teoriyi rütuşlamakla itham ederken biraz haksızlık etmiş oluyor. Stalin güncel siyasal baskılar karşısında henüz bilince çıkaramadığı birşeyleri sezgileriyle arıyor ve eldeki tutamak noktalarına sıkı sıkı sarılıyor. Herkesi sık sık uyarıyor. Biz ise Okuyan’ı kendi öznel sosyalizm tasavvuruna uyduramadığı için teoriyi tamamen boşlamakla eleştirirsek haksızlık etmiş olmayacağız.
Marks’ın kaleminden değer yasası ile ilgili yanlış bir cümle elde edilemiyor. Marks’ın baki kalmasında en önemli etken onun bilimsel titizliğidir. Engels ise çok sevdiği arkadaşının ardından üstelik onu savunurken bile yanlış anlamalara imkan vermektedir. Marksist yasa diye birşey olamaz ama Engels yazabiliyor. Fiyatların değerlerle eşitlenmesini değer yasası olarak sunmakla, ya kendi zihni berrak olmadığı için ya da anlamayanlar daha kolay anlasınlar diye yanlış anlaşılacak cümleler kurmuş oluyor. Marks bu özensizliği haketmiyor.
Okuyan ile devam edelim.
“Değer teorisi, bir biçimde bugüne uzanan hemen bütün iktisadi okullarda merkezi bir rol oynamış durumda. Bunlar içerisinde marksizm, tarihsel gelişmenin sırtlayıcısı sınıflar mücadelesinin özel ve kritik aşaması olan kapitalist sömürünün anahtarını değer teorisi sayesinde ele geçirerek, ayrıcalıklı bir yerde duruyor.”
Evet değer teorisi yani değer yasasının soyutlanışı sömürüyü de kavramamıza yol açıyor. Ama Okuyan değer yasasının birçok okulda kabul gördüğünü nereden çıkarıyor. Marksistlerin bile bu yasanın geçerlilik alanını ve egemenliğini sorguladığı bir yüzyılda ve burjuva iktisadının alay etmekten başka bir yaklaşım geliştirmediği bir ortamda bu olabilir mi?
Okuyan’ın Yalçın Küçük’le ilgili etkilenmesini dile getirdiği sözler
“Sosyalist kuruluşta “değer yasası”nın rolü konusunda Türkçe’de yazılmış en anlamlı metinlerden birisi Yalçın Küçük’ün Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu 1925-1940 çalışmasının 23 ve 82. sayfaları arasındaki bölümdür. Bu çalışmaya temel olan daha önceki bir kitapla, Endüstrileşme Sürecinin Temel Sorunları’yla, lise yıllarımdayken yaşıtım bazı yoldaşlarımla birlikte tanışmış olmayı, bu anlamda büyük bir kazanç sayıyorum. Öğrenme sürecinden bilgiye giden yoldaki heyecan verici uğraşı sevdirmenin sosyalist mücadeledeki “kadro eğitimi”nin temel sorunu olduğunu düşünen birisi olarak, bu çalışmaya borç ödemeden geçmem mümkün değildir.
Değer yasası ve sosyalist kuruluş arasındaki gerilim konusunda yukarıda andığım “Kuruluş” çalışması, daha sonra Küçük tarafından yazılan “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabı tarafından, revize edilmese bile bazı açılardan yenilenmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün yarattığı güncel basıncı çok fazla hissettiğini düşündüğüm bu kitabın değer teorisine ilişkin olarak, “sosyalist iktidarın ilk gününde değer yasasının geçersizliğini ilan edeceğiz” aforizmasını öne çıkartmasının birazdan değineceğim gibi, bilimsel anlamından çok, siyasal ve ideolojik içeriği sahiplenilmelidir.
sosyalist kuruluşun kutsal kitabındaki “değer yasasını kalıntılarına varıncaya kadar yoketme” hedefini sulandırmanın mümkün olmadığını belirtmem gerekiyor. Bu anlamda bir yoldaşımın vurguladığı gibi, sosyalizmde, üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edildiği için, “değer yasası iktidardan düşmüştür”
Okuyan bir yandan sosyalizm koşullarında değer yasasına katlanılabilir bir alan bırakmak istiyor. Bir yandan da onun egemenliğine bir başkalarının ağzından çıkan sözlerle meydan okuyor.
Öncelikle Yalçın Küçük hakkında birkaç söz daha söylemeliyiz. Ülkemizde onun kaleminden çıkan herşeyi mutlaka izleyen ve çoğu durumda da benimseyen yaygın bir entellektüel çevre vardır. Nicelikleri az olmadığı için herkes buna rastlayabilir. Acaba Küçük, insanlara entellektüel gelişimlerinde özel itkiler kazandıran bir yetenek midir, yoksa ülkemizin entellektüellerini bir ilizyonla etkisi altına alıp onları bloke eden birisi midir diye sormak istiyoruz. Saçma sapan fikirlerini zeki ve okumuş sayısız kişiye gönül rızası ile zerk edebildiğine göre özel bir yeteneği olduğu kesindir. İnsanların iradelerine karışma imkanımız olmadığı için sadece uyarmakla yetiniyoruz. Lütfen Yalçın Küçük okurken ve dinlerken kendi benliğinizi korumayı ihmal etmeyiniz. Yoksa zarar görebilirsiniz. Okuyan’a ise Yalçın Küçük’e borç ödemeyi bir kenara bırakalım, kendisine verdiği zararın hesabını sormasını öneriyoruz.
Borsalarda, döviz kurlarında, çeşitli emtia piyasalarında ölçüsüz iniş çıkışların mahvedici etkilerini bilen trader’lerin amentüsü haline gelmiş bir yaklaşım tarzı ile Yalçın Küçük ve benzerlerinin tehlikeli yakınlığına işaret ederek bütün takipçilere küçük bir tiyo vermek istiyoruz. Bunların birinci ilkeleri geleceği bilemeyizdir. Trading içinde servet yitirmemek için kullanılan zarar ve kar stop prosedürleri ile kendilerini koruyup, yükselen ya da düşen trendlere doğru tarafından tutunup kazanç sağlamak temel yöntemleri ve amaçlarıdır. Burada kişi bugün x yönünde bir fikre sahipken, yarın bundan vazgeçebilir, tam tersine artık y yönüne dönebilir. Herhangi bir fikre kanmadan ve herhangi bir fikri olmadan bir o yana bir bu yana koşturan çoşkulu bir faaliyet halinde ya yok olur ya zengin olur ya da yerlerinde sayarlar. Zaten bu boyutta bu üç olasılıktan başka birşey de yoktur. Yalçın Küçük kendi siyasi tradinginde bize de sıcak gelen sosyalist iktidar gibi bir amaca sahiptir. Bunun dışında bilim, analiz, felsefe, tutarlılık vb. ancak alınan pozisyonu desteklediği sürece değerlidir. Sosyalist iktidar fikrinin böylesine rezil edilişi, böylesine bir sorumsuzluk, bu yolla ülkenin kısıtlı entellektüel birikimine böylesine fütursuzca zarar veriş, genç beyinlere değil, binbir emeğin ürünü gelişmiş beyinlere zarar veren böylesine bir terör herhalde başka bir ülkenin başana gelmemiş bir durumdur.
Değer yasasını yok etmek ne demektir?
İlga edilebilen şey nasıl bir yasa olabilir. Yasa iktidardan düşüp muhalefet mi oluyor? Okuyan değer yasasının bilimsel geçerliliğini aklının bir köşesinde saklamayı sürdürüyor. Öte yandan ise içinde siyasal ya da ideolojik gereklilikler adına, saçmalıktan ibaret fikirlere karşı sempati beslemeye devam ediyor. Halbuki sosyalist iktidarla iktidardan düşen bir önceki siyasal iktidardan başka birşey değildir. Bir de burjuvazinin sınıf olarak iktidardan düştüğü söylenebilir. Yasaların egemenliği insanların iradi eylemleriyle nasıl yok edilebilir! Berkeley duysaydı herhalde idealizmin bayrağını saygıyla arkadaşlara teslim etmek isterdi.
Okuyan değer yasası taraftarı sovyet iktisatçısı Leontiyev’den bir alıntı yapıyor: “Hangi toplumda olursa olsun, çeşitli gereksinimleri karşılayan maddelerin üretimi için, belli bir nicelikte toplumsal emek zorunludur. Toplumsal emeği bu belirli oranlarda dağıtma zorunluluğu hiçbir toplumda ortadan kaldırılamaz. Hiç bir sistem, toplumun sahip bulunduğu çalışma zamanının, üretim kolları arasında şu ya da bu oranda dağıtılmasından kaçamaz” Okuyan bu başlangıcı masum ve meşru buluyor. Bu sözler aslında Marks’ın Kugelman’a yazdığı bir mektuptan bozmadır. Bu Marks’ın değer yasasını bir doğa yasası olarak ilan ettiği mektuptur. Leontiyev muhtemelen doğa yasası sözünü aşırı bulup alıntı yapmak yerine cümleyi kendisi kurmuştur..
Marks’ın sözü ise şöyledir: “Farklı gereksinmelere tekabül eden ürün miktarlarının farklı ve nicelik olarak belirli toplam toplumsal emek miktarları gerektirdiğini de gene her çocuk bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması yolundaki bu zorunluluğun toplumsal üretimin belirli bir biçimiyle yokedilemeyeceği, olsa olsa bunun görünüş biçimini değiştirebileceği apaçıktır. Hiç bir doğa yasası yokedilemez. Farklı tarihsel durumlar içinde değişebilen şey, yalnızca, bu yasaların kendilerini onun içinde ortaya koydukları biçimdir. Ve toplumsal emeğin iç bağıntısının bireysel emek ürünlerinin özel değişimi içerisinde ortaya çıktığı toplum düzeninde, emeğin bu oransal dağılımının kendisini ortaya koyduğu biçim, bu ürünlerin değişim-değeridir.
Bilim, değer yasasının kendisini nasıl ortaya koyduğunu göstermekten ibarettir.”
Üsluba bakılırsa Marks kızgındır ve bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık bir gerçeğin kavranmamış olması ile yüzleşmiş olmalıdır. Keşke bir çocuk kavrayabilse bile, yetişkinlerin kavramakta güçlük çekebileceğini anlayışla karşılayıp daha açıklayıcı bir tutum içerisinde olsaydı. Ama belki de problem Lev Tolstoy‘un tespit ettiği şeydi!
“Daha önce o konuda bir fikirleri yoksa en kalın kafalı insanlara en zor konular izah edilebilir; fakat konuyu bildiğine kesin olarak inanan çok akıllı adamlara en basit şeyler bile kendisinde kuşku uyandırmayacak şekilde izah edilemez. “ Leo Tolstoy ( 1897)
Leontiyev belki de Marks’ın yaklaşımının yerleşik yargı ile uyumsuzluğunu hissetmiş ve minik bir yolsuzlukla bir orta yol bulmuştur.
Leontiyev sözlerinin devamında değer yasasının doğal sonucu olarak emek tutumluluğundan, toplum yararına en büyük sonuçları en küçük harcamalarla elde etmekten, planlamanın da bu hedeflerle çalışması gerektiğinden, değer yasasından yararlanmak için planlamanın araç olarak kullanılması gerektiğinden bahsediyor.
Okuyan kendi sözleriyle değer yasasının uygulanmasından hoşnutsuzlukla sözettikten sonra kutsal planlamayı korumaya alarak devam ediyor.
“Neyin araç, neyin esas olduğu konusunu bir kenara bırakıyorum; planlamada değer yasasının en fazla bir teknik olabileceğini kavramadan sosyalist kuruluş işine soyunulamayacağını söylemek istiyorum.”
Burada biz yine yasaların uygulanamayacağını, nesnel olduklarını, öznenin edimi olmadıklarını hatırlatmak istiyoruz. Hele hele planlama tekniği olmalarının mümkün olmadığını belirtmeliyiz.
Bundan sonra Leontiyev sovyet iktisadi pratiği içerisinden işletmelerin başarılarını kar ile, karlılık ile ölçmektem bahsediyor.
Biz buradan anlıyoruz ki Leontiyev’de yasayı eksik kavrayanlar arasında yer alıyor. Zira kar olgusuna rastladığı anda uyanması gerekirdi. Leontiyev böylece gayrimeşru bir alana giriyor. Okuyan bu sayede değer yasasını savunanların günahını yakalamış oluyor. Halbuki burada teoriden değil sovyet pratiğinden bahsediliyor. Okuyan’ın da temel varsayımı olan toplumsal gereksinimlere ayrılan kısımdan sonra kalan zenginliğin emekçilerin gelirleri olarak dağlacağı prensibinin başka uygulama yolu varmı ki? Toplumsal ihtiyaçlar için gerekli fon işletmelerde kar hanesinde görünmek zorundadır. Okuyan kar olgusunun bir ölçüde zorunlu olduğunu biraz ileride kabul ediyor. Ama sınırlanması gerektiğini söylüyor. Peki ama sınırlamak ne demek, söylenip geçilince bitiyor mu? Biz söyleyelim karlılığın bu zorunlu gözetilişini sınırlamanın yolu toplumsal gereksinmeler için ayrılan payın sınırlanmasıdır. Ama bu olası mıdır?Toplumsal ihtiyaçlar ortadan kalkabilir mi? Hayır!
O halde Okuyan karlılığın gözetilmesinin sosyalizmin kaçınamayacağı birşey olduğunu kabul etmiş oluyor. Biz değer yasası düşmanı olup, kar kavramına göz yumabilmesini pek anlayamıyoruz. Üstelik bu durumda Leontiyev’in eğer varsa Okuyan’ınkinden farklı bir günahı olmadığı da ortaya çıkmaktadır.
Okuyan’dan devam edelim.
“Sosyalist ekonominin üstünlüğünü sağlayan şey, değer yasasının piyasanın kaotik yapısından planlama mekanizmalarının eline geçmesi değildir. Sosyalist ekonomiye ilişkin getirilecek her türden tanım, üretim araçlarında özel mülkiyete son verilmesine merkezi ve belirleyici bir yer vermek durumundadır. Ekonominin planlanabilir olması, ve o çok sözü edilen uyumlu gelişimi tamamen buradan kaynaklanır. Ve nihayetinde sosyalist kuruluş sürecinde uyum, meta ekonomisinin tamamen tasfiyesi, ekonominin sosyalist karakterinin güçlendirilmesi gibi bir temel hatta tabidir.”
Planlanabilirlik ile kollektif mülkiyet arasında kurulan ilişkiyi daha önceki yazımızda eleştirmiştik. Engels’in yanlış kriz açıklaması üzerine bina etmiş olduğu bu yaklaşımı değer yasasının yanlış kavranışı ile birleştirdiğimizde mücadele hattı meta üretiminin ilga süreci haline gelmektedir. Okuyan böylece kısa bir paragraf içerisinde en kritik yanlışları bir araya getirmiş olmaktadır.
Okuyan’dan devam edelim
“Sosyalist kuruluşta değer yasasına özel bir yer verenler, mülkiyet ilişkilerini küçümsemişlerdir. Aynı mantık, sosyalist kuruluşta planlama ve piyasa arasında bir denge arayanlar, “şu kadar plan bu kadar piyasa” gibi önerilerle sosyalizmle kapitalizm arasındaki karşıtlığı aynı eksen üzerindeki farklı konumlanışlarla izah etmeye kalkanlar tarafından da sergilenmiştir.”
Değer yasasını önemsemiş olanların hataları bizi şu an ilgilendirmiyor. Değer yasasını meta üretimi ile ilişkilendirenler arasında Okuyan’da bulunmaktadır. Yasanın etkinliğini insan iradesiyle artırma ve azaltma şeklindeki akıldışı yaklaşımlar da aynı tarafta kalmaktadır. Yasa böyle kavranınca onun etkinliğinin artırılması piyasanın ağırlığının artırılması şeklinde anlaşılmakta, bu sayede değer yasası taraftarlığı piyasa taraftarlığına bu da kapitalizm yandaşlığına işaret etmektedir. Bu eksenin karşısında plan taraftarlığı, meta ve para düşmanlığı kalmaktadır. Bu eksen alabildiğine zararlıdır. Zararlı olmuştur. Sovyetler bir olgu olarak ortadan kalkmış ise bunda iki tarafı da insanı doğru bilginin rayından çıkartan bu bozuk eksenin kabahati vardır.
Okuyan devamla şöyle diyor.
“Stalin, sosyalist ekonomide değer yasasına bir yer vererek girdiği riski, zaman zaman yaptığı uyarılarla, zaman zaman ise değer yasasıyla sarmaş dolaş olan iktisatçıları tasfiye ederek azaltmıştır. Ancak bugün baktığımızda, gelecekte girişilecek her kuruluş sürecinde ne zaman bu konular açılsa, “değer yasasının etkinliğini artırmak, sosyalizmi geliştirmeye engeldir” sözünü tekrarlamak zorunda olacağımızı bilmemiz gerekiyor.”
Ne talihsiz bir durum, yanlışlar birbirine eklenince ortaya acayip fikirler çıkıyor. Bir kere eğer bir yasadan bahsediyorsanız onun etkinliğini artırmaktan bahsedemezsiniz. Ben bu yasanın etkinliğini artırmak istiyorum diyenlere de güler geçersiniz. Sosyalizmin gelişmesi ise bambaşka bir konudur. Zaten sosyalizm kendi tanımı icabınca belirli birşeydir ve kendi gelişme dinamiği bu tanımın içinde yer alır. Eğer adına sosyalizm deyip kurduğunuz düzen gelişme dinamiği taşımıyorsa ne yapsanız kar etmez. Biz sadece şu anda tek birşey söyleyebiliriz. Kar ve karlılık nosyonlarının bir olgu olarak gözlendiği bir sosyalizm modeli kapitalizmden farklı bir potansiyele sahip değildir. İşletme başarılarının karlılık ya da kar ile ölçülmesi kapitalizmin kısıtlarının aynen tekrarlanması demektir. Biz çözülüşün ardından yirmi yıl geçtikten sonra ve Küba aynı zorluklarla ve ambargo ile açıklanamayacak bir geri kalmışlık içindeyken artık herkesin uyanması gerektiğini düşünüyoruz. Okuyanın zihnindeki sosyalizm modeli kapitalizmden farklı ya da üstün bir gelişme dinamiği taşımamaktadır. Hatta kabul gören sosyalizm modeli, krizlerle kabuk değiştirerek yenilenme imkanı bulan kapitalizmden daha güçsüz bir gelişme potansiyeli taşımaktadır. Bunu deneyimler yeterince ispatlamışken kafaları değiştirmek gerekiyor. Bunun için çok uzaklara gitmeye de gerek yok! Zaten kabul görme konusunda sıkıntı çekmeyen marksizmle ve marksizmin üretimi olan iktisat bilimi ile doğru bir ilişki kurulması yeterlidir. Marksizmin siyasal iddialarının kaynağı, değer yasasının keşfi ile bir bilim haline gelen iktisattır. Keşif tam haliyle marksizme aittir. Bu keşif hem içinde bulunduğumuz düzenin eşitsizliklerini bize açıklıyor, hem de yerine geçebilecek bir düzenin arzu ettiğimiz sonuçları verecek iç ayrıntılarını bugünden saptamamızda bize yardım ediyor. Bu yüzden yapabileceğimiz tek şey bu yasayı bilmek ve gözetmektir. Eğer sömürü ve eşitsizliğin nedeni değer yasası olsaydı, bizlerin bu musibetlerden kurtulmayı hayal etmemiz abesle iştigal olurdu.
Stalin’in değer yasası ile ilişkisinin risk alma ve alınan riski dengeleme yaklaşımı ile ilgisi yoktur. Stalin doğruyu aramakta, gözüne görünen apaçık yanlışlara karşı tutum almaktadır. Zira bir borsa oyunu oynanmamaktadır. Güvende olmak için hayatı doğru bir biçimde kavramak gerekir. Stalin’den sonra yarım asır geçmişken onun kavrayış düzeyinin gerisine düşerek onu eleştirmek biraz uygunsuz olmaktadır.
Kapital seminerlerinde boy gösteren Sungur Savran gibi iktisatçılar da yanılsamanın ağları içerisindeyken biz kimseyi kabahatli bulma yanlısı değiliz. İnsanın kendi yanılsamalarını farketmesi ve böylece onlardan kurtulması bir an meselesidir. Bu boyutta insanın ilerleme hızı herhalde ışık hızı ile sınırlı olsa gerektir. Okuyan’ın deyişiyle bir sosyalist kuruluşa soyunmak için henüz erken bile olsa yanılsamalardan kurtulmak için bir an bile kaybetmemek gerekiyor. Çünkü gelip geçici yaşamımızda kendimizi sadece ülkemizden sorumlu sayamayız. Latin Amerika ve Küba bir kuruluşa soyunmuştur. Bizler oralardan ve bütün dünyadan da sorumluyuz.
O halde insanlığın hala kapitalizmi gerçekten aşan bir devrim ile buluşamamış olduğu gerçeğinden yola çıkarak hiç vakit kaybetmeden ilerlemeye devam etmeliyiz. Kapitalizm herhangi bir noktada aşılmış ise bu durumun orada lokalize kalması bizce pek mümkün değildir. Hızlı ve eşitleyici bir yayılma gözlenecektir. Bu aşma süreci geriye dönüp bakıldığında İnsanlık tarihi içerisinde aydınlatıcı bir patlama gibi görünecektir. Böyle bir gelişmenin ardından mevcut ilerlemeye kol kanat geren yaklaşımlar ile, mevcuda beğenisizlikle yaklaşan yaklaşımlar oluşamayacaktır. Bu yüzden geleneksel ve yeni sol şeklindeki ayrışmışlığın tüm olumsuz sonuçları da ortadan kalkacak, bugünün halen yaşayan antitezleri hem konusuz kalacak, hem de gerçek çözümlerini bulacaklardır. Sovyet devrimi dünya devrimine dönüşmediği oranda, Trotsky hayal kırıklığına uğramıştı, Ama zaten onun sandığı gibi bir gelişme olası değildi. Yayılma kapitalizmin aşılmasının göz kamaştırıcı sonuçlarından çok, aşmanın ülkeler arası ekonomik sınırları fiilen gereksizleştirmesi sonucu gerçekleşecektir. Bu liberallerin hayalini kurdukları ama onlara da aşırılık olarak görünen global dünyanın da olası tek imkanıdır. Böyle bir dünyanın asıl yaratıcıları ise geleneğin izini sürenlerden başkası olmayacaktır.
Geleneğin izini sürenler ise, artık sovyet deneyini belki bir daha tekrarlanamayacak en büyük ütopyacı girişim olarak sınıflamalıdır. Bu deneyin bütün dünyaya ve bu arada Küba ve Latin Amerika’ya dağılmış izlerinin kapitalizmin aşılması için erken imkanlar yaratma olasılıkları ilgi görmelidir. Buralardaki iktidarların çözülmelerinin ardından, bir sosyalist iktidar yoluyla kapitalizmin aşılması imkanı iyice güçleşecek, daha zahmetli yollarda yürünmesi gerekecektir.
Dr. Suat Kamil Aksoy
Yazara çok teşekkür ederim.
Stalin’i anlayalım derken değer teorisini anlamayı ihmal etmeyelim.
Yazarın bana hatırlattığı bir gerçek var: Sosyalizmi “bilimsel” ön sıfatını kazandırmak için gerçekten eleştirilere ihtiyacımız var.
Birçok konuyu genel geçer ifadelerle ele alıyoruz. Sorgulama mekanizmalarını geliştirirsek aşama kaydedebiliriz.