Annemden
bana kalan
katrandan bir gözlük
diyorki:
“Kainat budur,
işte senin gördüğün”
Her gürlemesinde gökyüzünün..
“Ben onu mektuplarından yakından biliyorum; şiir aşık’tı, Jîla’damaşuk’tu.”
Böyle söyler Şêrko Bêkes, Jîla Huseynî’nin ölümünden sonra yayınlanan kitabı Mirina Rojê’nin önsözünde. İran şiirinin “hüzünlü küçük perisi” Furuğ Ferruhzad ile aynı yolu ve aynı sonu paylaşan, ama hâlâ çok kişinin adından bile haberdar olmadığı Jîla Huseynî’nin yaşamına ve şiirine dokunmak, onun ölümüne de neden olacak şiir aşkı karşısında çok dakikalık hüzünlü bir saygı duruşudur.
Pek çok ülkede ve pek çok dilde şiir söz konusu olduğunda genellikle erkek şairlerin isimleri gelir akla. Aynı şekilde hem klasik hem de çağdaş Kürtçe şiir söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ancak bu diğer ülkelerde de olduğu gibi Kürt şiirinde de kadın şairlerinin olmadığı anlamına gelmez. Bundan ziyade kadınlar açısından sanatlarını toplumla buluşturma, paylaşma koşullarının daha sınırlı olduğu, o nedenle de şiirlerini yayınlayabilen kadın şairlerin sayısının daha düşük olduğu söylenebilir. Şiirlerini yayınlama imkânını bulup da bugün maalesef pek tanınmayan,oysa yakın yıllarda yetişen Kürt dilli şairler içinde önemli yere sahip kadın şairlerden biridir Jîla Huseynî. Jîla’nın kısa ama yoğun hayat hikâyesi, dilerim ki kendine yer bulur iç dünyanızda…
21 Eylül 1964 yılında İran’da Kürtlerin yoğun yaşadığı Segiz kentinde, edebiyatla ilgili aydın bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir Jîla Huseynî. Şeyh olan dedesi aynı zamanda şair ve hattattır. Hâkim olan babası Mehran Huseynî ise Jîla’ya en büyük desteği veren kişidir ve onun sahip olduğu çok zengin kütüphane Jîla için sihirli bir yaşam alanı oluşturur. Bu sihirli mekânın nimetlerinden faydalanırken edebiyata ilgisi daha küçük yaşta hem okul hocaları hem de ailesi tarafından fark edilir.Daha sonraki yıllarda İran’da yaşanan devrimle birlikte kadın olarak dış dünyaya açılmak, var olan feodal kalıpları yıkmak büyük bir cesaret ister. Ama o bunu başardı, dayatılan bir korkunun yanında umudu ve zaferi yağmur damlaları ile ulaştırdı bizlere…
Yağmur Mektupları
Yağmurun şarkılarıyla ıslandım
Korkuyorum kışın görkeminden
Ey dost
Yağmurun mektuplarını okudun mu
Ve iletini ulaştırdın mı çiçeklere?
Gördün mü solukları ne denli çiçek kokuyordu
Yağmurun kollarında nasıl da kaybetmişti kendini?
Sen de benim kadar yıkanmış toprağın kokusunu seviyor musun?
Toprağı yıkadılar
Ona sızdılar ve kaldılar onda
Çiçeği emzirdiler
Güneşi selamladılar ve
Kış anladı ne kadar acıdır yenilgi!…
Ve yağmur damlaları
Savaştan dönen fatihin süvarilerini andırır
Gökyüzünün bağrına dönen
Ve bir bulutun karnında
Yeniden bağışlanmayı bekleyen
Ve zafer gülüşleri saçan süvariler…
Ve kış titrer
Ve sen yağmurum tellerini okumadın
Yazık!
Jîla’nın hayatla ilk tatsız tecrübesi, şiir yazmaya başladığı bir dönemde, henüz onbeş yaşındayken babasının amcaoğlu Vefa Huseynî ile evlendirilmesi olur. Ancak beş sene sürdürebildiği bu evlilikte Bihar Zohre adında bir kızı olur. Boşandıktan yedi yıl sonra Seqiz’de tanıştığı Şahrez Nusodîile evlenir. Bu evlilikte iki çocukları olur. Erkek çocuğun adı Ramîn, kız çocuğa ise Jîna adını verirler.
Jîla’nın ilk evlendirildiği tarih İran İslam Devrimi’nin gerçekleştirildiği döneme denk gelmektedir. Bu devrim sonrası İran kadının giyim kuşam, sosyal ve hukuki her türlü haklarının elinden alındığı ve ağır baskılara maruz bırakıldığı dönemdir. Ve pek çok kadının bu durumu protesto etmek için kendini yaktığı zamanlardır.Sine kentinde kendini yakan Meryem Ruhi için bir şiir yazar Jîla da, der ki:
Aşk Ateşi
“Sine Şehrinde kendini yakan Meryem Ruhi anısına”
O kadar büyüktü ki
Ateşin arsızlığı
Haddini aşıyordu
Bir harman gülü aldı kucağına
Sert bir şekilde kendine çekti
Tüm zerreleriyle
Nazik yapraklarından öptü
Kocaman bir öpücük aldı
İpeksi bedeninde
Ve sonra
Coşkun bir semaha durdu
Gamlıydı
Ovadaki nazik güllerin varlığı
Bir bülbül türkü çağırıyordu
dopdolu bir kederle
bir anda tazelendi
Eski tüm sızı ve kederlerin
Köy ortasına yayıldığında
şiirlerim…
Yine o dönemi başka bir İranlı kadın Tara şöyle anlatır: “Evet, 1979 Şubatı’nın ilk günlerinden itibaren şeriat devleti isteyen “onlar” ve üç-beş ay sonra adil düzenin midesine indirileceğinden habersiz bir “biz” hep vardı. Ve biz, mollaların rejimi hızla yerleşirken, tıpkı Bahrengi’nin masalındaki gibi pelikan kuşunun torbasında hapis olduğu halde kendisini hâlâ ırmakta sanan küçük karabalıklar durumundaydık.
“Kış mevsiminin kırkıncı gecesiydi. Ay ışığını arayan küçük karabalıklardık. Bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda ölecektik. Bir başka dünya yoktu, ne de bir başka hayat. Humeyni… Rafsancani…Hameney… Oysa Hayyam’ın, Bahrengi’nin ve Furuğ’un ülkesiydi İran. Ve bizler, en büyük düşü, balıkçının attığı ağı arkadaşlarıyla birlikte denizin dibine olan küçük karabalıklardık. İlk kırkıncı günün üzerinden 15 yıl geçti. Soğuk mevsimin geçtiğine inandırmaya çalışıyorlar bizi. Ama biliyorum: Soğuk mevsimin başlangıcındayız hâlâ. Ve orada, on bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balığın yuvalarında uykuya çekildikleri bir ülkede bir küçük kırmızı balığın gözünü kırpmadan denizi düşündüğünü bilmek beni rahatlatıyor.” Sözü yine Jîla’ya bırakalım bu kıstırılmışlığı anlatan şiiriyle…
Tutsak
Olur da eğer
pencereleri açabilirseniz
gökyüzünü görüp
havayı kucaklayın
bahara bir buse kondurun
Olur da eğer
soğuk ve ruhsuz duvarları
yıkarsanız
ve komşuların şenliğini görün
avludaki havuzda
Balıkların içindeki korkuyu
temizleyin duvarda bekleyen kediden
ve anneler gibi gülün
ve bacılar gibi öpün
babalara duygu katın
saksıdaki şamdan güllerini
havuzun dört tarafına
ekin
ve bayram edin
sade mutluluğunuzla
Ama ne yazık ki
pencereler kapalıdır
duvarlar serttir
ve ellerim de
artık eski eller değil
tahrip eden
parmaklarımın arasında
yeni bir
sevgi ve irade var
doğruluğumu gün yüzüne çıkarır
ve bir çocuk gibi
yüzüme güldürür…
JîlaHuseynî, ilk eserlerini çoğunlukla Farsça kaleme alır. İlk el yazması olan BerBayêÇû’ daki (Rüzgârın Savurduğu) yazıları da Farsçadır… BerBayêÇû, Jîla istemediğinden yayınlanmaz. Seqiz radyosunda Kürtçe program yaptığı 1984-85’te yazım dili de değişir. Radyoda ‘Biz ve Dinleyiciler’ adlı program ile birlikte şiir ve öykülerini Kürtçe yazmaya başlar. Fakat Jîla’nın Kürtçe edebiyata ilgisi ve bu konudaki bilgisi, babasının zengin kütüphanesinden dolayı daha öncelere dayanır. Okuduğu kitaplarla birlikte kendi halkının, kendi dilindeki edebiyata ilgisi giderek büyür. Artık sadece anadilinde yazar.
JîlaHuseynî şiirlerinde aşka, kadına, nasihatlara ve yakarışa hep atıfta bulunurken daha sonraki dönemlerde daha çok eleştirel ve geleneksel toplum törelerine karşı, erkek yaklaşımına karşı bir isyanın sesini taşır. Bunun yanında gelenekçi kadını edebiyatta hiçe sayan yaklaşımlara karşı kadının dili ve duygusunu öne çıkarır. Hayattayken basılan tek şiir kitabı, GeşeyEvîn ( Başkaldıran Ateş) adıyla 1995’te yayımlanır. QelayRaz ( Raz Kalesi) adlı ikinci şiir kitabı ise 1998’de çıkar. JîlaHuseynî, şiir ve öykü çalışmaları yanı sıra, aynı zamanda çocuklar için masallar yazar, SadeqHedayefî’nin bir kitabını Kürtçeden Farsçaya çevirir.
Jîla’nınşiir dili modern Kürt şiirine önemli katkılar sunmuştur. Özel yaşamında pervasız şiirler yazmış, görüp çektiği acısını sevgiye dönüştürebilen Jîla’nin büyüklüğü tam da bu durumda başlıyor. O cesur, dış kabuğu sert, kültür alanında kadınların varlığını ispat eden, öncü bir kadındı ve bu aynı Furuğ’da olduğu gibi toplum tarafından çok memnuniyetle karşılanmadı. Şiir dilinde etkisi açıkça görülen Furuğ’u anlayan herkes Jîla’yı da çok iyi anlar. Onun pervasızlığına ve kadına yapılan aşırı baskıya başkaldırısını “Sual” şiirinde açıkça görebiliriz..
Sual
Başıma dolanmıyor
annemin oyasız tülbendi
ve diyor:
“Ben anne,annenin tülbendiyim”
Bu anne,annesinin mirası
olabilir
onun için kalmış olabilir
Başım
açık bir pencere
gökyüzüne karşı
güneşi seviyor
güneş onun misafiri
ve geceler boyu ay ve yıldızlar
Annemden
bana kalan
katrandan bir gözlük
diyorki:
“Kainat budur,
işte senin gördüğün”
Her gürlemesinde gökyüzünün..
civarında sorular
ikide bir yeniden
gözlerimden fışkırıyor
Jîla’nın feminist, romantik kişiliği, sosyal aktivitelerinin getirdiği deneyimlerden cesaret alan farklı kültür alanındaki kadınlar için bir katalizör rolü oynamıştır. Pek çok kadın şairibir halka etrafında toplamıştır. Jîla hayatının son yıllarında feminist söylemlerden yararlanarak, siyasal inançlarını da şiire çevirmiştir.. Bunun yanı sıra, birçok (Türk, Kürt, ve Fars) kadınşairde görüldüğü gibi şiirinin özünde sentimentalizm yatıyordu ve Jîla’da şiirinin özünü bu etkiden kurtaramamıştır. Öğüt adlı şiirinde eski sevgiliye seslenir Jîla, birlikte okuyalım…
Öğüt
Nazlı bir kızı
Evine gelin aldığında
Sakın ne olur
Duymayasın parmakların kokusunu
Saksılarda, duvar ve pencerelerinde.
Sana,
“Solgun bir gül kokusu duyuyorum” denirse
De ki:
“Ruhum, inan ki, senden
Başka bir gül yok dünyada”
Sakın beni anıp da
Küstürme evinin mutluluğunu
Yoksa gamlı yüreğim
Aşkının aynası gibi
Şangır şungur… incecik kırılmıştır
Senden başka hiçbir şey kalmamıştır içinde
Olur da bir kadın görürsen
Derdi kederi süs diye giyinmiş
Gözleri ölgün ve hüzünlü
Kupkuruysa dudakları
Baharı görmemiş gibi
Olur da bir gece beni hatırlatırsa sana
Ürperip de
Demeyesin, mazimin albümünde
Bu düşkünün de bir resmi vardı, diye
27 Eylül 1996 yılında on aylık kızı ile, Tahran’a gelen Kürt şair ŞêrkoBêkes’i karşılamaya gider. Ancak Seqiz’e yakın bir yerde geçirdikleri trafik kazası sonucu ikisi de hayatını kaybeder. Bu dünyadan göç ettiğinde henüz 32 yaşındadır.Furuğla aynı yaşta, aynı kaderi paylaşarak hayatla vedalaşmıştır JîlaHuseynî..
Jîla Huseynî’nin ölümünden sonra yayımlanan kitabı Mirina Rojê’nin (Güneşin Ölümü) önsözünü yazan Şêrko Bêkes, kendisini görmeye gelirken kaza geçiren genç şair için şöyle der: “Ben onu mektuplarından yakından biliyorum; şiir aşık’tı, Jîla da maşuk’tu.” Bêkes ayrıca şunları not düşer: “Toprak özgürlüğü, kadın özgürlüğü, sözün özgürlüğü için, aşk neredeyse o da oradaydı.“
Nevin Koçoğlu