“İşte küçük bi gülüş” Konuşmaklardan Bıkan – Leyla Erbil

Sarılığı kalmamış üşük bir öğleüstü katıldım yanına. Kim olduğunu bildiğim yok. Bildiğim yok ne olduğunu. Bunun bi önemi var mı? Bi önemi yok bunun.
Durup dururken birinin közlenmiş mutluluğunu hatırlatmaya us kodum. İşin bitiminde dazlak bi mutluluk payının bana da düşeceğini hesaplamamış değilim ama gene de bu benim en ölçüsüz, denetimsiz günlerimden biri. Beyin duyargalarım bilenmeye kımıldadılar. Yoldaşım akşıngöz bi gerilme geçirdi, uzadı kısaldı. Önüme geçip de ekşi bakır, ıslak keçi, ılık ılık da deri kokan karanlık bi eve soktuğunda beni, ellerimi ne demek olduğunu iyi bildiğim bi acıtmayla sıktı. Kapıyı açar açmaz, yüzünü yol yol ışıklar yaladı. Mavi benekli yanakları, gaga burnu, beyaz kirpikleriyle Easter Adası yontularını andırıyordu. Andırsın. O, özgürlüğünün, kıvancının neler olduğunu bildiğini sanan bi bilmemede, Burası onun ini olmalı. Odanın köşesinde bi yığın çalı çırpı, uzun boyunlu bi şişe, bi de toprak çanak var. Yığının ucuna ilişip bi sigara yaktım. Hiç konuşmuyo. Konuşmayan, sürüngen soydan, ola ki Malekula dans maskesiyle oturmuş bi canlıyla baş haşayım. Çanağı doldurup içiyorum, göz burgularını bana değin yollayıp çekiyo, sonra gelip parmak uçlarının diş diş tırmığıyla okşamaya çabalıyo ellerimi. Ufak ve soğuk elleri. Toprak çatlağı ağzı. Kolu yatay zikzaklarla yaylı. Bi çanak uzatıyo. Başımı sallıyorum. Diretmiyo. Şişeye sokuyo gagasını. Onu üzmek istemem. Şu anda mutluluğu bana bağlı. Ardından buralara gelmekle ona bu umudu çekinmeden, seve seve adadım ben. Böylece bugüne değin içine biriken cam kırıkları, çakıllar ve kil tabakalarını, zorunlu aşklarının çapraz çökeleklerini yuyup arıtacaktım. Uzandım çanağa, elimi durdurdu. İstemiyordu içmemi, katıksız bi sevi bekliyordu benden. Kuşsa kuşlar, yılansa yılanlar, insansa insanlar arasında bulamadığı seviyi umuyordu benden. Gidip duvarın dibine çökmüştü. Uzun yumuşak bacaklarının arasından sarkıttığı başı yere dokunuyordu. Solumda küçücük bir camdan gökyüzü görünüyordu. Gökyüzü alacakaranlıktı. Kalktım, cama dayadım yüzümü. Karşıda atlanası yakınlıktaki evin en üst tahtaboşunda iki küçük kız dizi dizi saksılar arasından gözetliyorlardı bizi. Beni görünce ilkin çığlık attılar, ardından sarkarak iyice görmeye çabaladılar beni. Seslerinde korkudan çok sevinci andıran bi nenler vardı. Akşıngözün onları epeyi korkutmuş olduğunu, aralarında bu oyundan gelme bi dostluk da bulunduğunu anladım. Aşağıda daracık sokağın aydınlığında sıska, beyaz bi kedi bağırıyordu. Kedi bağırmak istiyo bağırıyordu. Ben ilkel ve gür bi kendini değiştirmeye, özgür seviye akmayı istiyordum. Onun
KUŞ
ÇIYAN
DİLSIZ BİR İNSAN oluşunun önemi de yoktu, ama nasıl davranmamla en eksiksiz, en ÖZGÜR SEVI’yi verebilecektim ona. Kişi aşk diye hür sevi diye dilsiz ve çirkin olmayan ve ne olduklarını iyice bildiği kişilere de usunu, çağrışım gücünü, dip bilinç akışını yitirmeden, sırf açlık, sarhoşluk, yoksulluk ya da beğeni etkenlerinden sıyrılmış HANGI ÖZGÜR SEVI’yi toplayabilirdi?
Ona, sen nesin?
Ne iş yaparsın?
Okur musun?
Baban seni döver miydi?
Bana neler duyuyorsun? vb… opolağan ama şurda gene de onu mutlu kılmakta yararı dokunacak sorularla doluyum. Sorsam o da kuşku, kaçamak, göstermeliklerle yanıtlar beni ve yeniden aynı biçimde sorularla karşı çıkmaz mıydı? Bu ise iki kişi arasındaki mutluluk alışverişinde bi işe yaramazdı. En iyisi betiklere uymayan bi yaşantıcık, başkalarınca –benimce değil– yaşanmış bi sevi günü olsa da, dilsizi var sandığı özgür aşkta doğrulamalıyım. Ama bu doğrulamada ne denli sıyrılabilirim kendimi değiştirme ereğinden. Bu benim çıkarım işte, KENDINI DEĞIŞTIRME SıNAMASı.DENEK; ben. DENEYCI: o.
DENEK, bi kimseyi, yanandönen bi giysiyi, akyelken bi sandalı, ezgiyi, dostluğu bile benim olsun diye istemeyen, üşençli, yabansı isteksizlikle dingin, umursamaz görmüşlüğün kurnazlığına varan. Ama kim kurnaz değil ki. Şurda DENEYCI’nin yere yatkın kafasına önceden düşünülmüş kösnü uyandırıcı içkiler, ışıklar, sapık aşklar bile birikmemiş midir? Dilsizliğine gösterilen acımaya da, garipliğine duyulan meraka da çoktan alışmış, belki karşıt davranıları ezberlemiş, bundan bi kazanç sağlamanın bilincine varmamış mıdır? Onun, şu sessiz bükültüsüne bakıp yumuşuyorum. Sertleşmiş değildim zaten. Bunca yıl hiç öfkelendim mi ben? Kara bi sinek aramızdan geçip cama vuruyor. İlk kez gülüyor dilsiz. Yalın seçik bi gülüşle gülüyor. İçim ılınıyor, sokuluyorum ona. Ağzının yanlarına yapışmış iki sülükler pat pat düşüyorlar yere. Ve işte yeniden küçük, diş diş parmaklarıyla benimkileri tutmaya uğraşırken, gagasını yüzüme gözüme sürüştürürken belleğine yer etmiş o, özgür seviyi aranıyo. İşte küçük bi gülüş, okşamak elleri, gaga ya da ağızları aranmak ve ötesi ne denli özgür sevi olursa olsun ötesi buydu işte. Kolları belimde içinde fener yakılmışçasına ışıyor pul pul. Ağzının içinde tüylü bi yılan yağılığıyla kayan dili itiyorum dışarı. Gözleri sivri sivri, kolları sönük şimdi. Onda yeni bi öç duygusu yaratmadan, beğenilmeme kılçığını batırmadan ona, zırnıklı bi sevi dokusu örmeli ve sıvışmalıyım. Deney başarılamadı. Çanağa sarıldım yeniden ama ellerim diş diş, kollarım kırçıl, yarım diller ağzımda…

Gidiyorum gene de. DENEK: o, DENEYCI: ben. Gideceğim, gidişimin onda uyandıracağı tepkileri bilmek istiyorum, öylecene varıp duvarın dibine kıvrılıyo, başını sokuyo bacak eklemlerine, soğuk kolları, katı. Ölmesini istemiyorum ama içimde dostluksal yarışmalara has bi kin, bi hainlik var. Kaldırımın gölgeli taşlarına kan içinde serilmiş bulsam onu sevineceğim nerdeyse.
Kapı önünü aydınlatan ışıkta beyaza tekir bi kedi yanaşmıştı. Karşı evin önünde bi sarhoş bacaklarını açmış portakal kemiriyordu, beni görünce portakalı düşürdü yere, ardından bi nara atıp sırtını eve çarparak kalakaldı. İki kedi kaçıştılar. Küçük kızlar uyumuş olacaklardı. Başımın üstünde bi hışırtı duydum: boz bi kertenkeleyle göz göze geldik, döndü en üst katın camından içeri kaydı hızla. Hafiflemiştim.

1959
Hallaç

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz