İslam medeniyeti neydi, neden çöktü, şimdi ne durumda – Sevan Nişanyan

“Altın Çağ” denilen 9. ila 15. yy’da İslam uygarlığının ilginç özelliklerinden biri, askeri ve siyasi olaylarla sosyal/kültürel hayat arasında hemen hiçbir gözlemlenebilir bağ olmaması.

Bu çağın İslam kültürü son derece şehirli ve kozmopolittir. İlk başlarda “şehir” deyince aklımıza sadece Bağdat geliyor. 11. yy’a doğru Konya’dan Delhi’ye, Kurtuba’dan Hive’ye kadar yüzlerce şehir Bağdat’ın rolünü devralır. Hepsinde aynı dil(ler) konuşulur, aynı kitaplar okunur, aynı mimari modalar bir iki sene gecikmeyle benimsenir. Her şehirde, dünyada eşi olmayan sanat eserleri yaratma iddiası güden sanatkarlar bulunur. İnsanlar alim, talebe, tüccar ve derviş kılığında durmadan şehirden şehire seyahat eder. Sosyal hareketlilik başdöndürücüdür: bir kişi bugün köle, yarın vezir, sonraki gün derviş olabilir. Edebiyatta sözü edilen kadınların hemen hepsi entrikacı, şehvet ve iktidar düşkünüdür: “başörtülü bacı” modeli henüz keşfedilmemiştir. Köylüler ve göçebeler hemen hemen görünmezdir: kimse onlardan söz etmez.

Siyasi olaylar sonucu şehirler el değiştirebilir, yıkılabilir, halkı kılıçtan geçirilebilir. Ancak bu olaylar, geniş çapta hiçbir sonuç doğurmaz. Diğer kentlerde şehir yaşamı aynen sürer. Fikir dünyası, hukuk, ticaret, eğitim sistemi, edebi üretim üzerinde siyasi olayların etkisi çok nadiren görülür.

Moğolların 1258’de Bağdat’ı yıkması bu kentin kültürel bir merkez olarak sonunu getirmiştir. Ancak genel olarak İslami dünyanın ekonomik canlılığı veya kültürel üretkenliği üzerinde kayda değer bir etkisi olduğunu sanmıyorum. 15. yy ortalarına dek Kahire’de, Hindistan’da, İsfahan ve Şiraz’da, Semerkant’ta, Herat’ta, hatta Edirne ve Bursa’da kültürel gerileme belirtisi görülmez. Dönüm noktası bence 1450 ile 1500 arasındaki bir tarihte aranmalıdır.

*

İspanya’dan Hindistan’a uzanan coğrafyada çağın ortak dili Arapçadır. 10. yy sonlarına dek yazılı üretimin tamamı Arapçadır. Bu tarihten itibaren Yeni Farsça, edebiyat ve ticaret alanında gitgide önemi artan bir ikinci lingua franca niteliğini kazanır. 1300-1310 yıllarından itibaren Türkçe, diğer ikisine oranla marjinal de olsa, üçüncü bir kültür dili olarak ortaya çıkar. Ancak hukuk, matematik, tıp gibi gibi alanlarda Arapça tek ortak dil olarak kalır.

Kültür üreticileri arasında Fars, Türk, Hint, Berberi, hatta Yahudi ve Süryani kökenli olanlar sayıca çoktur. Fakat tümünün ortak yazı dili Arapçadır. Temel ve yüksek eğitim, ilgili ülkelerin tümünda Arapça (ve biraz Farsça) olarak verilir. Edebi biçimler, bilimsel standartlar, temel başvuru eserleri Arapça üretilmiştir. Bu nedenle 800-1400 döneminin İslam medeniyetine kısaca ‘Arap Medeniyeti’ adını vermek doğru olur.

‘İslam Medeniyeti’ midir? Bundan şüphe duymak için de ben bir sebep göremiyorum. İslam dininin ana referansları başka bir çağın ve başka bir ahlakın ürünü olabilir. Ancak belli ki bu farklı referans, Arabistan’ın ilkel kabile kültürüne hiç benzemeyen sofistike bir şehir medeniyetinin oluşmasına engel olmamıştır. İnsan aklının sonsuz adaptasyon yeteneği diyelim: okuryazarlıktan habersiz, yağmacı bir mezheple liderinin menkıbesi, dünya tarihinin en gelişkin kent medeniyetlerinden birinin simgeler dünyasına pekala uydurulabilmiştir.

Engel olamasa bile ayak bağı olmuş mudur? Onu tartışırız. Belki Kuran değil, fakat Kuran’a ve hadise istinaden Abbasiler çağının başında oluşturulan muazzam hukuk aparatı bir yerden sonra kendi kendini tıkamış, yenilenme kapasitesini yitirmiş olabilir. Belki Kuran’ı tartışılmaz “tanrı kelamı” sayan anlayış entelektüel gelişmenin önüne aşılmaz sınırlar koymuş olabilir. Bunlar mümkündür. Hukukta içtihat kapısı kapanmasa ve tanrı kelamının mecazi yorumları daha geniş kabul görse İslam uygarlığı daha esnek bir gelişme imkanı bulur muydu? Bundan sonra bulabilir mi? Sormaya değer sorular bence bunlardır.

Yoksa aradan geçen 1400 yılı yok sayıp İslam medeniyetini “peygamberin sidiği içilir miydi” sorunsalına, ya da tipik bir modern çağ ürünü olan “başörtülü bacı” modeline indirgemekle bir yere varılamayacağı açık.

*

Neden yıkıldı? Yıkılması mukadder miydi?

İslam medeniyetinin 1450-1500’den sonra yıkılması, en azından Roma medeniyetinin yıkılması kadar muamma bir konudur. Bin kişi bu konuda fikir beyan etmişse, bini ayrı şeyler söylemiştir. Bizim de söyleyeceklerimiz, karanlıkta el yordamıyla yürümekten çok ileri gitmez.

O tarihte neler oldu da böyle oldu diye sormak belki ipucu verebilir. İlk hadise belki Avrupalıların Amerika’yı, ve belki daha önemlisi, Hindistan’a deniz yolunu keşfetmesidir. Ticaret yolları kurumuştur. Medeniyetin temel koşulu olan ekonomik altyapı sarsılmıştır. Kadim İslam şehirleri küçülmüş ve solmuştur.

İkinci yenilik Osmanlı’nın (ve daha sınırlı bir düzeyde Mısır Memluklarının) egemenliğidir. Osmanlı devletinin yapısı önceki İslam devletlerine benzemez. Beş yüz yılı aşan bir süre devam eden askeri anarşiye son verir. Bununla birlikte merkezi askeri yapı toplumun her hücresine nüfuz eder. Tarım devlet kontrolüne alınır; köylü köleleştirilir. Başkent dışındaki kentler marjinalleşir. Osmanlı devletinin İstanbul ve biraz Edirne dışında hiçbir kentinde 1520’lerden sonra kayda değer bir mimari faaliyet görülmez. Medrese eğitimi – İslam tarihinde ilk kez – devlet denetimine alınır. Askeri ve siyasi yapıyla kent kültürü arasında İslam medeniyetinin alameti farikası olan kopukluk giderilir. Bir bakıma, kadim Bizans devletini yıkan hatalar tekrarlanır.

Bu yol görünürde mantıklı bir yoldur. Ekonominin hızla daraldığı bir çağda merkezi yönetimin avantajlı olacağı düşünülür. Avrupa’nın – bilhassa İtalya’nın – içinde bulunduğu siyasi anarşi sakıncalı görülür. Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyaç vardır. Gayri-merkezi Avrupa modelinin uzun vadede daha iyi sonuç vereceği anlaşılmaz. Lakin o tarihte Avrupa’da bunu anlayabilen kaç kişi vardır?

*

İslam dünyasının son yıllarda hızlı bir büyüme dönemine girdiğini düşünüyorum. İslam ülkelerinin bugün içinde bulunduğu kaotik durum bizi bu gerçeğe köreltmemeli. Nüfus hızla artıyor. İslamın egemenlik alanı Afrika’da ve güney Asya’da hızla büyüyor. Avrupa’da 16. yüzyılda duran ve 19. yüzyılda gerileyen fetih dalgası yeniden canlanmış görünüyor. Batı medeniyeti özgüvenini ve savunma güdüsünü kaybetmiştir. Çin ve Hindistan belki Asya’da İslami atılımı bloke edebilirler; fakat Afrika’da bunu önleyecek bir güç görünmüyor.

Bu manzarada, İslamın pek yakında çökeceğine, çağının geçtiğine vb. ilişkin öngörüleri ciddiye almakta ben zorlanıyorum. İslam dünyasının yakın gelecekte çökeceğine dair bir belirti yok. Tersine, Batının çöküşüne ilişkin beklentiler şimdilik daha gerçekçi olabilir.

Eğer medeniyetin geleceğini hala önemsiyorsak, “bitti, öldü, zaten hepsi geri zekalı” gibi yaklaşımlar yerine, ne kurtarılabilir ve nasıl kurtarılabilir diye sormak daha akılcı olmaz mı?

Sevan Nişanyan
nisanyan1.blogspot.com

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz