“İNSAN KENDİNİ EYLEMLERİ İÇİNDE SERGİLER!” KENDİNİ ARAMAK: MONTAIGNE -STEFAN ZWEIG

Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, önyargıların, yarar düşüncelerinin, gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar. Rouen’de rastladığı ve ne Tanrı ne önder, ne din ne gelenek, ne de ahlak tanıyan Brezilyalıların kendisine onca çekici gelmesi, boşuna değildir. Montaigne, onlarda bir yandan doğal, bozulmamış insanı, üstüne henüz hiçbir şey yazılmamış, temiz kâğıdı, öte yandan da her insanın kendini boş kâğıt üstünde sonsuz kıldığı yazıyı görür.

Kendini aramak: “Benim uğraşım, benim sanatım yaşamaktır…”

Montaigne, hep zayıf belleğinden yakınır. Bu zayıflığı tembellikle birlikte yaradılışının asıl kusuru sayar. Aklı, algılama gücü ise olağanüstüdür. Gördüğünü, gözlemlediğini, saptadığını bir çırpıda, bir şahinin bakışıyla kavrayıverir. Fakat, kendini hep suçladığı üzere, edindiği bilgileri sistematik bir düzene sokamayacak, mantık doğrultusunda geliştiremeyecek kadar üşengeçtir; kafasında bir düşünce oluşur oluşmaz yitip gider. Montaigne okuduğu kitapları unutur, tarihleri belleğinde tutamaz, önemli olayları hatırlayamaz. Her şey, bir akarsu gibi, geride bir şey bırakmaksızın yanından geçip gider, ne belli bir inanç ne kesin bir görüş ne de sürekli herhangi bir şey kalır.

Montaigne’in onca yakındığı bu zayıf yanı, aslında onun gücüdür. Hiçbir yerde kalamayışı, onu sürekli ilerlemeye zorlar. Montaigne için hiçbir dosya, kapatılmış bir dosya değildir. Deneyimlerinin üstüne bağdaş kurup oturmaz, harcayacağı bir sermaye biriktirmez; ruhu her şeyi hep yeniden kazanma peşindedir. Böylece bütün yaşamı, sürekli bir yenilenme sürecine dönüşür: “Hep yeniden yaşamaya başlarız,” der. Bulduğu doğrular, ertesi yıl, hatta çoğu zaman bir ay sonra artık doğru olmaktan çıkmıştır. Montaigne, yeniden aramak zorunda kalır. Böylece ortaya bir sürü çelişki çıkar. Montaigne bugün Epikurosçu, yarın Stoacı, ardından septiktir. Her şeydir ve hiçbir şeydir. Hep başka bir insan, aynı zamanda da hep aynı insandır.

Montaigne’in asıl zevki bulmak değil, bu arama eylemidir. Montaigne bilgeliğin sırrını, amaca uygun formülleri arayan filozoflardan değildir. Herhangi bir dogmayı ya da öğretiyi istemez; katı iddialardan hep korkar: “Hiçbir şeyi serinkanlılıkla iddia etmemek, hiçbir şeyi de bir çırpıda yadsımamak.” Montaigne, hiçbir hedefe doğru ilerlemez. Onun pensée vagabonde’una, yani avare düşünüşüne uygun düşen her yol, aynı zamanda doğru olan yoldur. Bu nedenle Montaigne asla filozof değildir ya da ancak en sevdiği düşünür olan Sokrates kadar filozoftur; en çok onu sever, çünkü Sokrates arkasında hiçbir şey bırakmamıştır, ne bir dogma ne bir öğreti, ne de yasa ve sistem. Kalan, yalnızca insan Sokrates’tir; her şeyde kendini ve kendinde her şeyi arayan bir insan.

Belki de Montaigne’in en iyi yanlarını onun yorulmak bilmez arama güdüsüne, merakına, zayıf belleğine borçluyuz; yazar Montaigne’i de bunlara borçluyuz. Montaigne bir kitapta okuduğu düşünceleri, hatta bir kitaptan esinlenerek türettiği düşünceleri unuttuğunu bilir. Bir yana yazılmazsa, arka arkaya gelen dalgalar halinde birbirlerini süpürüp götüren songes’larını ve rêveries’lerini, yani düşlerini ve hülyalarını kaçırmamak için elindeki tek çare, bunları bir kitabın son sayfasına, sayfa kenarlarına not etmektir. Zamanla, eline geçen kâğıt parçalarının üzerine not almaya başlar; kendi deyişiyle bunlar “aralarında bağıntı bulunmayan mozaikler” gibidir. Başlangıçta yazılanlar, birer not olmanın, hatırlamasına yardımcı olacak işaretler olma niteliğinin ötesine pek geçmez; Montaigne, zaman içinde bunlar arasında belli bir bağlam bulmaya çalışır. Bu işi, doğru bir sona varamamış olma duygusuyla yapar; yazdığını çoğu kez bir solukta kaleme alır; bu nedenle de cümleleri spontanlıklarını korurlar. Fakat Montaigne, asıl önem taşıyanın bunlar olmadığından hep emindir. Yazmak ve not tutmak, Montaigne için yalnızca bir yan üründür, bir çökeltidir – hani neredeyse, idrarındaki kum taneleri ya da istiridyenin içindeki inci diye de nitelendirilebilirler. Asıl ürün ise doğrudan yaşamın kendisidir ve ötekiler, ancak yaşamın kırıntıları ya da atıkları olabilirler: “Benim uğraşım, benim sanatım yaşamaktır.” Yazılanlar, tutulan notlar, bir sanat yapıtının fotoğrafı olmaktan öteye geçemez. Montaigne’in içindeki yazar, insan Montaigne’in yalnızca bir gölgesidir; oysa bizler genelde insanların yazma sanatlarının ne kadar büyük, yaşama sanatlarının ise ne kadar önemsiz olduğunu görüp şaşkınlığa düşeriz.

Bu denemelerden her biri bir rastlantıdan, esintiden, bir kitaptan, konuşmadan, fıkradan kaynaklanmış olduğu için, başlangıçta öyle rastgele yan yana gibi duruyorlarmış gibi bir görüntü doğar; zaten Montaigne de öyle olduklarını hissetmiştir. Hepsini bir düzene sokmaya, belli bir düzen içinde bir araya getirmeye hiç kalkışmamıştır. Gelgelelim, zamanla bütün bu denemelerin ortak bir yanlarının, bir odak noktalarının, hedef sayılabilecek belli bir yönlerinin bulunduğunun ayırdına varır. Bu denemelerin yola çıktıkları ya da yöneldikleri belli bir nokta vardır ve bu nokta, yani “Ben” hiç değişmez. Başlangıçta Montaigne, kelebekleri, duvardaki bir gölgeyi kovalar gibidir; ama giderek belli bir şeyin, belli bir amacın arayışı içinde olduğunu anlar: Aradığı, kendisidir; doğru yaşayabilmek için, hayatın üzerinde bir bütün olarak düşünmektedir. O zamana kadar gözüne yalnızca zaman geçirme gibi gözükmüş olan, yavaş yavaş gerçek anlamını açığa vurur. Tanımladığı, görünüşte ne olursa olsun, aslında yalnızca kendi “Ben”inin şu ya da bu olay karşısındaki tepkileridir. Denemelerin tek bir konusu vardır ve bu konu, yaşamının içeriğiyle özdeştir: moi, daha doğrusu mon essence, yani “Ben” ve “Ben’in özü.”

Montaigne bu noktanın bilincine varır varmaz, daha önce neredeyse bir oyun, bir amusement, yani eğlence diye girişmiş olduğu eylem, bu kez yeni bir eyleme dönüşmeye başlar. Ben kimim, diye sorar kendine. Kendi kendisinin dışına çıkmaya, kendine comme un autre’a, yani bir başkasına bakar gibi bakmaya çalışır. Kendine kulak verir, kendini gözlemler, inceler, kendi anlatımıyla “kendi metafiziği ve fiziği” olup çıkar. Kendi kendisini hiç gözden kaçırmaz ve yıllardır kendini denetlemeksizin hiçbir şey yapmamış olduğunu söyler: “Artık aklımda gizlenmiş hiçbir hareketimi hatırlamıyorum.” Bundan böyle yalnız değildir, ikileşmiştir. Ve bu amusement’ın sonunun olmadığını, “Ben”in durağan bir şey olmayıp “dalgalar halinde hareket ettiğini”, bugünkü Montaigne ile dünkünün aynı olmadığını saptar. İnsanın yalnızca evreleri, konumları, ayrıntıları geliştirebileceğinin bilincine varır. Ancak her ayrıntı önemlidir; özellikle ufacık, esinti gibi bir hareket, kaskatı bir tutumun yapabileceğinden çok daha fazlasını öğretir. Montaigne, kendi kendisini büyüteç altına alır. Bir bütün gibi gözükeni bir sürü harekete, değişime ayırır. Böylece kendisiyle olan hesaplaşması hiç bitmez ve hep bir arayış içinde kalır. Ancak insanın kendini anlayabilmesi için yalnızca kendini gözlemlemesi yeterli değildir. Yalnızca kendi göbeğine bakan, dünyayı göremez. Bu nedenle Montaigne tarih okur, felsefede derinleşir; böyle yapmaktaki amacı, ders almak, kendine inanç aşılamak değil, başka insanların kendi “Ben”lerini başkalarının “Ben”i yanında ayakta tutabilmek için neler yapmış olduklarını görmektir.

Kendisiyle bir karşılaştırma yapabilmek için “geçmişin zengin ruhları”nı inceler. Başka insanların erdemlerini, kötü yanlarını, yanlışlarını ve doğrularını, bilgeliklerini ve çocukluklarını inceler. Tarih, Montaigne’in büyük ders kitabıdır, çünkü kendisinin de belirttiği gibi, insanoğlu kendini eylemleri içinde sergiler.

Aslında Montaigne’in aradığı, “Ben”i ya da kendisi değildir; Montaigne aynı zamanda insanı aramaktadır. Her insanda, hem ortak olan bir yanın hem de biriciklik niteliğini taşıyan bir yanın bulunduğunu çok iyi saptar: kişilik. Bir insanın kişiliği, başkalarınınkiyle asla karıştırılamayacak bir “öz”dür ve bu kişilik daha yirmi yaşında artık oluşmuştur. Bunun yanındaysa bütün insanlarda ortak olan, büyük yasaların egemenliğine sürgün edilmiş, doğumla ölüm arasındaki zaman dilimine kapatılmış o kırılgan ve sınırlı, her insanoğlunun hemcinslerine, birbirlerine benzemesini sağlayan öğe yer alır. Böylece Montaigne, ikili bir arayış içindedir. Bir yandan aradığı, kendidir, olduğu haliyle Montaigne’dir; bu “Ben”i olağanüstü bulmaz, çok ilginç bir kişilik saymaz, ama yine de başkalarıyla karşılaştırılmasının olanaksız olduğunu bilir ve belki bilincinde olmaksızın, dünya için korumak ister. Montaigne’in aradığı, hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde var olan “Ben”dir, hem de öteki, hepimizde ortak olan yandır. Tıpkı Goethe’nin ilk bitkiyi araması gibi, Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, önyargıların, yarar düşüncelerinin, gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar. Rouen’de rastladığı ve ne Tanrı ne önder, ne din ne gelenek, ne de ahlak tanıyan Brezilyalıların kendisine onca çekici gelmesi, boşuna değildir. Montaigne, onlarda bir yandan doğal, bozulmamış insanı, üstüne henüz hiçbir şey yazılmamış, temiz kâğıdı, öte yandan da her insanın kendini boş kâğıt üstünde sonsuz kıldığı yazıyı görür. Goethe’nin “Urworte”de (İlk Sözler) kişilik üzerine söyledikleri, aynı zamanda Montaigne’in de düşünceleridir:

Nasıl selama durduysa güneş yıldızlara,
Seni dünyaya armağan eden günde,
Sen de öyle büyüdün, yetiştin gittikçe,
Sahneye çıkmanı sağlayan yasaya göre.
Böyle olmak zorundasın, kaçamazsın kendinden,
Böyle demişlerdi sibylla’lar, peygamberler önceden;
Ve ne zaman ne de iktidarlar kadirdir parçalamaya,
Artık yaşayıp gelişen, bir kez dökülmüş kalıbı.

Montaigne’in bu kendi kendini, kendi essence’ını arayışı, her özlemin başına ve sonuna yerleştirişi, kimilerince bencillik diye nitelendirilmiştir; özellikle Pascal, o ünlü konuşmasında bu tutumu kendini beğenmişlik, dahası bir günah ve Montaigne’in temel sakatlığı diye adlandırmıştır. […] Ancak Montaigne’in “Yalnızca kendinizle birlik olun” cümlesi, başkalarına sırt çevirmek anlamına gelmez. Ona kendini beğenmişlik kadar uzak düşen hiçbir şey yoktur. Montaigne kendini toplumdan soyutlamış bir insan, bir münzevi değildir; arayışı kendini göstermek, böbürlenmek için değil, yalnızca kendisi içindir. “Sürekli kendime yöneliyorum, çünkü aralıksız kendimi kınıyorum,” derken, doğasına uygun olarak, bir irade doğrultusunda davranmaktadır. Kaldı ki yanlış yaptığı zaman, bunu gönüllü olarak itiraf eder. “Eğer insanların kendi ‘Ben’iyle uğraşmalarının kendini beğenmişlik olduğu doğruysa, hastalıklı bir niteliğe sahip bu işe bir son vermeliyim. Bu kusuru saklama hakkına sahip değilim; böyle davranmak, yalnızca geçici bir durum değil, benim uğraşımdır.” “Kendi varlığının tadını çıkarmak ve dürüstçe tadını çıkarmak için” kendine bakmak, Montaigne için bir gerekliliktir. Böyle davranmak, Montaigne’in işlevi ve yeteneğidir; kendini beğenmişlikten çok öte, mutluluğun kaynağıdır. Bakışlarını kendi “Ben”ine çevirmesi, onu dünyaya yabancı kılmamıştır. Montaigne, ne fıçısının içine sığınan Diogenes’tir ne de hep izlendiği korkusuyla saklanan Rousseau’dur. Sevdiği dünyaya kırılmasına ya da sırt çevirmesine yol açabilecek hiçbir şey yoktur. “Yaşamı seviyorum ve onu Tanrı’nın istediği gibi değerlendiriyorum,” der. Kendi “Ben”ine iyi bakması, ona yalnızlık getirmemiş, aksine binlerce dost kazandırmıştır. Kendi yaşamını anlatan, bütün insanlar için yaşar; kendi zamanını dile getirense bunu aslında bütün zamanlar için yapmış olur.

Evet, doğrudur: Montaigne, yaşamı boyunca “Nasıl yaşıyorum?” diye sormaktan başka bir şey yapmamıştır. Ancak Montaigne’in hayran olunacak ve insanlara yararlı yanı, bu soruyu hiçbir zaman bir buyruğa dönüştürmemiş, “Nasıl yaşıyorum?” sorusunu “böyle yaşamalısın”a çevirmemiş olmasıdır. “Que sais-je?” sorusunu madalyonuna bir parola olarak bastıran adam, yaşamı boyunca en çok katı savlardan nefret etmiş, kendi deneyimleri aracılığıyla emin olmadığı hiçbir şeyi başkalarına öğütlemeye kalkışmamıştır. “Buradakiler benim öğretim değil, bilgi uğruna harcadığım çabalardır; bilgelik ise başkalarının değil, benim bilgeliğimdir.” Söylediklerinden başkaları yararlanmasına Montaigne’in bir itirazı yoktur. Ama söyledikleri yanlışsa ya da delilikse, bundan kimsenin zarar görmesini de istemez. “Bir delilik yaptığımda, bu kendi hesabıma yaptığım ve başkalarına zararı dokunmaması gereken bir deliliktir, çünkü benim iç dünyamda kalır ve herhangi bir sonuç doğurmaz.” Montaigne, düşüncelerini başkalarına yardımı dokunacak hazır haplara dönüştürmeye çalışmaz. Aradığını kendisi için aramıştır. Buldukları ise onlardan yararlanmak isteyen ya da yararlanabilecek herkese açıktır. Özgürlük ortamında düşünülmüş olan, hiçbir zaman bir başkasının özgürlüğünü sınırlayamaz.

İçimde sıradışı ya da yabancı olan hiçbir şey yok.” Kendi içindeki genel insani töz.
Montaigne’in kuşkuya düştüğü pek çok şeyden biri de, bilgelikleri ya da doğruları aktarma olanağıdır. Montaigne kitaplara, öğretilere inanmaz; tek inandığı şey, bunlardan yaşantılananlardır. İsa’nın, Platon’un, Seneca’nın ya da Cicero’nun dünyaya yardımlarının dokunmadığını ve [kendi döneminde de] Romalı kralların vahşetinin mümkün olduğunu görür. İnsanlar ders verilerek bilgilendirilemez, yalnızca kendilerini aramaya, kendi gözleriyle görmeye yönlendirilebilir. Gözlük ve hap diye bir şey yoktur.

Stefan Zweig
Montaigne, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz