Nâzım Hikmet’i, çocukluğumda, yani on beş yaşından önce, ancak üç kez görebildim. Oysa büyüdükten sonra, onu yakından tanımaya can atıyordum. Yâlnız büyük bir şair olduğu için değil; çok duyarlı, çok iyi yürekli, çok saf bir insan olduğu için onu yakından tanımak istiyordum. Nâzım Hikmet’in bu insan yanını Kemal Tahir’e hapishaneden yazdığı mektuplarda görmüştüm ve şairliğine hayran olduğum kadar insanlığına da hayran kalmıştım.
Nâzım’ı ilk gördüğümde on iki yaşındaydım. Kadıköy’de bir dost evinde akşam yemeğinden sonra, “Celile’nin oğlu, buralarda bir yerde karpuz sergisi açmış; gidip şuna bakalım” dedi annem. O sıralarda Şefika’nın gözünde bu gencecik şair henüz Nâzım Hikmet değil, arkadaşı Celile Hanımın oğluydu sadece. Bense pek bilmiyordum kim olduğunu. Geceleyin karpuz sergisine gittik. Nâzım, karpuzla kavun yığınları arasında, yerdeki samanlara uzanmış, eli şakağında, yatıyordu. İlkin güzel sarı bir kaplana benzettim onu. Bir kez daha bakınca, kaplanların vahşetinden tümüyle arınmış olduğunu gördüm. Kaplandan çok, o da Oğuz Atay gibi, bir kediye benziyordu. İnce uzun bir delikanlının boyunda görkemli bir sarmandı.
Bir iki yaş daha büyükken, ikinci karşılaşmamız Yalova vapurunda oldu. Halet ve ailesiyle oraya bir gezintiye gitmiştik. Uzaktan akraba olduklarından, Çambel’ler Nâzım Hikmet’i tanıyorlardı. Ben de onun şairliğini biliyordum artık. Gelgelelim, o acayip çocukluk dönemimin olanca ukelâlığıyla, Baudelaire’in ve Rimbaud’nun şiirlerini onunkilerden çok daha fazla sevdiğimi söyledim. Beni hiç terslemeden gülümsedi; “ben de onları severim” dedi. Ve Baudelaire’in “Le Balon” şiirini, Fransızca olarak başından sonuna kadar ezbere okudu.
Üçüncü ve son görüşmemiz, ben on beş yaşındayken, evimizde bir akşam yemeğinde oldu. Yemekten sonra, Falih Rıfkı, Nâzım’a uzun bir nutuk çekti: Mustafa Kemal’in devrimlerini sürdürebilmek amacıyla Cumhuriyet Halk Fırkasının onun gibi ileri görüşlü genç aydınlara gereği varmış. Çok sorumluluk gerektiren önemli görevler verilebilirmiş ona. Nâzım Hikmet, kendi siyasal ve toplumsal görüşlerinden en küçük bir ödün vermeden, gönül rahatlığıyla girebilirmiş fırkaya, vb. (Kesinlikle anımsamıyorum ama, belki mebusluktan bile lâf edilmiştir bu arada.) Nâzım bir tek şey söylemeden dinliyordu. Sonunda Falih Rıfkı’nın belagatı tükenince, “bitti mi?” diye sordu. Hafif bozulan üvey babam, “bitti” dedi. O zaman Nâzım, kahkahalar ata ata bir divanın üstüne atladı; gülmekten kırılarak divanda yuvarlanmaya başladı. Üvey babam artık fena halde bozulmuştu. İskemlesinden kıpırdayamıyor, Nâzım’a şaşkın şaşkın bakıyordu. Bütün bunlar olurken lâfa hiç karışmayan annem Şefika, o sırada harekete geçti. “Ayağa kalk, Nâzım!” diye emretti, Nâzım ayağa kalkınca, Şefika ikinci bir emir verdi “eğil, Nâzım!” Nâzım eğilip de annemin hizasına gelince, Şefika, “şap” diye onu alnından öptü. Sonra gene gitti, sofraya oturup sustu.
Bu sahnenin tam anlamını anlayamamıştım o sırada. Ama üvey babamın bu delikanlıyı kandırmak istediğini, hiç başarılı olamadığını; annemin de “Celile’nin oğlu” dediği gencin bir “aferin” hak ettiğini vurgulamak istercesine, onu alnından öptüğünü kavramıştım.
1938’de, üniversite öğrencisiyken, Nâzım Hikmet’in otuz sekiz yıl yatmak üzere hapse atıldığı günlerde aklım başıma gelmişti. Bir solcuydum artık ve Nâzım’ın benim gibi düşünenlerin şairi olduğunu biliyordum. Kendisi hep içerdeydi ama, şiirleri hapishaneden kaçardı ara sıra. Bunlar elimize geçince, daktiloda hemen yedi kopye çıkarır, tanıyıp güvendiklerimize dağıtırdık gizlice. Yaşıtlarım bunu anımsarlar; “saadet zinciri” denilen, saçma sapan bir mektuplaşma olayı vardı eskiden: “saadet zincirini” alınca, kopye edip başka birine yollardınız, saadet zincirinin kopmaması için. Nâzım Hikmet’in şiirleri de bizim umut zincirimizdi. Nâzım’ın bizlere verdiği umut zincirinin hiç kopmaması, sesinin hep duyulması gerekiyordu.
1950’de, Nâzım’ı hapisten ve açlık grevinde ölmekten kurtarma kampanyası başladı. Bu amaçla düzenlenen Lâleli’deki Çiçek Palas toplantısına katılanlar, tutuklanıp mahkemeye çıkarıldı. Bunlardan biri de, şairin yıllarca yattığı Bursa Cezaevinin müdürü Tahsin Beyin kızı arkadaşım Şehnaz Akıncı’ydı. Yargıç, ona neden bu toplantıya gittiğini sotunca, Şehnaz; “Nâzım Hikmet yurtsever bir şair de ondan” dedi. Yargıç, sanıkla alay edercesine, “kızım, bunu da nereden çıkardın acaba?” diye sordu. Bunun üzerine Şehnaz, yirmi yaşının çın çın çınlayan sesiyle “Memleketim” şiirini, başından sonuna kadar ezbere okudu. İlk kez duydukları bu şiir, mahkeme heyetini de, dinleyicileri de derin bir sessizliğe gömdü. Şiirin güzelliği bir yana, komünist Nâzım Hikmet’in gerçekten yurtsever olduğu kafalarına dank etmişti herhalde. Zaten Nâzım Hikmet’in şiirlerinde, dinleyenleri sessizliğe gömmek gibi bir keramet vardır: Vaktiyle bir Fransız filmi görmüştüm. Kimin yönettiğini, kimlerin oynadığını unuttum şimdi. Film idealist bir kadın öğretmenin, Paris’in en yoksul banliyölerinden birinde, öğrencilerinden neler çektiğini; her eziyete göğüs gererek mesleğine nasıl devam ettiğini anlatıyordu. Bir sahne beni çok duygulandırmıştı: Sınıftaki oğlanlar da kızlar da ayrıca azdıkları bir sırada, genç öğretmen, “size şimdi bir şiir okuyacağım” der ve Nâzım’ın “Angina Pectoris”inin Fransızca çevirisini okumaya başlayınca, bir mucize olur. Öğrenciler, derin bir sessizliğe gömülüp, onu saygıyla dinlerler.
Mina Urgan
Bir Dinozorun Anıları
Dördüncü bölüm, YKY