15 yıl önce bu kitabın ilk taslakları üzerinde çalışırken zaman zaman tereddüte kapılmaktan kendimi alamamıştım: Acaba bunca emeğe değer mi? Üst üste film çekmek ve bu arada ortaya çıkan teorik sorunları kendim için, öylesine, pratikte çözüp geçmek daha iyi olmaz mı?
Ne var ki çalışma hayatım, uzun yıllar, yeni bir filme başlamadan önce katlanmak zorunda olduğum, insana eziyet veren bekleyişlerle geçti hep. Çalışmalarımın amacı, sinema sanatını diğer sanatlardan ayıran özellikler ve bu ayrımdan doğan sinemanın kendine özgü olanakları üzerinde düşünecek bol zamanım oldu benim de böylece. Kendi deneylerimi meslektaşlarımın edindikleri bilgilerle karşılaştıracak kadar bol zamanım ve fırsatım vardı. Sinema teorisi ile ilgili sayısız yazı okudum ve okuduklarım beni çok az tatmin etti; hatta tam tersine, bütün bu yazılar bende itiraz etme isteği uyandırdı, itiraz etmeli ve sinema sanatının görevleri, amaçlan ve sorunlarıyla ilgili kendi görüşlerimi savunmalıydım. Çalışmalarıma yol gösteren ilkelerin bilincine vardıkça, bildiğim, öğrendiğim sinema teorilerinden uzaklaşıyordum. Öte yandan, bütün benliğimle bağlı olduğum sanatın temel yasalarıyla ilgili görüşlerimi dile getirme arzusu da giderek güçleniyordu.
Kaldı ki filmlerimi seyretmiş olan insanlarla giderek daha sık yüz yüze gelmem, beni, mesleğimle ilgili görüşlerimi ve çalışma tarzımı, esaslı ve olabildiğince ayrıntılı bir biçimde dile getirmeye zorluyordu. Filmlerimle kendilerine aktardığım olayları kavrama ve sorularına cevap bulma konusunda seyircilerimin gösterdiği ısrarlı çaba, sinema ve genel anlamda sanat hakkındaki çelişki dolu ve düzensiz düşüncelerimi iyi kötü toparlamama neden oldu.
İtiraf etmeliyim ki film çektiğim bütün bu yıllar b oyunca seyircilerimden aldığım ve her zaman büyük bir dikkat ve ilgiyle okuduğum mektupların zaman zaman beni öfkelendirdiği oldu. Ama genelde benim için olağanüstü bir ilham kaynağı oluşturduklarını da inkâr edemem, her şeyden önce, birbirinden farklı bir yığın soru ve düşünceyle dolu oldukça teşvik edici bir paket.
Seyircilerimle aramdaki, zaman zaman yanlış anlamaların ağır bastığı ilişkimi açıklığa kavuşturmak için özellikle tipik bir iki mektubu örnek göstermek istiyorum.
Leningrad’dan inşaat mühendisi bir kadın, örneğin, bana şöyle yazmıştı:
“Filminiz Ayna’yı izledim. Hem de sonuna kadar. Oysa biraz olsun bir şeyler anlayabilmek, filmdeki kişileri, olayları, anıları bir şekilde birbirine bağlayabilmek için samimiyetle kendimi zorlamaktan daha ilk yarım saatte başıma ağrılar girmişti… Biz zavallı seyirciler iyi, kötü, hatta “genelde çok kötü filmler izleriz; bazen vasat da olabilirler, bazen de tam anlamıyla sıradışı. Bir biçimde hepsini de anlamak mümkün. Onları ya beğenirsiniz ya da burun kıvırır, unutup gidersiniz. Ama ya bu?…”
Gene bir mühendis, bu kez Sverdlovsk’dan, filmime duyduğu nefreti saklamaya bile gerek duymuyor: “Ne zevksizlik, ne saçmalık! İğrenç bir şey! Bence filminiz tam bir fiyasko. Seyirciye biraz olsun yaklaşamıyor bile, oysa en önemli unsur seyirci değil midir?” Mektubun yazarı, işi, sinema dalından sorumlu siyasi komiserden hesap sormaya kadar vardırmış: “Nasıl oluyor da Sovyetler Birliği’mizin sinema sorumluları böyle bir kepazeliğe göz yumabilmişler?” Film piyasasını denetleyen siyasi komiserler adına şunu söyleyebilirim ki bu tür “kepazeliklere” son derece seyrek göz yumulur.
Ortalama beş yılda bir. Bu tür mektupları okuyunca umutsuzluğa kapılıp kimin için ve ne adına çalıştığımı sormaktan kendimi alamıyorum. Moralimi düzelten mektuplar almıyor değildim. Gerçi bunlar da çalışmalarımın hiçbir şekilde anlaşılmadığını kanıtlıyorlardı ama en azından perdede olup bitenlerden bir şeyler anlama gayretini yansıtıyorlardı. Bu seyirciler örneğin şöyle yazıyorlardı: “Şuna inanıyorum ki Ayna’nızla başedemeyip son çare olarak yardımınızı dileyen ne ilk ne de son kişiyim. Tek tek episodlar şeklinde ele alındığında film çok güzel. Ama bunları birbirleriyle nasıl birleştireceğiz?”
Veya Leningrad’dan başka bir kadın seyircinin mektubu: “Filme nasıl yaklaşacağımı bir türlü bulamadım, hem içerik hem de biçim olarak bana hiçbir şey anlatmıyor. Bunun sebebi nedir? Sinema konusunda hiç de cahil sayılmam… İvan’ın Çocukluğu ve Andrey Rublov adlı eski filmlerinizi de izledim. Her şey açıktı. Aynı şey, bu film için kesinlikle söylenemez… Bence her gösteriden önce, seyirci onu bekleyen şeye hazırlanmalı. Yoksa kendini çaresiz ve yetersiz hissetmekten kaynaklanan bir bıkkınlığın o yavan tadı kaplıyor içini. Sayın Andrey! Mektubuma cevap verecek durumda değilseniz, lütfen, sizden rica ediyorum, bu film hakkında bir şeyler okuyabileceğim kaynaklan bildirin, hiç değilse!”…
Ayna üzerine yazılı hiçbir kaynak olmadığı için mektubu yanıtlayamadığımı ve bundan duyduğum üzüntüyü belirtmeliyim. Ayna hakkında hiç yazı yayınlanmadı; Goskino ve Film birliği oturumlarında “seçkincilik” damgası vurarak Ayna’yı reddeden, sonra da bu görüşlerini Iskusstvo kino’da yayınlayan meslektaşlarımın resmi suçlamaları dışında tabii. Ancak bu suçlamalar beni pek fazla etkilemedi. Çünkü artık bir seyirci kitlesine sahip olduğuma, filmlerimi seyre gelen ve seven insanların varlığına giderek daha fazla inanmaya başlamıştım.
Bilimler Akademisi Fizik Enstitüsü çalışanlarından biri, enstitünün duvar gazetesinde çıkan bir yazıyı göndermişti bana:
“Tarkovski’nin filmi Ayna, bütün Moskova’da olduğu gibi Bilimler Akademisi Fizik Enstitüsünde de büyük ilgi topladı.
Filmin yönetmeniyle şahsen tanışma isteğini, ne yazık ki, çok az kişi gerçekleştirebildi (maalesef bu notu gönderen de bunu başaramadı). Tarkovski’nin filmsel malzemeyle nasıl olup da felsefi açıdan bu denli derin bir yapıt ortaya çıkarabildiğini kavramakta güçlük çekiyoruz. Sinema seyircisi alışmıştır, gittiği filmde bir öykü, bir eylem, kahramanlar ve genellikle bir happy end’le karşılaşmayı bekler. Tarkovski’nin filmlerinde de bu tür unsurlar arıyor, sonra da hayal kırıklığı içinde evine dönüyor, çünkü umduklarının hiçbirini bulamamıştır.
Bu film ne anlatıyor? İnsanları. Ama, offvoice’u İnokenti Smoktunovski’nin üstlendiği somut bir inşam değil. Hayır. Bu, daha çok senin hakkında, baban ve büyükbaban hakkında bir film. Bu, senden sonra yaşayacak ama yine de ‘sen’ olan insanı anlatan bir film. Dünyanın bu yüzünde yaşayan bir insanı anlatıyor. İnsan, dünyanın bir parçası ama dünya da onun bir parçası. Geçmişe ve geleceğe karşı kendi hayatını ortaya koymalı. İşte filmin konusu. Bu filmi hiçbir iddia taşımadan, öylesine izleyin ve kendinizi Bach’ın müziğiyle Arşeni Tarkovski’nin4 şiirlerine kaptırıp gidin! Tıpkı yıldızları, denizi, güzel bir manzarayı izler gibi… Matematiksel bir mantığa bu filmde rastlayamazsınız. Zaten matematiksel mantığın insanın ne olduğunu ve yaşamının anlamım açıkladığı nerede görülmüş ki?!”
İtiraf etmeliyim ki, profesyonel eleştirmenlerin açıklamaları ve yorumları, övücü nitelikte olsalar bile, beni sık sık hayal kırıklığına uğratmıştır. En azından eleştirmenlerin çalışmalarıma eninde sununda kayıtsız kaldıkları, belki de kendilerini çaresiz hissettikleri duygusunu içimden bir türlü söküp atamam. Kendi gördüklerini’ ve yaşadıklarına inanmaktansa, sıradan sinema teorilerinin basmakalıp görüşlerine ve tanımlarına bel bağlamaktan nedense pek kurtulamıyorlar. Filmlerimin etkisinden henüz kurtulmamış seyircilere rastladığımda ve yabancı yaşamların itiraflarla dolu mektuplarım okuduğunu da gerçekte niçin çalıştığımı daha iyi kavrıyorum. Ve işte o zaman, gerçekten onayladığımı hissediyorum. Ama bu insanlara borçlu olduğum, yaygın deyimiyle, görevlerimi ve sorumluluğumu da… Bir sanatçının yalnızca kendisi için bir şeyler yaratabileceği düşüncesini hiçbir zaman kabullenemedim. Bir eserden, sanatçının kendisinden başka hiç kimsenin yararlanmayacağı inancında değilim… Neyse, bu konuya ilerde tekrar döneceğim…
Gorki’den bir kadın seyirci şöyle yazmıştı:
“Ayna için çok teşekkürler. Her şey, aynen çocukluğumdaki gibi… Bunu nasıl öğrenebildiğinizi merak ettim doğrusu. O zaman da tıpkı böyle bir rüzgar, böyle bir fırtına esmişti… ‘Galka, kediyi dışarı at!’ diye bağıran bir büyükanne… Karanlık bir oda… Gaz lambası da sönmüştü… ve anne yolu gözlemekten sıkışan ruhlar… Çocukta bilincin uyanması, filminizde ne de güzel anlatılıyor!… Tanrım, her şey ne kadar da doğru… gerçekten de annelerimizin yüzlerini tanımıyoruz. Ve her şey ne kadar dayalın, ne kadar doğal. Biliyor musunuz, o karanlık sinema salonunda, yeteneğinizin ışıklandırdığı bir perde parçasına bakarken, hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.”
Filmlerime kimsenin ihtiyaç duymadığı, kimsenin hiçbir şey anlamadığı o kadar çok başıma kakılmıştı ki, bu tür itiraflar adeta ruhumu ısıttı, yaptıklarıma anlam kazandırıp tuttuğum yolun rastlantı değil, doğru olduğuna inandırdı beni.
Leningrad’dan bir işçi şöyle yazmıştı:
“Mektubumun nedeni Ayna. Hakkında söz söylemeye bile cüret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu.
Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun, fark etmez. Tanrını, insanların hiç değilse en temel insani dürtüleri hem kendilerinin hem de başkalarının anlayıp duyabilmelerini sağla!”
Seyircilerim beni savunup yüreklendirirler:
“Bu mektubu, kimi dostum, kimi tanıdığım olan çeşitli mesleklerden seyircilerin ricası üzerine, hepimiz adına yazıyorum.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, yeteneğinize hayran olanların ve sinemalarda gösterilen filmlerinizi seyredenlerin sayısı Sovyetski ekran dergisinde yayınlanan istatistiklerin çok daha üstünde. Gerçi bunu kanıtlayamam, çünkü bugüne kadar dost ve tamdık çevremden hiç kimse bu tür anketlere katılmamıştır. Ama sinemaya giderler. Fazla sık değil, ama giderler işte. Özellikle de Tarkovski’nin filmlerini tercih ederler. Ne yazık ki, fazla filminiz yok.”
Nobosibirsk’den bir kadın öğretmen:
“Bugüne dek herhangi bir yönetmen ya da yazarla izlenimlerimi paylaşmayı hiç düşünmedim. Ama şimdi çok özel bir durum söz konusu: Bu film, ruhunu ve düşüncesini, huzursuzluk ve kibirli görüşler yükünden kurtararak insanı dilsizlik lanetinden azat ediyor. Filminizin tartışıldığı bir toplantıya katılmıştım. Fizikçisi, edebiyatçısı, hepsi aym görüşteydi: İnsancıl, dürüst ve gerekli bir film; yazarına teşekkür borçluyuz. Tartışmada söz alan tek tek herkes şöyle dedi: ‘Bu film beni anlatıyor!”‘
Ve bir yazı daha:
“Bu mektubu size; mesleği gereği radyo teknisyeni sanattan uzak, ama sinema ile yakından ilgili, çoktan emekli olmuş yaşlı bir insan yazıyor.
Filminiz beni çok sarstı. Siz hem çocukların hem de yetişkinlerin duygu dünyasına nüfuz etme yeteneğine sahipsiniz. Bizi saran dünyanın güzelliklerine gözlerimizi açıp bu dünyanın sahte değerlerini değil, asıl değerlerini gösterme yeteneğine. Her şeyi dillendirip her ayrıntıyı simgeleştirebiliyorsunuz, elinizdeki az malzemeyle felsefi genellemelere varıyor, her bir plana ayrı bir şiirsellik, bir müzik katıyorsunuz… Bütün bunlar yalnız ve yalnız size özgü özellikler…”
Doğrusunu söylemek gerekirse ben, düşünceleri öncelikle polemik içinde gelişen insanlardanım (gerçeğin tartışmalardan doğacağı görüşüne katılıyorum). Tek başıma kaldım mı, muhtemel fikir ve anlayışların az çok belirgin iskeletine duygusal malzeme sağlamanın ötesinde bîr işe yaramadığı için her türlü yaratıcı düşünme süreciyle çelişen, ayrıca metafizik yapıma da pek uygun düşen bir inceleme tarzına kendimi kaptırıp gidiyorum.
Kısacası, beni bu kitabı yazmaya iten, seyirciyle aramdaki bu yazılı ve kişisel ilişki oldu. Sonuç ne olursa olsun, soyut sorunlarla uğraşma kararımı kınayanlara serzenişte bulunmayacağım; bana gösterilecek olumlu tepkilere de aynı şekilde pek fazla şaşırmayacağım.
Bir işçi kadın bana şöyle yazmış:
“Filmi :.izi bir hafta içinde tam dört kez seyrettim. Sinemaya gitmekteki tek amacım, filmi seyretmek değildi. Birkaç saat olsun gerçekten yaşamak, hayatı, gerçek sanatçılar ve insanlarla paylaşmaktı isteğim… Her şeyi; bana acı veren, eksikliğini duyduğum, özlemini çektiğim her şeyi, beni bunaltan veya sevindiren, beni mahveden ya da bana yaşama gücü veren her şeyi filminizdeki bir aynadan izledim. Benim için ilk kez bir film gerçekliğin ta kendisi olmuştu. İşte tam da bu nedenle gidip gidip filmi seyrediyorum, çünkü onunla ve onda yaşamak istiyorum.”
Bundan daha büyük bir övgü olabilir mi? Filmlerimi çekerken gözden kaçırmamaya çalıştığım tek hedef, kendi bakış açımı başkasına zorla kabul ettirmeye kalkışmadan, olabildiğince dürüstlük ve tutarlılıkla kendimi anlatmaktı. Sonra insan bir bakıyor, yalnızca kendine ait olduğunu sandığı hayat anlayışı başkalarınca da paylaşılmakta, o güne kadar hiç dile getirilmemiş ama tam anlamıyla özgün bir şey olarak; tabii ki bu, çalışmalarında insana muazzam bir teşvik sağlıyor. Bir kadın, kızından aldığı mektubu bana yollamıştı. Öyle sanıyorum ki, bu mektupta tüm yaratıcı eylem ve bu eylemin iletişimsel işlevi ve olanağı, şaşılacak derecede kapsamlı ve duyarlı bir biçimde dile getirilmiştir:
“Bir insan kaç sözcük bilebilir ki?” diye soru yöneltiyor kız annesine: “Günlük konuşmada kaç sözcük kullanıyoruz ki? Yüz, iki yüz, üç yüz? Duygularımız sözcüklere bürünür; sözcüklerle acıyı, sevinci, iç dünyamızda olup bitenleri dile getiririz, yani aslında dile getirilemez şeylerin tümünü sözcüklerle aktarmaya kalkışırız. Romeo, Juliet’e harikulade sözler söylemişti, son derece parlak ve güçlü. Ama bu sözler,yüreğinden taşan duyguların acaba yarısını olsun ifade edebiliyor muydu? Kendi nefesini kesen, Juliet’in ise aşktan başka bir şey düşünmemesine yol açan bütün o duygulan?
Anlaşmanın bambaşka bir dili, başka bir şekli daha var: Duygular ve görüntüler. Bu tür bir iletişimle ayrılıklar aşılır, sınırlar yıkılır. İstekler, duygu ve taşkınlıklar, bugüne kadar aynanın her iki tarafında, kapının önünde ve arkasında durup kalmış olan insanlar arasındaki engelleri alıp götürür… Beyazperdenin çerçevesi genişler, o güne kadar bize kapalı bir dünya serilir önümüze, bu dünya artık yeni bir gerçekliktir… Bütün bunlar sadece küçük Aleksey’in aracılığıyla olmaktan çoktan çıkmıştır: Artık doğrudan Tarkovski’nin kendisi, perdenin öte tarafında oturan seyirciye seslenmektedir. Artık ölüm yok ama ölümsüzlük var. Zaman tek ve yok edilmez bir birimdir. Tıpkı şiirde denildiği gibi: ‘Tek bir masa, dedeler ve torunlar için…’ Bu filme başka açılardan da yaklaşmak mümkün; ben daha çok duygusallığı seçtim. Sen için nasıl oldu? Lütfen bana yaz…”
Özellikle eylemsizliğe mahkum edildiğim o uzun dönemde (şimdi kaderimi kendi ellerime alarak bu döneme var gücümle son vermeye çalışıyorum) oluşan bu kitapla amacım kimseye bir şey öğretmek ya da kendi bakış açımı zorla kabul ettirmek değil. Sinema denilen bu gencecik ama harikulade sanatın sunduğu, henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş olanaklar karmaşası içinde kendime bir yol bulma zorunluluğu bu kitabın doğmasına yol açtı. Bu yüzden diyebilirim ki bu kitap benim için bir tür benlik arayışıdır, kapsamlı, bağımsız bir benlik. Çünkü yaratıcı çalışma, asla değişmez mutlak ölçütlere vurulamaz. Ne de olsa bu eylem, dünyayı sahiplenmek gibi genel bir zorunluluğa, yani insanı yaşayan gerçekliğe bağlayan sayısız yoruma yakından bağlıdır.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: Bu kitap günlük olarak tuttuğum notlarıma, verdiğim konferanslara ve film eleştirmeni Olga Surkova ile yaptığım konuşmalara dayanmaktadır. Olga Surkova, Andrey Rublov’un çekim çalışmalarına henüz bir öğrenciyken katılmış, daha sonraki yıllarda bizimle ilişkisini sürdürmüş değerli bir eleştirmendir. Bu kitap üzerinde çalışırken bana her fırsatta destek olduğu ve benden yardımlarım esirgemediği için kendisine ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
Andrey Tarkovski
Mühürlenmiş Zaman
[Kitabın Giriş Bölümü]