Çoğunluk her zaman kendi kendini yönetme kabiliyetine sahip değildir. Kitlelerin hoşnutsuzluğu burjuvayı güçten yoksun bırakma girişimiyle sonuçlandığında bile bu, Mosca’nın iddia ettiği üzere, sadece görünüşte etkilenmektedir; bu kitlelerden kendini yönetici sınıfı kademesine yükselten yeni düzenli bir azınlık daima ve zorunlu olarak doğmaktadır.
Demokrasi, örgütlenme olmadan anlaşılamaz. Bu önermeyi kanıtlamak için birkaç söz yeterli olacaktır.
Toplumun karşısında belirli iddiaların bayrağını dalgalandıran ve sınıfının yerine getirdiği ekonomik işlevlerden doğan düşünsel hedeflerinin gerçekleşmesini arzulayan bir sınıfın örgüte ihtiyacı vardır.
Hedefleri ister ekonomik ister siyasi olsun, toplu bir iradenin oluşturulması için tek yolun örgüt olduğu görülmektedir. En az çaba ilkesine yani, mümkün olan en yüksek derecede enerji tasarrufuna dayanan örgütlenme, zayıfların güçlülere karşı olan mücadelelerinde kullandıkları silahtır.
Herhangi bir mücadelede başarı şansı, ortak çıkarlara sahip bireyler arasındaki dayanışma temeli üzerinde, bu mücadelenin gerçekleştirildiği dereceye bağlı olacaktır…
Örgütlenmenin işçi sınıfı için yaşamsal bir ilke haline geldiğini anlamak kolaydır, zira o olmadan başarı a prioiri imkânsızdır. İşçinin kendi sınıfının toplu yaşamına katılmayı reddetmesinin kötü sonuçlar doğuracağı muhakkaktır. Kültürel, ekonomik, fiziksel ve psikolojik şartlar bakımından proletarya, toplumumuzun en zayıf unsurudur. Aslında, işçi sınıflarının izole üyesi ekonomik anlamda daha güçlü olanların ellerinde savunmasızdır. Proletaryanın siyasi direnç kabiliyeti geliştirebilmesi ve sosyal onura ulaşması sadece yapısal bir küme kurmak için birleşmeleriyle gerçekleşmektedir. İşçi sınıfının önemi ve etkisi doğrudan sayısal gücüyle orantılıdır. Örgütlenme ilkesi kitlelerin siyasi mücadelesi için kesinlikle en temel koşuldur.
Fakat siyasi açıdan gerekli örgütlenme ilkesi muhalifler için yararlı olabilecek güç düzensizliğinin üstesinden gelirken yanında başka tehlikeler getirmektedir. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluruz. Örgütlenme aslında, muhafazakâr akımların korkunç seller meydana getirerek ve vadiyi tanınmaz hale getirerek demokrasi vadisinden aktığı bir kaynaktır.
Michels, bunları söyledikten sonra demokratik partilerin liderlerinin kültür, bakış açısı, gelir ve yaşam şekli bakımından takipçilerinden neden ve nasıl ayrıldığını çözümler:
Bir varlık, bir düzenek parçası olarak kabul edilen partinin mutlaka üyelerinin bütünlüğüyle veya üyelerinin ait olduğu sınıfla tanımlanması gerekmemektedir. Parti, bir amacı güvence altına alma aracı olarak oluşturulmuştur. Fakat kendi amaçları ve çıkarlarıyla donatılmış şekilde kendi içinde bir sona gelince amaçsal bakış açısından, temsil ettiği sınıftan ayrılma sürecine girmektedir. Bir parti içinde, partiyi kurmak için bir araya gelen kitlelerin çıkarlarının, partinin kişiselleştirildiği bürokrasinin çıkarlarıyla çakışacağı açık olmaktan da ötedir. İşçi sınıfının çıkarları cesur ve agresif bir politika talep ederken parti görevlileri topluluğunun çıkarları her zaman muhafazakârdır ve belirli bir siyasi durumda bu çıkarlar koruyucu ve hatta gerici bir politika belirleyebilir; diğer durumlarda çok nadir olsa da roller değişebilir. Evrensel anlamda geçerli sosyal bir yasa gereği işbölümü ihtiyacı sebebiyle oluşturulan her topluluk organı sağlam bir hale gelir gelmez kendine özgü çıkarlar yaratmaktadır. Bu özel çıkarların varlığı, topluluğun çıkarlarıyla bir çatışmayı kapsamaktadır. Daha da ötesi hususi işlevleri yerine getiren sosyal katman yalnız kalmaya, kendine özgü çıkarlarını savunmak için uygun organlar üretmeye eğilim göstermektedirler. Uzun vadede belirli sınıflara dönüşüm sürecine girmektedirler…
Siyasi partilerde görülen oligarşik eğilimler bir bütün olarak devlet ve toplumda da geçerlidir.
Genel özellikleri tartışılan sosyolojik olgular, demokrasinin bilimsel muhaliflerine birçok zayıf nokta sunmaktadır. Bu olgular, toplumun bir “egemen” veya “siyasi” sınıf olmadan var olamayacağını ve iktidar sınıfının, unsurları düzenli kısmi bir yenilenmeye tabi olsa bile, insanın gelişim tarihinin yeteri kadar dayanıklı etkinliğe sahip tek etkenini oluşturduğunu tartışmasız kanıtlıyor gibi gözükebilir. Bu görüşe göre hükümet veya tercih edilirse devlet, bir azınlık örgütlenmesi olmanın ötesine geçememektedir. Toplumun geri kalanına egemenliğin zorluklarının ve iktidar azınlığından etkilenen köle kitlelerinin sömürülmesinin sonucu olan “yasal düzen”i dayatmak, bu azınlığın amacıdır ve asla gerçek anlamda çoğunluğun temsilcisi olamaz. Bu yüzden çoğunluk her zaman kendi kendini yönetme kabiliyetine sahip değildir. Kitlelerin hoşnutsuzluğu burjuvayı güçten yoksun bırakma girişimiyle sonuçlandığında bile bu, Mosca’nın iddia ettiği üzere, sadece görünüşte etkilenmektedir; bu kitlelerden kendini yönetici sınıfı kademesine yükselten yeni düzenli bir azınlık daima ve zorunlu olarak doğmaktadır. Bu yüzden ebedi vesayet durumunda insanoğlunun çoğunluğunun küçük bir azınlığın egemenliğine teslim olacağı trajik bir gereklilik tarafından belirlenmiştir ve bir oligarşinin temelini oluşturdukları için memnun olmaları gerekmektedir.
Bir egemen sınıfın kaçınılmaz olarak diğerini takip etme ilkesi ve bu ilkeden çıkarılan oligarşinin âdeta büyük sosyal kümelerin ortak yaşamının takdir edilmiş şekli olduğu kuralı, tarihin materyalist kavramıyla çelişmeden veya onun yerini almadan bu kavramı tamamlamakta ve güçlendirmektedir. Tarihin süregelen sınıf mücadeleleri dizilerinin kaydı olduğu doktrini ile sınıf mücadelelerinin aynı şekilde eskisiyle birleşme sürecine giren yeni oligarşilerin oluşturulmasıyla sonlanacağı doktrini arasında temel bir çelişki bulunmamaktadır. Siyasi bir sınıfın varlığı, ekonomik bir dogma olarak değil bir tarih felsefesi olarak düşünüldüğünde Marksizm’in esas içeriğiyle çelişmemektedir; çünkü her belirli örnekte; üstünlük için yarışan ve elbette nicelik olarak değil dinamik olarak düşünülen farklı sosyal güçler arasındaki ilişkilerin bir sonucu olarak siyasi bir sınıfın egemenliği doğmaktadır.
Bu nedenle, sosyal devrim, kitlenin içyapısında yapılan hiçbir gerçek değişikliği etkilemez. Sosyalistler fethedebilir fakat taraftarları zaferi elde ettiği an ortadan kaybolacak sosyalizm bunu yapamaz. Bu süreçten kitlelerin bütün enerjilerini ustaların değişimini etkilemeye adadıkları bir trajikomedi olarak bahsetmek bizi cezbetmektedir. İşçilerin elinde kalan tek şey “hükümet iyileştirmesinde yer almanın” onurudur. Birkaç seneliğine gücü elde eden en saf idealist kişinin bile gücün uygulanmasının yanında getirdiği yolsuzluktan kaçamamasına dair psikolojik olguyu göz önünde bulundurursak sonuç, zayıf kalmaktadır. (…)
Bu muhakeme zincirinden ve bilimsel inançlardan, oligarşilerin (devlet, egemen sınıf, parti vs) bireylere uyguladıkları güçlere dayatılabilecek sınırları belirleme çabalarından feragat etmemiz gerektiği sonucunu çıkarmak hatalı olur. Halk egemenliği fikrinin tamamen gerçekleştirilmesini sağlayacak sosyal bir düzen keşfetme çabalarının umutsuz girişimini terk etmek bir hata olur. Bu çalışmada amacım yeni yollar göstermek değildir. Fakat demokrasi ile ilgili tarihi çalışmaların bize dayattığı kötümser yönü dikkate değer biçimde vurgulamak gerekli hale gelmiştir. Demokrasinin her sosyal rejimin içinde bulunan oligarşinin çeşitli derecelerini takdir etmeyi mümkün kılan ahlaki ölçütün değerinden başka bir değere sahip olmayacak halde bütünüyle ideal kalıp kalmaması gerektiği ve kalacaksa hangi sınırlar içinde olması gerektiğini sorgulamalıydık. Başka bir deyişle demokrasinin uygulamada gerçekleştirmeyi asla ummadığımız bir ideal olup olmadığını ve hangi dereceye kadar öyle olduğunu sorgulamamız gerekliydi. Bu çalışmanın bir diğer amacı bilimi aksatan ve kitleleri yoldan çıkaran anlamsız ve yüzeysel demokratik yanılsamalardan bazılarının yok edilmesiydi. Son olarak yazar, demokrasi egemenliğine ve daha büyük çapta sosyalizm egemenliğine karşı çıkan belirli sosyolojik eğilimlere ışık tutmayı arzulamıştır.
Yazar, her devrimci işçi sınıfı hareketinin ve demokratik ruhtan esinlenen her hareketin, oligarşik eğilimlerin zayıflatılmasına katkıda bulunarak belirli bir değere sahip olabileceğini reddetmek istememektedir. Hikâyedeki çiftçi ölüm döşeğindeyken oğullarına arazilerinde bir hazine gömülü olduğunu söyler. Yaşlı adamın ölümünden sonra çocukları hazineyi bulmak için her yeri kazar. Hazineyi bulamazlar. Fakat gayretli çalışmaları toprağı iyileştirir ve onlara refah sağlar. Hikâyedeki hazine demokrasiyi de sembolize ediyor olabilir. Fakat araştırmamıza devam ederken, keşfedilemezi keşfetmek için bıkmaz usanmaz şekilde çalışırken demokratik anlamda verimli sonuçlar doğuracak bir iş ortaya çıkarmamız gerekir.
İdealist kişi için çağdaş demokrasi formlarının analizi kesinlikle acı bir hayal kırıklığı ve derin bir cesaret kırıklığı kaynağı olacaktır. Belki de sadece amatör duygusallığa düşmeden bütün bilimsel ideallerin ve insan ideallerinin göreceli değere sahip olduğunu fark edenler, demokrasi hakkında adil bir hüküm verecek konumdadır. Demokrasinin değerini tahmin etmek istiyorsak bunu demokrasinin tam tersiyle yani saf aristokrasi ile karşılaştırarak yapmalıyız. Demokrasinin doğasında olan hatalar açıktır. Yine de sosyal hayatın bir şekli ve kötülüklerin en azı olarak demokrasiyi seçmemiz gerektiği de gerçektir. İdeal hükümet şüphesiz ahlaki anlamda iyi ve teknik anlamda yeterli kişilerin aristokrasisi olmalıdır. Fakat bu tür bir aristokrasiyi nerede bulacağız? Çok nadir de olsa düşünülmüş seçilimin sonucu olarak bulabiliriz fakat kalıtım ilkesinin yürürlükte olduğu yerde asla bulamayız. Bu yüzden en saf halinde bile monarşi, kusurluluğun vücut bulmuş hali ve hastalıkların en amansızı olarak görülmelidir; ahlaki bakış açısına göre en iğrenç demagojik diktatörlüklerden bile bayağıdır çünkü diktatörlüğün yozlaşmış organizması, çalışmasına en azından sosyal iyileştirme umutlarımızı dayamaya devam edebileceğimiz sağlıklı bir ilkeyi kapsamaktadır. Bu nedenle, ne kadar kusurlu olursa olsun demokrasinin, en iyi haliyle aristokrasiden fazla avantaj sunduğunu ne kadar fazla insan fark ederse demokrasinin hatalarının aristokrasiye dönüş ihtimalini tetiklemesi o kadar azalır. Belirli resmi farklılıklar ve sadece iyi bir eğitim ve miras yoluyla elde edilebilecek nitelikler (aristokrasinin demokrasiye karşı her zaman avantajlı durumda olacağı, demokrasinin ya tamamen göz ardı ettiği ya da taklit etmeye, gülünçlük seviyesine kadar çarpıtmaya giriştiği nitelikler) dışında demokrasinin hatalarının aristokratik zırvalarından kurtulma yeteneksizliğinde bulunduğu anlaşılacaktır. Diğer taraftan, demokrasinin oligarşik tehlikelerinin sakin ve açık sözlü bir şekilde incelenmesi dışında hiçbir şey bu tehlikeleri asla tamamen önlenemese bile en az seviyeye indirmemizi sağlayacaktır.
Tarihin demokratik akımları, birbirini izleyen dalgalara benzemektedir. Aynı kumsalı döverler. Sürekli yenilenirler. Bu dayanıklı görüntü aynı anda hem cesaret vericidir hem de cesaret kırıcıdır. Demokrasiler belirli bir gelişim seviyesine ulaştıklarında en başta çok şiddetli bir şekilde mücadele ettikleri aristokratik ruhu ve çoğu durumda aristokratik formları benimseyerek kademeli bir dönüşüm geçirirler. O zaman yeni suçlayıcı kişiler hainleri ele vermek için ayağa kalkar; şerefli mücadele ve soysuz güç çağının ardından eski egemen sınıfla birleşirler; bunun üzerine bu sefer de onlar demokrasi isminin çekimindeki yeni muhalifler tarafından saldırıya uğrarlar. Bu zalim oyunun sonu gelmeyecek şekilde devam etmesi olasıdır.
Robert Michels
Batıya Yön Veren Metinler
Siyasi Partiler: Modern Demokrasinin Oligarşik Eğilimlerinin Sosyolojik İncelemesi (1949)
Robert Michels (1876-1936) ekonomi ve siyaset bilimi profesörüydü. Önceki Sosyalist ilgileri nedeniyle ülkesi Almanya’da terfi etmeyi reddetmiş ve ileriki yaşlarının büyük bölümünde İsviçre ve İtalya üniversitelerinde ders vermiştir. Sürgündeki entelektüel durumunda olması siyasi sorunlara karşılaştırmalı yaklaşımı için temel sağlamıştır. En önemli kitabı Siyasi Partiler: Modern Demokrasinin Oligarşik Eğilimlerinin Sosyolojik İncelemesi (Political Parties: A Sociologistical Study of the Oligarchical Tendencies of Modern Society-1911) Michels’in “oligarşinin demir yasası” dediği keşfiyle ünlüdür.