Foucault’nun Metodu, İktidar Analizi Disiplin Toplumu, Hapishanenin Doğuşu – Mesut Budak

Mıchel FoucaultFoucault’nun bireysel yaşamını ve çalışmalarını bir bütün olarak düşündüğümüz zaman; zihnimizi, birbirine dolaşmış, karmakarışık bir ip yumağını ve bu yumağın ucundan tutup sürekli yumağın sonuna ulaşmak için boğuşan bir adamı tahayyül etmekten alıkoyamayız. Bütün kitapları, görünen yüzeylerin derinliklerinde görünmeyen bir yerlere ulaşmak için yapılan bir tür titiz “kazı” çalışmaları gibi görünmektedir. Basitçe söylemek gerekirse, bir adamın sürekli bir yerlere ulaşmaya çalıştığını söyleyebiliriz; bu çabasını veya ulaşmaya çalıştığı noktaya kadar kullandığı bazı araçları, ulaşım vasıtalarını tarif etmekle yetinebiliriz. Tamam, bu bazılarımız için kendi kendine yeterli bir araştırma konusu gibi görünebilir. Fakat, pek çoğumuz da kendimizi bu adamın neden bu karmakarışık ip yumağının ucundan tutup çekmeye başladığını; bu yolculuğa çıkışının temel sebebinin hangi faktörler olduğunu; ulaşmaya çalıştığı yere kendisini çeken ne tür sebeplerin mevcut olabileceğini sorgulamaktan alıkoyamayacağızdır.

Biz de yazımızın hemen başında, tam bu noktada, pek çoğumuzun aklına gelen, belki de bu yazının en sonunda sormamız gereken, bu türden bir soruyu yöneltelim kendi kendimize: “Foucault’nun tüm bu derin, bir bakıma da aşırı detaylı çalışmalarını, “kazılarını” tetikleyen temel faktör neydi?” Bu soruya cevap bulabilmek için elinize Foucault yada yazdıkları hakkında bir şeyler söyleyen herhangi bir kitap ya da çalışmayı alırsanız; disiplin üzerine, cinsellik, öznellik, iktidar, okul, hapishane, hastaneler veya beden üzerine yazılmış yüzlerce sayfalık yazılarla karşılaşırsınız, yani, biraz önce bahsi geçen ip yumağının rengiyle yada biçimiyle ilgili veya çıkmış olduğu yolculukta Foucault’nun ne türden ulaşım vasıtalarının kullanmış olduğuyla ilgili bazı ayrıntılarla karşılaşmanız pek muhtemeldir. Kısacası, Foucault’nun gerçekten de titiz bir hassasiyetle bir araya getirilmiş tarih çalışmalarının teferruatında yada bir düşünür için bile çok fazla olarak değerlendirebileceğimiz çok geniş bir ilgi sahasının derinliklerinde boğulmuş pek çok çalışma bulabileceğimiz halde, onun bu kadar farklı tarih temasıyla ve bu kadar geniş bir sahayla ilgilenmeye başlamasının asıl sebebini vurgulayan çalışmaları bulabileceğimizin garantisi yoktur. Bu kitapların bir kısırdöngü içindeymişçesine, sürekli aynı şeyleri tekrar edip durmasında, Foucault’nun kendi araştırmalarının -tarihten suçbilimine; filolojiden sosyolojiye; psikolojiden anatomiye; hukuktan insanların yüzlerce yıl önce tutmuş olduğu bazı günlüklerin sıradan detaylarına…vs. kadar dallanıp budaklanan- gerçekten de çok geniş bir yelpazenin altında bir araya getirilmiş olmasının da etkisi küçümsenemez.

Foucault, kendisi, pek çok insan tarafından, ortaya çıkarılması için bu kadar gayret sarf etmenin pek de gerekli olmadığı kıytırık bazı küçük ayrıntılar olarak düşünülebilecek yada kütüphanelerin tozlu raflarında unutulmaya mahkum bir kısım eski menkıbeler olarak değerlendirilebilecek tüm bu konularla bu kadar ilgilenmesinin ve tarihe geri gidip sürekli bunları dürtüklemesinin can alıcı, asıl sebebini, aslında, kitaplarının bazı bölümlerinde ve mülakatlarının pek çoğunda belirtmektedir. Tüm bu konuların tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya terk edilmiş olmasının ve bir kısım teorilerce göz ardı edilmiş olmasının altında yatan sebeple, Foucault’nun bu bilgilere yönelik ferdî/entellektüel ilgisinin altında yatan sebep aynıdır: Hepsinin iktidar ilişkileriyle yani “mücadelelerin tarihsel bilgileri”yle ilgili konular olması. Fakat, bu, Foucault’nun sadece geçmişte kalmış bazı ilişkileri açığa çıkarmaya çalıştığı anlamına da gelmemeli. Çünkü bize asıl göstermeye çalıştığı şey günümüzde, yaşadığımız anda varolan bazı iktidar ilişkilerinin, bilgi/iktidar teşekküllerinin bu unutulmuş yada bastırılmış tarihsel bazı olaylar, bilgiler veya deneyimler bağlamında nasıl değerlendirilebileceği, bunların hangi temeller üzerine oturtulabileceğine dair bir güzergâhtır. Kendisi, tarihin derinliklerinde yaptığı bu kazının asıl sebebinin, bize, günümüzde kullanılabilecek bir kısım stratejiler sağlayabilecek, unutulmuş bazı bilgilerin tekrar canlandırma çabasının bir parçası olduğunu belirtmektedir. Söylemeye çalıştığımız şey, Foucault’nun çalışmaları her ne kadar sadece tarihle ilgili bazı araştırmalarmış gibi görünüyorsa da, bunların altında yatan temel tetikleyicinin aslında doğrudan doğruya günümüz olayları ve ilişkileri olduğudur. Kısacası, her ne kadar Foucault’nun başvurduğu taktik, strateji yada metotların adları ve biçimleri, yaşamı ve kitapları boyunca sürekli değişmişse de; bazı kitaplarında o kadar belirgin olmasa da, pek çoğunda alttan alta sezinlenen “tarihsel bilgilerin günümüzde taktiksel olarak kullanımı” olarak isimlendirebileceğimiz ilkenin Foucault’nun tüm bu metodolojilerini, taktiklerini, stratejilerini, adı he ne olursa olsun, “üst-belirlediği” söylenebilir. Yani iddia edile geldiği gibi Michel Foucault’nun ilk dönem çalışmalarında görülen arkeolojik metodun ilerleyen yıllarda yerini soy-kütüğüne (genealogy), son dönem çalışmalarında da soy-kütüğünün yerini sorunsallaştırma (problematization) çözümlemelerine bıraktığının doğru bir tespit olduğunu kabul etsek de yine de bir noktada çok dikkatli olmamız gerekmektedir: O da Foucault’nun uzun araştırmacılık yolculuğunda kat ettiği tüm bu yolları birleştiren asıl kavşak, tüm bu metotları birbirine bağlayan bu temel “üst-belirleyen” öğedir, yani “tarihsel bilgilerin günümüzde taktiksel olarak kullanımı”. Her ne kadar çalışmalarının diğer iki döneminde daha az görünür olsa da hiçbir şekilde onlarda da varolmadığı iddia edilemeyecek olan bu temel ortak zemin onun soy-kütüğüne başvurduğu dönemdeki çalışmalarında daha da belirginleşmiştir. Foucault, kendisi, bu noktayı soy-kütüğüyle ilgili bir soruya verdiği cevapta gayet açık ifade etmektedir: “Soy-kütüğü, benim, araştırmalarımı halihazırda mevcut bir sorunu/soruyu temel alarak yaptığım anlamına gelmektedir”. Foucault kendisi de her ne kadar çalışmalarının “metodolojik” olarak biraz önce söylediğimiz üç döneme ayrılabileceğini, kimi zaman kabul etse de; çoğu zaman, bunların, kendisinin tüm çalışmaları için harcadığı emeğin hedefini özetleyen can alıcı tek bir sorunun cevabını bulmaya yönelik aynı, tek bir temel amaç etrafında yoğunlaşmış, birbirini takip eden, bütüncül mütalaalar olarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmuştur. Bu amaç da, onun kendi kelimeleriyle ifade etmemiz gerekirse, şöyle özetlenebilir: “Kendi kültürümüzde insanoğlunun özne haline dönüştürülmesinin belirgin -yada gizli kapaklı- değişik tüm yollarının bir tarihini nasıl oluşturabileceğimiz” sorusunun yanıtını bulmak olmuştur.

Şimdi, isterseniz Foucault’nun soy-kütüksel tarih çalışmalarının bizim için ne ifade etmesi gerektiğini; bu tarih anlayışı da dahil tüm metodolojilerinin ana hatlarını belirleyen bu “halihazırda mevcut” problemlerden ve bu problemleri çözümleme amacına yönelik olmak kaydıyla, geliştirilmesi gerekli temel prensiplerin, sorulması gerekli asıl soruların -sorunun- neler olması gerektiği konusunda kendisinin ne anladığını özetlemeye çalışalım.

Foucault geleneksel tarih anlayışına karşı çıkarken (genealogical) soy-kütüksel tarih anlayışının göz ardı edilmemesi gereken üç temel, kurucu özelliğine dikkatimizi çeker: Geleneksel anlayışın tarihi ve gerçekliği, bir tür önceden verilmiş, önceden bilinen veya hatırlanan bir olgu olarak değerlendirilmesine karşı soy-kütüğünün “parodik/yansılayıcı olması” -önceden verili sabit bir gerçekliği öncül ya da açıklanmaya değer kabul etmeyip her türlü gerçeklikle karşılaşmayı mümkün görmesi ve yalnızca “çok önemli” olarak görülegelmiş olayları değil, her olayı açıklanmaya değer olay olarak görmesi-; geleneksel tarih anlayışının gelenek, süreklilik ve sabit/durağan/önceden verili bir tarihsel kimlik anlayışına karşı soy-kütüğünün “çözücü/parçalayıcı” (dissociative) olma özelliği; geleneksel tarihin tarihi bir “BİLGİ”, “BİLİM” ve “DOĞRU” olaak değerlendirmesine karşı soy-kütüğünün “sıradan”ın, “bilimsel olmayan”ın da tarih olarak değerlendirilmesi gerektiği anlayışı.

Bu çerçeve içinde tanımlanmış bir tarih anlayışını benimser isek elde edeceğimiz neticelerin geleneksel tarih anlayışlarıyla elde edeceklerimizden oldukça farklı olacağı muhakkaktır. İki tarih biçimi arasındaki farklılığıbn asıl kaynağı elbette ki soy-kütüğünün ne tarihsel olayların/süreçlerin başlangıcını öncül kabul edip bunların şuanki yaşamımız üzerindeki etkilerini inceleyen “sonuçları önceden bilici-sonuçcu-” (finalist) ne de şuan mevcut olayları/süreçleri öncül kabul edip bunlara göre, bunları kullanarak geçmişteki olayları yorumlamaya çalışan “şimdici” (presentist) tarih anlayışlarını tarihi doğru anlamanın metodları olarak kabul etmemesidir. Yani, soy-kütüksel tarih anlayışı geçmişte yaşanmış olayları günümüz perspektifleriyle değerlendirmeye çalışmadığı gibi -ki bu tarihçiler tarafından gayet iyi bilinen ama buna rağmen yine de kendi araştırmalarında en çok içine düştükleri kusuru ifade etmektedir: “tarihle/geçmişle ilgili kehanetlerde bulunmak” (retrospective prophecy)-, günümüzde yaşanmakta olan olayları da geçmişte belli bir noktada başlamış ve günümüze kadar devam etmiş bazı süreçlerin doğal sonuçları gibi görüp bunları ilerleme/gelişme olarak değerlendirmez. -ki bu da tarihçiler tarafından fazlasıyla eleştirilmiş olan teleological/erekbilimsel tarih anlayışını ifade ediyor-. Kısacası, soy-kütüğünün en mühim derdi “şimdinin/şuanın” kendisini tarih olarak değerlendirerek sadece şuanı tarihselleştirmeye çalışmasıdır. Tarihsel bir çalışma yapacak her insan daha çalışmasının en başında unutmamalıdır ki “şimdiki zamanın kendisi” tarihin ta kendisidir. Çünkü tarihçinin kendisine mühimmiş gibi de mühim değilmiş gibi de görünse “şimdideki” herşey kendine ait bir tarihselliğe sahiptir. Soy-kütükçü bir tarih araştırmacısının tarih araştırmalarına başlarken, bunları devam ettirdiği süre boyunca ve bitirirken, her an dönüp dolaşıp sormak zorunda olduğu çok önemli bir soru vardır: “şu ana”, “şimdiye”, “hal-i hazırda mevcut duruma” nasıl geldik ve benim yaptığım açıklamalarım bu soruyu aydınlatmaya katkıda bulunabilecek durumda mıdır?

Bu yeni tarih anlayışını daha anlaşılır kılmak ve soy-kütüksel metodu araştırmalarımızda kullanılabilir bir biçime getirmek için herhalde yapılması gereken ilk iş Foucault’nun bu tanımını genişletmektir. Onun soy-kütüksel tarihin üç temel özelliğiyle ilgili açıklamasını, biz de bu açıklamalrın her birinin önüne üç yeni sıfat ekleyerek geliştirebilirz: “örneklemeli” (exemplary), “vakıa temelli” (eventual/episodical), “kendi duruşunu açıklayıcı” (own vantage point explanatory). Biraz önce soy-kütükçünün araştırmasına şuanda mevcut bir problemi/olguyu sorgulayarak başlaması gerektiğini, daha sonra da bu olgunun varlığının nasıl ortaya çıktığını, şuan varolduğu duruma nasıl geldiğini ve bu varlığını nasıl devam ettirdiğini irdelemesi gerektiğini belirtmiştik. İşte soy-kütüğünün “örneklemeli” ve “vakıasal” tarih anlayışı, günümüzde mevcut durumu tam olarak anlayabilmemize katkıda bulunabilecek her türlü dönemi, olayı, örneği bulmak için terihçinin geçmişe tekrar geri gitmesinin ve diğer tarihçilerin bu dönemlerle, olaylarla, örneklerle ilgili yorumlarını titiz bir yeniden okumaya tabii tutmasının gerekliliğini ifade etmektedir. Klasik tarih anlayışlarının aksine, soy-kütüğü “büyük”, “önemli”, “bilimsel” olduğu iddia edilegelen insanları, dökümanları veya söylemsel oluşumları bulup araştırmaya çalışmaz. Aynı şekilde, günümüz koşullarının geçmişte, güya, ilk defa oluşturuldukları bir an bulup bu andan günümüze kadar tüm tarihsel dönemleri bir gelişim süreci olarak kabul eden; günümüzü de bu gelişim sürecinin tarihinin ulaştığı bir son nokta olarak değerlendiren tarih anlayışlarının aksine soy-kütüğü ne şuana/günümüze ne de geçmişteki herhangi bir döneme özel bir ayrıcalık tanımaz. Şimdiki zaman tarihte herhangi bir dönemdir ve içinde bulunduğumuz bu çağda sadece bizim yaşıyor olmamız, onun diğer çağlara kıyasla hiçbir surette ne daha önemli ne daha bilimsel, ne de daha gelişmiş bir dönem olduğu anlamını çıkarmamızı gerektirir.

Teleolojik tarih anlayışı şimdiki zamanda mevcut kimlikleri bir “bütünlük” ve tarihin gelişim sürecinin doruk noktasına ulaşmasının doğal bir sonucu olarak algılayagelmiştir. Bu anlayışa karşı, soy-kütüğü “şans zarını sallayan gerekliliğin demirden ellerine” yolu açmaya; günümüzde tarih bilimi de dahil bir kısım sözde-bilimsel söylemlerce kurulmuş olduğu iddia edilen öznelerin, kimliklerin sözde-bütüncüllüğüne karşı yeni stratejiler, metodlar geliştirerek bu “üretilmiş kimlikleri” ve “özne bütünlüklerini” külliyen dağıtmaya, parçalamaya çabalar. Kendi bakış açısını, duruş noktasını da açıkça ifade eder ve kendisi de dahil tüm tarihsel söylemleri sadece önceki yorumların gelip geçici yeni yorumları olarak değerlendirir. Şunu da belirtmek gerekir ki soy-kütüğünün klasik tarih anlayışlarına karşı olması ve bunları sürekli eleştirmesi kendisinin “daha objektif”, “daha bilimsel”, “daha doğru” Ya da “daha üstün” bilgi ürettiği anlamına gelmemektedir. Çünkü unutulmamalıdır ki, bu metodun asıl amacı tam da bu “bilimsel”, “kesin”, “mutlak” doğru ve bilgilerle mücadele etmektir. Bunu da kendilerinin bu türden tarihsel bilgileri ya da doğruları ifade ettiğini iddia eden “büyük”, “totaliter”, “global” teorilerin bu bilgileri sunmak için gizledikleri, görmezden geldikleri, yok saydıkları; kıytırık, yerel, sıradan bilgiler olarak değerlendirdikleri; unutulmuş yada bastırılmış tarihsel, yerel bilgileri, bireysel bazı dokümanları, hatıraları eşeleyerek, yeniden açığa çıkarmaya çalışarak yapar. (Bilimsel) olduğunu iddia eden ve soy-kütüğünü “bilimsel” bir metod olmamakla suçlayan her türden tarih anlayışına karşı, soy-kütüğü zaten ta en baştan tam da bu “bilimselliğin” anlamını sorgulayarak karşı durmaya çabalar. Bunların bilğimsel olma/olmama konusundaki sorgulamalarını, bu türden bir kıstası bütünüyle “ontolojik” olarak, zaten en başından reddeder ve bunu soranlara bir karşı soruyla cevap verir: “peki siz hangi politik/teorik öncülün hangi -totaliter teorik- “egemen”in tahtında oturmaya devam etmesini sağlamak için kendisi ve iddia ettiği şeyler hakkında var olan bu küçük, süreksiz, bilimsel olmayan bilgileri tecrit etmeye, bastırmaya çalışıyorsunuz?”

Tüm bu prensipleri bir araya getirip bunları günümüzde “taktiksel” olarak kullanmak için nasıl bir yol izlemeliyiz? Aslında Foucault, kendisi, özne/iktidar ilişkilerini anlamak için soy-kütüksel bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığı “Özne Ve İktidar” başlıklı yazısında bize bazı temel ipuçları sağlamaktadır. Şayet düşünürün yapmış olduğu açıklamaları, içinde yaşadığımız çağ ve koşullar bağlamında değerlendirebilirsek; inşa etmemiz gereken binanın temel yapı taşlarını üretebilir, bunları hangi noktalara yerleştirmemiz gerektiğini daha iyi kavrayabiliriz. Foucault, bu yazısında, bizim baştan beri ifade etmeye çalıştığımız soy-kütüksel metodun ima ettiği, tarihi anlama biçimlerinin bir kısmının lehinde ve diğer bir kısmının da aleyhinde geliştirilmiş ilkeleri, beş temel başlık altında toparlamaya çalışıyor.

İlk olarak, soy-kütüğü, “farklılaşma sistemlerinin” altını kazmaya çalışmalı ve vizyonunu bize en yakın olaylarla/kişilerle sınırlandırmalıdır; yani, soy-kütüksel araştırmalarımızı bize en yakın konular hakkında yapmalı ve bu konuların daha çok bazı özneleri diğerlerinden farklılaştırmaya çalışan sistemlerle ilgili olmasına özen göstermeliyiz. İkinci olarak, araştırmamızda ulaştığımız problem ve “ulaşmaya çalıştığımız” çözüm bizim kendi “perspektifimiz/yaşam alanımız” kaynaklı olmalıdır; yani, kendi söylemimizin bastırdığı başka insanlar adına yada bizim söylemlerimizi bastıran diğer söylemler ile kendi adımıza konuşmamalıyız. -kendi durumlarına uygun olabilen ama bizim durumumuza uygun düşmeyebilecek başkalarının perspektifleriyle kendi durumumuzu değerlendirmeye çalışmamalıyız-. Üçüncü olarak, iktidar ilişkileriyle diğer alanları bir araya getirme yollarını araştırırken bunları bir kısım “EVRENSEL DOĞRULAR” ile izah etmemeye çalışmamalıyız; yani, kendi içinde yaşadığımız toplumsal/politik koşulları göz önüne alarak kendimize uygun taktikler ve stratejiler geliştirmeliyiz. “Kurumsallaşma biçimlerini” tahlil ederken çözümlemeye çalıştığımız soy-kütüksel dönemin iktidar ilişkilerini aynı dönemin diğer toplumsal ilişkileriyle söylemsel oluşumlarıyla bir araya getirip öyle değerlendirmeye tabi tutmalıyız; yani, üerinde çalıştığımız bir toplumsal yapıda (kendi toplumumuzda) mevcut iktidar ilişkilerinin dağılımlarını doğru şekilde anlayabilmek için daha açıklayıcı, daha etkili gibi görünen söylem ve kurumları seçmeliyiz. Son olarak, “tasarlama düzeyleri” inşa etmeli ve bunları teker teker açıklamalıyız; yani, sadece iktidar ilişkileri analizleri yapmakla yetinmemeliyiz, bunun yanında, yaptığımız araştırmalarımız bu iktidar ilişkilerine karşı direnme biçimlerini de hesaba katmalıyız. Foucault’nun burada vurgulamaya çalıştığı konuyu, Birkaç soruyla özetleyebiliriz aslında: “iktidar ilişkileri gerçekten de klasik teorilerce iddia edilegeldiği gibi sadece bastırma temelinde mi yürümektedir?” “baskıcı iktidar biçimi halen tek iktidar biçimi olmayı sürdürebilmekte midir yoksa başka iktidar biçimleri de ortaya çıkmış mıdır?” “Şayet (baskıcı/egemenliğe dayanan) iktidar biçimi hala en belirgin iktidar biçimi olarak varlığını sürdürmekteyse; bunun strateji ve taktiklerinde değişimler görülmekte midir yoksa hiçbir değişme yok mudur?” Kısacası, Foucault’nun soy-kütüğü metodunu, sabit bir açıklama biçimini başka bir sabit açıklama biçimiyle değiştirme çabası olarak değerlendirmek yerine, sadece, “bize dayatılan, tek doğru tarih anlayışıdır denilegelen yaklaşımlar dışında başka bir yaklaşımı benimsememizin etkileri neler olabilir?”, “Neden bir başka metodu denemeyelim ki?” gibi soruları yanıtlayabilmek için girişilmiş bir çaba olarak değerlendirmek çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Hapishane’nin Doğuşu, Foucault’nun soy-kütüksel metodunun izlerinin en rahat şekilde takip edilebileceği kitabıdır. Kitap, genel olarak, tüm toplumlarda, iktidar ilişkilerinin ve söylemlerinin toplumlarda ne şekillerde eklemlenebileceğini, özel olarak da hastane, hapishane, ordu ve okullarda bu “eklemlenmenin” aldığı biçimleri irdelemektedir. Eser, bir taraftan tarihte zuhur etmiş bir kısım olayları ve bazı belgelerle kitapları tekrar gözden geçirirken, diğer taraftan da günümüz toplumlarındaki ve geçmişteki olayları/gerçeklikleri kendilerinin en doğru şekilde izah ettiğini iddia edegelen bazı egemen söylemsel/teorik oluşumları sorgulamaktadır. Foucault’ya göre, bugün hapishaneler ve iktidar ilişkileri hususlarında ileri sürdükleri tezleri genel kabul görür bir konumda bulunan söylemsel oluşumlara/teorilere baktığımız zaman, bunların hepsinin bir “ekonomizm” biçimiyle ve bir “egemenlik” içeriğiyle belirlenmiş olduğunu görebiliyoruz. Liberalizmde olduğu gibi alışveriş sözleşmelerindeki karşılıklı rızaya dayalı bir anlaşma yapmayı temel alan bir iktidar örneğini/modelini benimsese de; Marxizm’de olduğu gibi herhangi bir malı/eşyayı alıp satmayı temel alan bir ilişki biçimine benzeyen bir iktidar modelini benimsese de günümüzün hemen hemen bütün iktidar modelleri, bu “ekonomizmle” maluldür. “Bütün bu teorilere karşı Foucault, başka bir iktidar modelini kullanmamız kesinlikle hiç mümkün değil midir?” veya “Bu iktidar biçimleri dışında hiç yeni bir iktidar biçimi ortaya çıkmamış mıdır?” diye soruyor. Daha sonra da böyle yeni bir iktidar biçiminin ortaya kesinlikle çıkmış olduğunu belirtir; tarihe geri gidip günümüz toplumlarındaki -Disiplin Toplumlarındaki- bu yeni iktidar biçiminin kurulması sürecini ve bu yeni iktidarın -Biyoiktidar, Disiplin İktidarı- mikrostratejilerini/pratiklerini daha iyi anlamamızı sağlayacağını düşündüğü bazı gizli kalmış/bastırılmış/unutulmuş/unutturulmuş olayları, belgeleri, bilgileri bir yeniden okumaya tabi tutar. Örneğin, kitabın “Panopticism” bölümünde ihmal edilmiş bazı tarihsel olayları/belgeleri tekrar gözden geçirir ve Avrupa’da bir tarihsel dönemde veba salgını yaşanmış bazı kasabalarda, genel olarak, nasıl bir “sürekli gözetleme” (persistent survaillance) taktiğinin uygulanmış olduğunu, özel olarak da bu kasabalardaki cüzzamlı insanlar üzerinde nasıl “dışlama” (exclusion) taktiğinin uygulamaya sokulduğunu ayrıntısıyla izah eder. Akabinde, bu “dışlama” ve “sürekli gözetleme” taktiklerinin “normalleştirme” (normalization) ve “sürekli sınava tabi tutma” prosedürleri ile birbirine nasıl bağlandığını/bağlantılandırıldığını gösterir. Bu bölümde Foucault, ilk önce Jeramy Bentham gibi bazı düşünürlerin yazılarında ve Sosyoloji, İstatistik, Kriminoloji (Suçbilim) gibi bazı bilim dallarında daha sonra da hapishane, hastane ve okul modellerinden başlayarak “yaşamalanındaki” diğer tüm bina yapılarda/kurumlarda bu bağlantıların nasıl birbirini takip eder, birbirine benzer bir surette, nasıl hızlı bir süreçte geliştiğini gayet anlaşılır bir biçimde örneklerle açıklamaktadır. Bölümün geri kalan kısmında, her ne kadar günümüzdeki pekçok teorik oluşum, “iktidar” analizlerinin “egemenlik” temel ön-varsayımının kesin ön-kabulüyle başlamasının şart olduğunu kabul ediyor olsa da -çünkü, onlara göre “egemenlik” temeli dışında başka bir temel üzerine kurulmuş iktidar biçimleri zaten yoktur Ya da varsa bile bu iktidar biçimine kıyasla toplumsal yaşamımızda çok da mühim bir yer işgal etmemektedir-; Foucault, aslında 19. yüzyıldan bu yana toplumlarımızda yeni bir iktidar biçiminin ortaya çıktığını ve bu yeni iktidarın yaşamımız üzerindeki etkilerinin her geçen gün daha da hissedilir olmaya başladığını öne sürer. Bu yeni iktidar biçiminin adı “Disiplin İktidarı”dır. Kısacası, Foucault tüm kitapta ve bu bölümde, bu yeni iktidarın nasıl oluştuğunu/işlediğini araştıran, yeni “Disiplin Toplumu”nun oluşumu sürecinin, iktisadi, politik, hukuki ve tabii ki bilimsel alanları da içeren diğer bazı çok komplike/karmaşık tarihsel süreçlerle nasıl bağlantılı olduğunu gösteren bir soy-kütüğü inşa etmeye çalışmaktadır. Son zamanlarda kitabevlerinin raflarında Foucault ve çalışmaları, özellikle de “iktidar” analizleri üzerine yazılmış kitaplarda bir patlamanın yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Fakat, bu kitapların pekçoğunda eksik/kayıp birşeyler var. Bunlar, yazılarını tercüme ederken ve bunları kendi toplumsal/entellektüel yaşamımıza “olduğu gibi” transfer ederken bir noktayı, Foucault’nun tüm çalışmalarının asıl önemini/manasını anlayabilmemiz için, inanılmaz önemde, vazgeçilmez bir noktayı gözardı etmekte. Bu, düşünürün, uğruna tüm yaşamı boyunca çabaladığı, soy-kütüksel metodu da dahil tüm metodlarını biçimlendirdiği ve bu kadar detaylı tarihsel araştırmalar için uzun yıllar harcamasına sebep olmuş asıl önemli noktadır: kendi içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumdaki sosyo-politik ilişkileri/anlayabilmek/analiz edebilmek/izah edebilmek.

Foucault’nun tüm eserlerinde, bunların içeriği iktidar ilişkileriyle de ilgili olsa, söylem biçimleriyle de ilgili olsa, bazı bilimlerin iktidar ilişkileriyle karşılıklı bağımlılıklarıyla da ilgili olsa, değişik iktidar formlarına karşı oluşabilen/oluşturulabilecek farklı farklı direniş biçimleriyle de ilgili olsa, kısacası, her ne ile her ne kadar ilgili olursa olsun, tüm bunların da ilgili olduğu bir diğer “üst-belirleyen” ilgililik düzeyi daha vardır. Bu düzey de yukarıda bahsi geçen soy-kütüksel çalışmalarını da “üst-belirleyen” beş temel eksene haizdir. Tekrarlayalım: onun “soy-kütükleri” kendisine en yakın toplumsal ilişkileri tahlil etmek/eleştirmek/analiz etmek için inşa edilmiştir; onun “taktikleri ve stratejileri” Evrensel/dışardan ithal edilmiş/Doğrudan tercüme edilmiş Doğru arayışı için değil, kendi yaşadığı toplumu/çevreyi anlamasını sağlayacak bir doğru arayışı için oluşturulmuştur; analiz etmek için “uğraştığı kurumlar” kendisinin içinde yaşadığı toplumdaki iktidar ilişkilerini anlamak için önemli gördüğü kurumlardır; her zaman kendi toplumundaki iktidar ilişkilerine karşı geliştirilebilecek olan “direniş formlarını” anlamaya yönelik araştırmalar yapmıştır. Bugünlerde etrafımızda belki de yüzlercesini gördüğümüz kitaplara gelirsek, bunların çoğunun beden, disiplin, Humanizm karşıtlığı, cinselliğin normalizasyonu, Aydınlanma karşıtlığı, Disiplin iktidarının söylemsel oluşumlarına karşı direniş…vb. Konular hakkında açıklamayı bir araya getirmeye çalıştığını görmekteyiz. Bu türden analizleri (Ya da isterseniz sadece tercümeleri) okuyup “entel” havası atma isteği olan ama tabi aynı zamanda da hiçbirşey anlama derdi olmayan herhangi birisi yolunun üzerindeki herhangi bir kitapçıya girebilir ve orada gayet kolaylıkla, hiç zorlanmadan da tam istediği şeyleri kendisine sağlayabilecek onlarca kitap bulabilir. Tabi okumak isteyip aynı zamanda okuduğu şeylerden birşeyler de öğrenmek isteyen herhangi birinin -ümit edelim ki Türk okurunun hepsi bir gün bu bilinci kazanır- işi bu kadar kolay olmayacaktır.

Tamam, bu kitapların bir kısmı Foucault gibi önemli bir düşünürü anlamamız için elbette ki çok gerekli. Fakat, Foucault’nun tüm kitaplarının dilimize birebir, yarım yamalak tercümelerle, olduğu gibi ithal edilmesi gerektiğini iddia etmek Ya da böyle bir ithalata karşı çıkanları dinozorlukla, anti-entellektüel olmakla, tüm Avrupa kökenli düşüncelere karşı olmakla, aşırı ortodoks olmakla suçlamak da herhalde bir o kadar gereksizdir. Foucault’nun yazdıklarını elbette ki öğrenmeli, onun bize sunduğu müthiş araştırmalarını kullanmalıyız ama aynı zamanda kendi içinde yaşadığımız toplumu anlamak, kendimizin/kendi toplumumuzun soy-kütüğünü çıkarmak için onun metodunu da mutlaka öğrenmek ve ona başvurmak zorundayız. Şu da unutulmamalı ki beden, Yapı-bozumcu Sosyoloji, cinselliğin normalleştirilmesi süreci/normalizasyonu, Humanizm karşıtlığını geçtik Humanizm ne demek hiç duymamış halk nüfusunun -ve hatta entellektüellerin- yüzde doksanın üstünde olduğu bu ülkede “neden herkes Foucault’nun metodunu gözardı ederek tutup onun yazılarının sadece içeriğini kullanarak, beden, Humanizm karşıtlığı, cinselliğin normalizasyonu, yapı-bozumculuk hakkında kitaplar yazıp durmaktaydı” sorusunu soy-kütüksel bir tarih anlayışıyla yeniden soracak olan birileri gelecekte bir gün mutlaka çıkacaktır. İşte o zaman bu tür kitaplar/söylemler aracılığıyla günümüzde ne türden bir kısım iktidar ilişkileri, menfaat şebekeleri, unutturma süreçleri ve bastırma pratikleri/stratejileri gizlenmektedir -pekçoğu şimdi bile pekçok insanca malum olsa da-, ortaya daha bir aşikar surette çıkacaktır.

Yazımızı tam da bu son cümleyle aynı anlama gelen Foucault’nun kendi cümleleriyle bitirelim isterseniz: “If power and knowledge are interdependent, then it must follow that ‘knowledge’ produced by historical practices cannot be disinterested and should not be regarded as such. A set of power relations is necessarily involved. Genealogy would seek to uncover who politically benefits from such discourses and who is marginalized by them.”

Mesut Budak
edebiyat.eniyilerimiz.org

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz