Michel Foucault’da Öznenin Jeneolojisi – David West
Michel Foucault (1926-84), öznenin anti-hümanist eleştirisine son zamanlarda yapılan en kışkırtıcı katkılardan birinin sahibidir. Onun sosyal ve politik teoriyle felsefedeki etkisi o kadar büyük olmuştur ki, bizim Foucault çağında yaşamakta olduğumuz dahi öne sürülmüştür. Onun özne eleştirisi, birkaç nedenden dolayı özellikle radikal olan bir eleştiridir. O, herşeyden önce, öznenin, toplumsal ve psikolojik koşulların biçimlenmiş ve de bozulmuş ürünü olarak öznenin maskesini düşüren Marksist ideoloji kuramıyla Freudçu psikanalizin başardığı, ademi merkezîleşmesinin nazik sonuçlarını aynen kabul eder.
Fakat Foucault ikinci olarak, gerek radikal hermeneutik ve gerekse yapısalcılık teorisyenleri gibi, öznenin yitirilmiş saydamlığını en sonunda daha yüksek bir düzey veya daha sonraki bir evrede yeniden ele geçirme yönünde, hem psikanaliz ve hem de Marksizmin besler göründüğü tarzda, en küçük bir umut beslemez. Hümanist özne konsepsiyonundan bir daha geri dönülmezcesine kopma zorunluluğu bulunmaktadır. Dahası, Foucault ‘nun Paris’te, Ecole Normale’deki hocalarından biri olan Althusser gibi, onun anti-hümanizmi de, açıkça politik bir nitelik arzeder.
Foucault Althusser‘in hümanizminin burjuva öznesine ilişkin eleştirisinden etkilenmiş olan, bir yanda modern epistemoloji ve politik bireyciliğin felsefi öznesi, diğer yanda ise iktidara boyun eğdirilme arasındaki bağlan incelemeye dönük ilgisini yansıtır. Özneye duyulan hümanist inanç, artık daha fazla sadece bir felsefi safdillik veya epistemolojik gevşeklik göstergesi olmayıp, daha ziyade modernitenin politik bakımdan şüpheli bir tezahürüdür.
Nihayet, Foucault kendi ifadesinin de belirttiği üzere, özneden tümüyle kurtulmak yerine, onun zuhuruna tarihsel bir yorum getirmeyi önerir. Onun antihümanist eleştirisi, özneyi imtiyazlı ahlâkî ve epistemolojik konumundan, salt onu düşüncesinin merkezinin -o zaman zaman varolmayan bir merkez olsa da- kenarına oturtmak için, uzaklaştırır. Özne bundan böyle bir öncül değil, fakat hâlâ bir analiz konusudur.
Foucault özneyi, modern felsefeyle insan bilimlerini başlangıçlarından itibaren köstekleyen bir tür göbek kordonu olarak görür. Foucault , The Order Of Things [ŞEYLERİN DÜZENİ] ‘de (1966), modern epistemoloji ve insan bilimlerinin Descartes ‘tan sonra problematik hâle gelen ilişkisini tartışır. O, özellikle, sahneyi onların daha sümbiotik gelişimleri için hazırlayan, entellektüel dönüşümlerle ilgilenir. Bu, en açık ifadesini, Kant ‘ın tüm bilgi ve eylemlerin mutlak koşulu olan özneyi ele geçirmek için, onu doğa ve tarihin olumsallıklarından kurtaran transendental felsefesinde bulur. Bu tertibin başarısızlığı, yani öznenin sonlu bir tarihsel varlık olduğunun farkına varılması, epistemolojiyi görünüşte çözümsüz olan bir problemle başbaşa bırakır.
Eğer bilgi sonlu ya da olumsal bir öznede temellendirilirse, bu takdirde bilginin koşullan ne zamandışı, ne de tümel olur ve mutlak hakikat diye bir şey erişilemez olup çıkar. Foucault’nun Kant’ın `sonluluk analitiği’ adını verdiği bu güçlüğün, `modern felsefenin epistemolojik bilmecesine ta baştan beri dahil edilmiş bulunan `insan bilimleri’ için de ciddi sonuçları vardır. Bilgiyi bilginin öznesi olarak insanda temellendirmek, `insan’ı kendi bilgisinin bir nesnesi hâline getirir. Dreyfus ve Robinow’un sözleriyle: Bir zamanlar, kendisi de diğerleri arasında bir varlık olan insan, şimdi nesneler arasında bir öznedir. Bununla birlikte, insan sadece nesneler arasında bir nesne değildir, o, anlamaya çalıştığı şeyin, sadece dünyanın nesneleri değil, fakat kendisi olduğunu kısa süre içinde farkeder. İnsan, kendi bilgisinin öznesi ve nesnesi olup çıkar.
Foucault , modern felsefenin bu problemle ilgili (bazılarıyla, biraz daha farklı terimlerle bile olsa, şimdi tanışık olunması gereken) çarpık çözüm denemelerini tasvir eder. Pozitivizmin indirgeyici doğalcılığı, bilginin olumsal bir varlıkta temellendirilmesi olgusu tarafından tedirgin edilmeyi yüzsüzlükle reddeder, ve yapılacak işler listesine, sadece `insan’a ilişkin empirik araştırmayı dahil etmekle yetinir. Hegel ve Marks ‘ın tarihsel eskatolojileri içinse, mutlak hakikate en sonunda diyalektiğin kapanışı veya komünizmin gelişiyle varılır. Ama Foucault ‘yu bu çözümlerden hiçbiri tatmin etmez.
Foucault, bu arada modern özne felsefesiyle insan bilimlerinin bir- birleriyle ilişkili problemlerinden sakınma yönünde umut verici girişimler olarak yapısalcılık, hermeneutik ve fenomenolojinin çeşitli zamanlarda cazibesine kapılmıştır. Bununla birlikte, o hem yapısalcılığı ve hem de fenomenolojiyi, modern öznenin boyunduruk altına alınışındaki bilinçsiz suç ortakları oldukları gerekçesiyle hemen reddeder. Özne kavramındaki belirsiz anlamlılığa biraz önce değindik. Foucault , öznenin her iki anlamını da boyun eğdirilme [subjection] ve iktidarla özdeşleştirir: `Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Birine kontrol ve bağımlılık yoluyla tâbi olma ve kendi kimliğiyle bir bilinç ya da ben bilgisi sayesinde kurulan bağlar. Her iki anlam da, boyun eğdiren ve boyunduruk altına alan bir iktidar şeklini telkin eder.’ Öznenin iki anlamı, `birbirlerini tamamlayan `nesneleştirme’ ve `özneleştirme’ süreçlerine tekabül eder.
Sonunda yapısalcılık ta, tıpkı pozitivizm gibi, Kant ‘ın ikileminden, sadece insan varlıklarını salt birer nesne olarak ele almak suretiyle kaçınır; o, modern bireyleri iktidar ve otorite karşısındaki uysal nesneler olarak inşa eden rasyonalizm ve modernitenin nesneleştirici eğilimlerinin bir emaresidir. Modern öznenin inşasına, bununla birlikte hermeneutik pratikler de tamamlayıcı bir biçimde katılır. Gerek Katolik günah çıkartma hücresi ve gerekse Freudçu psikanaliz, yorumlama pratiğinin, kendilerinin otorite ve düzene tâbi kılınışlarında sorumluluk almaya hazırlanmış çağdaş öznelerin zuhurunda oynadığı rolün manidar örnekleridir.
Yapısalcılığın öznenin nesne olarak kuruluşuna bulaştığı yerde, fenomenoloji ve hermeneutik onun özne olarak kuruluşuna bulaşır. Foucault ‘nun hem fenomenoloji ve hem de yapısalcılığı en sonunda `aştığı’, yalnızca onun modern topluma politik bakışa benzer bir şeye dönüşü ve bununla birlikte, iktidar kavramının merkezîliğiyle aşikâr hâle gelir. 1950’lerde Fransız Komunist Partisi’ne kısa süreli bir üyeliğin ardından, Foucault ‘nun düşüncesi Madness and Civilisation [DELİLİK VE UYGARLIK]’la The Birth of Clinic [KLİNİĞİN DOĞUŞU] ‘ten sonra, onun sadece söylemle meşgul olması bakımından, ve bir iktidar kavramının zımnî yokluğu itibariyle, neredeyse idealist bir görünüm almıştır.
Foucault daha `materyalist’ bir yaklaşıma döndüğü zaman, bu dönüş, bununla birlikte, Marks ‘tan ziyade, Nietzsche aracılığıyla olur. Gerçekten de, Marksist tarih felsefeleri başlıca hedeflerden biri olup çıkar. Foucault , herşey bir yana, iktidar ve bilginin bir ve aynı şeyin iki yüzü olduğu kanaatiyle, Nietzschecidir. `İktidar ve bilgi birbirlerini dolayımsız bir tarzda içerir’ ve bir sonuç olarak da, Foucaul t `iktidar/bilgi’- den çözülmez bir karışım diye bile söz eder.Öte yandan, Nietzsche ‘ yle birlikte, hakikat isteği çok daha temelde bulunan bir güç isteminin yalnızca bir tezahürü hâline gelir. Nesnel bilgi ya da mutlak hakikat iddialarımız en iyi durumda birer yanılsamadan başka bir şey değildir. Bilgi her zaman, tikel bir iktidar ya da güç ilişkileri konstelasyonunun göreli ve sorgulanabilir ifadesidir. Öte yandan `güç kullanımına bilgi aygıtlarının üretimi eşlik eder veya denk düşer. Güç kullanımı bilgiyi gerektirir. Smart’ın sözleriyle, `bilgi yansız ya da nesnel olmayıp, daha ziyade iktidar ilişkilerinin bir ürünüdür. Başka bir deyişle, bilgi, kendi varlık ya da imkân koşullarının iktidar ilişkilerini içermesi anlamında, politiktir.’ İktidarla bilgi arasındaki çok sıkı ilişki, göreceğimiz gibi, Foucault’nun, modern toplumlarda insan bilimlerinin, bilimsellik iddiaları ve onun `disipliner iktidar’ adını verdiği bir güçle `disiplinler’ olarak zuhuruna ilişkin yorumunun merkezinde bulunur.
Aydınlanmanın aklın özgürleştirici potansiyeline duyduğu inancı hedef alan meydan okuma, aynı şekilde şüpheli bir tarih yorumuyla pekiştirilir. Foucault Nietzsche’nin, ilerleme olarak safdil tarih inancından vazgeçen ve özgül kurumlarla söylem formlarının köklerini bunun yerine `çıplak iktidar mücadeleleri’nde arayan `jeneoloji’ projesinden esinlenmiştir. Tarih, insanlığın, bu ister özgürlük ve mutluluk, ya da ister sınıfsız toplum olarak düşünülsün, kapsayıcı bir amaç ya da hedefe doğru ilerlemesi olarak anlaşılmamalıdır. Jeneoloji, Foucault’nun başlarda yapısalcılık tarafından çekimlenmesini açıklayan bir tavra, tarihe süreklilik atfedilmesi tavrına da düşmandır. Daha The Archeology of Knowledge [BİLGİNİN ARKEOLOJİSİ] ‘da, Foucault tarihi süreklilik, gelenek, etki, gelişme ya da evrim kavramlarına karşı, `süreksizlik ve farklılık kategorileriyle, eşik, kopuş ve dönüşüm kavramlarıyla, dizi ve sınırların tasviri’yle anlar.62 Jeneolojik tarih,
Foucault’nun Nietzsche ‘ye dönüşüyle birlikte, iktidar kavramı onun analizinin merkezine yerleşir ve iktidarın özünü yanlış anlamaktan sakınmak, onun için önem taşır. Foucault, kendi görüşüne göre bizi iktidarın çok çeşitli tezahürleri ve çapraşık tuzakları karşısında körleştirme eğilimi gösteren, bir dizi kabule karşı koyar. Herşeyden önce, kendimizi iktidarı sadece bir devlet aygıtı, hukuk ve polisin olumsuz, yasaklayıcı işlevlerinde gören, `hukukî'[juridical] bir görevle sınırlamamalıyız. Bu görüş, iktidarın modern toplumda giderek artan olumlu ve üretken yayılımıyla, modası geçmiş bir görüş hâline getirilir. Hukukî görüşün başkaca yönleri de, bu yayılımın doğasını gözden saklar.
İktidar, kendi çıkarlarını hayata geçirebilmek için, bir aktör ya da aktörler kümesi tarafından sahip olunan ve başkaları üzerinde bilinçli olarak uygulanan bir şey olarak görülür. Ama iktidar, bu türden modellerin gerektirdiği şekilde, sahip ya da malik olunan bir şey değildir. Foucault, iktidarın bir şey değil, fakat bir etkileşim tarzı olduğunun altını kalın çizgilerle çizebilmek için, °`iktidar’dan ziyade, `iktidar ilişkileri’nden söz etmeyi yeğleyerek, iktidarı bu şekilde şeyleştirmek istemez. `İktidar sadece , eyleme geçirildiği zaman varolur.’ İktidar ilişkileri, kapitalizm veya egemen sınıf gibi, temeldeki tek bir mekanizma veya kaynağa da dayandırılamaz. İktidar bu tür teorilerin ima ettiğinden çok daha geniş ve yaygın bir alan meydana getirir. Nihayet, iktidarın daima doğrudan doğruya `ikili’ ya da `yukarıdan-aşağıya doğru’ ilişkileri içerdiğini kabul etmek de doğru değildir. İktidar, `bütün bir toplumsal alan boyunca ve üzerinde, aşağıya doğru kullanılan, toplumsal düzenin en tepesine yerleştirilmiş bir özellik değildir. Bir grup tarafından başka bir grup üzerinde (örneğin, burjuvazi tarafından proleterya veya erkekler tarafından kadınlar üzerinde) uygulanan iktidar ilişkileri, toplumun `mikro-düzeyindeki’ çok daha dikkatlice tanelenmiş ve çok yönlü iktidar ve direniş ilişkilerine yüklenir. Bundan dolayı, toplumsal açıklama bu `mikro-düzeye’ öncelik vermelidir. Alan Sheridan’ın sözleriyle, `O, genel iktidar veya iktisadî çıkarları gündelik güç ilişkilerine bağımlı kılmaktan ziyade, gündelik yaşam düzeyinde rutin bir biçimde işleyen iktidar teknikleri ve yordamlarının genel iktidara veya iktisadî çıkarlara nasıl uydurulduğunu veya tâbi kılındığını incelemekle ilgili bir konudur.
Foucault ‘nun Batı toplumlarında yeni iktidar formlarının doğuşuyla ilgili daha yapıcı değerlendirmeleri, nispeten soyut olan bu önemli hususları aydınlığa kavuşturur. O, özellikle `modernitenin eşiği’ adını verdiği şeyle, yani onyedinci yüzyılın `klâsik çağı’ndan 1789 Fransız Devrimiyle başlamış olan `modern dünya’ya geçişle ilgilenir.Bu dönemin karakteristik özelliği, tümüyle yasaklayıcı bir şey olarak hukukî iktidar anlayışında örtük olarak bulunan `bastırma hipotezi’nin dikkati iktidarın daha üretken etkinliğinden uzaklaştırdığı, ve bu etkinliklerden bihaber olduğumuz ölçüde, daha az direnebilir hâle geldiğimiz, çifte bir iktidar uygulamasıdır: `Özgürlüğümüze getirilmiş katışıksız bir sınır olarak iktidar, onun kabul edilebilirliğinin genel formudur.’Bastırma hipotezi, modernite eşiğinden geçişle birlikte, iktidar daha olumlu ve daha üretken hâle geldikçe, iktidar uygulamaları için çok daha işlevsel bir mahiyet kazanır. Bu dönem, egemenin uyruk üzerindeki `yaşam ve ölüm’ gücünde simgelenen, ve daha yoğun bir biçimde baskıcı olan, `klâsik’ yönetim tarzındaki gerilemeye tanık olur. Klâsik yönetim yavaş yavaş, Foucault ‘nun `biyo-iktidar’ adını verdiği, bireylerle halkların daha verimli bir idaresiyle yer değiştirir. Rejimler, `bedenlerle ırkın yaşam ve bekâ müdürleri’ hâline gelir: `Bir toplumun “modernite eşiği” adı verilebilecek olan şeye, türün yaşamı o toplumun politik stratejilerine bağlı hâle geldiği zaman, erişilmiş olur.’69 Biyo-iktidarın yükselişi, ondokuzuncu yüzyılda ırkçı teorilerin yayılımıyla da birleştirilir.
Biyo-iktidarın yayılımı, Foucault ‘nun `yönetebilirlik’ [governmentality] adını verdiği şeyin doğasında gerçekleşmiş olan bir dizi dönüşümü içerir. Bu terim, Rönesans’tan beri, ilk kez olarak açık seçik bir biçimde Makyevelli ‘nin The Prince [Hükümdar] ‘inde ifade edilen daha dar raison d’etat [hikmeti hükümet]’ın yanısıra geliştirilmiş olan, giderek daha özerk bir `yönetsel rasyonalite’ye gönderme yapar.
Ayırıcı bir biçimde modern olan yönetim biçimlerinin doğuşuna, `politika bilimi’ ve `idare’ konusunda, onyedinci yüzyıldan itibaren yazılmış olan bir dizi broşür önemli bir katkı yapmıştır. `Politika’ [polis idaresi] veya `idare’ [düzeni polis vasıtasıyla sağlama], bugün normalde devletin düpedüz bastırıcı olan işlevleriyle birleştirilse de, Foucault bize, onların başlangıçtaki daha geniş anlamlarını anımsatır. İdareye ilişkin ilk tartışmalar, hukuk ve düzenden çok daha fazla bir şeyleri konu alır. Onlar tam tamına bir bütün olarak nüfusun iyiliğiyle ilgilendiler ve dolayısıyla, ayrı bir pastoral iktidar anlayışının formüle edilmesine yardımcı oldular.
Modern toplumların merkezîleşme ve bürokratikleştirme eğilimlerine, örneğin Weber , ve Frankfurt Okulu’yla irtibatlandırılan teorisyenler tarafından dikkat çekilmişti. Oysa Foucault için, pastoral iktidar bağlamında özellikle yeni olan şey, onun, sadece bir bütün olarak cemaatin durumuna değil, fakat hayatı boyunca tek tek her bireye gösterdiği alakadır. Pastoral iktidarın `bireyselleştirme’ye dönük ilgisi, günah çıkartma hücresi ve benzer teknikleriyle `bir vicdan bilgisi ve bir vicdanı yönlendirme yeteneği’ geliştiren Katolik Kilisesi örneğinden ilham almıştır. Bu türden teknikleri benimseyen modern devletler, ahalilerinin [population] sağlık, zenginlik ve iyiliğine benzer çobansı, benzer müdahaleci bir alaka gösterirler.Foucault ‘nun `iktidar/bilgi’ anlayışının bizi beklemeye sevkedeceği gibi, pastoral iktidarın yükselişi, `insan’a ilişkin yeni bir bilgiyi teşvik eder. Şu hâlde, modernite eşiğinin aynı zamanda insan bilimleriyle sosyal bilimler içinde bir dizi yeni disiplinin doğuşuna tanık olması hiç şaşırtıcı değildir.
Bu `insan bilimleri’, pastoral devletin bir bütün olarak ahali ve onu meydana getiren bireyler üzerinde iki yönlü bir biçimde odaklaşmasına tekabül edecek tarzda, özde iki türe ayrılır. Onlar, `insana ilişkin bilginin, biri nüfusla ilgili olan globalleştirici ve niceliksel, diğeri de bireyle ilgili olan analitik kutup olmak üzere, iki kutup etrafındaki gelişimini ihtiva eder. Herşeyden önce, iktisat, demografı, salgın hastalıklar bilimi ve nihayet sosyoloji gibi, küreselleştirici istatistiksel bilimler vardır.Bu bilimler, bir bütün olarak nüfusun normal davranışını yöneten genel yasaları tasvir ederler. Bu disiplinler devletin ahalisinin sağlığıyla ilgilenip, onu kontrol altında tutma, askerî faaliyetleri için gerekli insan kaynaklarını arttırma ve ekonomik büyümeyi hızlandırma, v. b. g., yeteneğini güçlendirirler. Fakat pastoral iktidar aynı zamanda bireylerin ayrıntılı ve sistematik bilgisini, ve sonuç olarak da, salt cins ve tür özelliklerini konu alan Aristotelesçi bilgi anlayışından radikal bir kopuşu gerektirir. Daha bireyselci tıp, psikiyatri, psikanaliz ve eğitim disiplinleri ise, bireyleri tüm potansiyel özgüllükleri içinde araştırır. Şu hâlde, Foucault , Discipline and Punish [DİSİPLİN VE CEZA)] ‘te, modern hapishanenin doğuşuyla birlikte, `özgül bir boyun eğdirme tarzının, nasıl “bilimsellik” statüsüne sahip bir söylem için bir bilgi nesnesi olarak insanın doğuşuna yol açabildiğini` tasvir eder. Aynı şekilde, klinik ve tımarhaneler de, modern tıp ve psikiyatrinin geliştiği yerlerdir.
Bu örneklerin de telkin ettiği gibi, pastoral iktidar salt bilgiyle ilgili bir konu olmayıp, tartışılmaz bir biçimde maddî olan bir dizi pratik ve müdahaleyi ihtiva eder. Bunlar da yine, başlıca iki şekilde ortaya çıkar: Bir `nüfus biyo-politiğinin’ global `düzenleyici denetimleri’ ve bireysel bir `disiplin’ veya `bedenin anatomi-politiği.’ Yine, her hâlde, en ilginç ve ayırd edici bir biçimde modern olan, pastoral iktidarın bu ikinci şeklidir. İnsan bilimlerinin doğuşuyla birlikte, gerek devlet ve gerekse devlete ait olmayan kurumlar tarafından kullanılan (bazı durumlarda, `iyi niyetli ama başarısız toplumsal reformcular’, gerçek re- formcular, yardımsever hekimler veya meraklı aristokratlar tarafından başlatılan) disipliner uygulamaların daha önce bir eşi daha görülmemiş bir yayılımı söz konusu olur. Disipliner iktidar öncelikle bedeni hedefler; o, `boyun eğdirilmiş, talimli bedenler, “uysal” vücutlar’ yaratmayı amaçlar. Fakat o aynı zamanda psikolojik bir~takım sonuçlar oluşturmaya da yönelir. Smart’ın sözleriyle, `disiplin, bireyin beden ve ruhunun ta içine işleyen, bireyin hayat ve zamanını, kapitalist işgücüne dönüştüren bir güçtür.’
Bu amaca erişmek için, ayrıntılı program ve tarifeler, alıştırmalar ve talim, sınavlar, rapor tutma, akıl hastalarının tecriti, v. b. g., de dahil olmak üzere, çok çeşitli teknikler geliştirilir. Bu türden pratiklerin simgesi, Bentham’ın, Foucault ‘nun disipliner iktidarın `mimarî bir eğretilemesi’ diye tasvir ettiği, `panaptikon’udur. Jeremy Bentham (1748-1832), mahkûmların, birbirlerini asla göremezken, hapishane müdürü tarafından sürekli olarak izlenebilmelerini sağlayan, merkezî bir gözlem noktasından etrafa doğru yayılmış müstakil hücrelere sahip bir hapishane binası planlamıştı. Foucault ‘nun sözleriyle, panoptikon, `mahkûmda, iktidarın otomatik olarak işlemesini sağlayan bilinçli ve sürekli bir izlenebilirlik hâli yaratmak’ amacıyla, bir `mekânsal birimler oluşturma’ yoludur.
Bu örneğin de sarih hâle getirdiği gibi, modem dönemde egemenle tebaa arasında bir `izlenebilirlik tersinmesi’ söz konusu olur. İlgi odağı artık daha fazla egemenin kendisi olmayıp, pastoral alakanın her daim gönüllü olmayan nesnesi hâline gelen mütevazi bireydir. Foucault ‘ya göre, benzer disipliner teknikler, hepsi de `bireylerin yararlılık artışı’yla ilgilenen, hapishane modeline göre inşa edilmiş `cezaevi benzeri’ kurumlarda (okullarda, hastahanelerde, tımarhanelerde, fabrika ve kışlalarda), geliştirilir.Karakteristik bir biçimde modern olan bu kurumlar, daha aydınlanmış ve rasyonel bir çağın insanî ürünlerinden ziyade, yayılan bir iktidarın daha etkin ve daha tedirgin edici araçlarıdır.
Bununla birlikte, öznenin disipliner pratiklerle nesneleştirici disiplinlerin bir nesnesi olarak kuruluşu, öykünün yalnızca bir yansıdır. Modern öznenin jeneolojisinde, bireysel özneyi özne olarak kuran paralel bir süreçler dizisi de aynı ölçüde önem taşır. Bu nedenle, Foucault ‘- nun cinsellik tarihi, özneyi kendisinden ziyadesiyle ve ciddi olarak sorumlu kılma amacı güden bir söylemler ve pratikler dizisinin ortaya çıkışının izini sürer.
Ondokuzuncu yüzyılda, norm olandan `ahlâkdışı’ cinsel sapmaların en ince ayrıntılarını ortaya koyan, cinsellikle ilgili öykülerdeki patlama, yeni doğan nüfus biyo-politiğiyle ilişkilendirilir, ama o aynı zamanda öznenin özne olarak içten kuruluşuna katkı yapar. Bu öyküdeki önemli bölümler, Katolik günah çıkartma hücresi, Freudçu psikanaliz, ve `cinselliğin’, bedenlerle ilgili nispeten önemsiz bir olgudan bireyin kimlik bilinci için belirleyici olan bir şeye terfı edişidir. Foucault ‘nun analizi, gerek psikanalizde ve gerekse günah çıkartmada farklı şekillerde uygulanan `derinlik hermeneutiği’nin bir eleştirisini ihtiva eder. Zihin ya da ruha dair, bu hasta sorgulama pratiklerinin açığa çıkarttığı düşünülen, derin hakikatler, gerçekte iktidarın özellemeleri olarak işlev görürler. Onların yorumlan, derin bir anlam ya da hakikati açığa çıkartmak bir yana, öznede özü itibariyle kendi yaratıları olan hakikatleri yazar. Özne, yaşamının giderek daha fazla sayıda bölgesinin sorumluluğunu alması için, ayartılır.
Foucault ‘nun iktidar yorumunun politik teori ve pratik için radikal sonuçları vardır. O özellikle, toplumsal ve tarihsel olayların arzettiği çeşitliliği, tek bir açıklayıcı çerçeve içinde bir araya getirmeye kalkışan, `bütünselleştirici teoriler’in altını oyar. Karmaşık güç ilişkileri alanını örgütlenmiş bir bütün olarak teorileştirmek, eleştirel bir zihniyete sahip entellektüellerin veya sosyalist militanların ellerinde dahi, kaçınılmaz olarak hâkimiyetin yeni baştan tesisine katkı yapar. Bürokratik devlet sosyalizmi deneyiminin de kanıtladığı gibi, yöneticiler, otoritelerini meşrulaştırmak veya iktidarı daha etkin bir biçimde hayata geçirmek için, bütünselleştirici teorilere başvurabilirler. Foucault, meslektaşı Deleuze ‘le olan konuşmalarında, teori için daha az otoriter bir rol önerisinde bulunur. Tıpki güç ilişkilerinin karmaşık ve yayılmış olması gibi, direnişin de çok merkezli ve muhtelif olması gerekir. Güç ilişkilerinin çeşitliliği iktidarın, herşeye rağmen, birbirleriyle bağlantı(ı oldukları veya bir ağ meydana getirdikleri düşünülebilen, görünümlerine karşı çeşitlilik arzeden bir direnişi teşvik eder.
Sheıydan’ın sözleriyle,
Entellektüelin rolü, bundan böyle bütünün bogulmuş hakikatini ifade etmek için, kendisini `bir şekilde onun önüne ve yanına’ yerleştirmek değildir; daha ziyade, onu `bilgi’, `hakikat’, `bilinç’ ve `söylem’ alanında, kendi nesnesi ve aracına dönüştüren iktidar biçimlerine karşı mücadele etmektir.
Entellektüeller kendilerini halkın temsilcileri veya proletaryanın öncü kolu olarak öne sürmemelidirler. Onların `başkaları adına konuşma alçaklığından’ sakınmaları gerekmektedir. Foucault ‘nun teorisi ve pratik ilişkisini başta sona elden geçirmesi, farklılığın, çeşitliliğin ve özerk örgütlenmenin önemini vurgulayan çağdaş (ya da zaman zaman `yeni’) toplumsal hareketlerin politikasında kayda değer ölçüde yankı bulur.Foucault’nun modern iktidar formlarıyla yönetsel rasyonalitenin doğuşuna ilişkin yorumu, gerçekte, Weber ‘in toplumun tersine çevirilemez rasyonalizasyonuyla ilgili açıklaması ve Frankfurt Okulu’nun meşum `Aydınlanma diyalektiği’ne ilişkin kötümser anlatısıyla benzerlikler gösterir.
Foucault bu benzerlikleri teslim ve itiraf etse de, onun temel amacı, ‘genel olarak rasyonalizasyonun yayılımını’ öne sürmekten ziyade, `bu türden bir süreci çeşitli alanlarda analiz etmektir. Onun aktüel iktidar mekanizma ve teknikleri üzerinde odaklaşması, pastoral iktidarın bireysel görünümlerini vurgulayışı ve boyun eğdirilmiş öznelerin özneler olarak kuruluşundaki suç ortaklığından şüphelenişi; bütün bunlar, onun analizinin ayırıcı yönleridir. Foucault ‘nun Nietzscheci anti-hümanizmi de, onu, rasyonalitenin değeri söz konusu olduğunda, Frankfurt Okulu teorisyenlerinden (tabiî ki, özellikle Habermas ‘tan) çok daha tutarlı bir biçimde, şüpheci biri yapar. Bir sonuç olarak, Foucault sık sık güçsüzleştirici bir ahlâkî rölativizmi ya da hatta nihilizmi hayata geçirmekle suçlanır. Onun iktidar yorumu, iktidara direnmeyi imkânsız ve, iktidara karşı başka bir alternatif düşünülemez olduğu için, gereksiz kılan bir görüş olarak, `iktidarın toplumculluğun [bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık biçimlerinin, çev.] kendisine eşdeğer’ olduğu anlamına gelecek şekilde değerlendirilmiştir.
Öte yandan, Foucault Habermas ‘ın ideal diyalog modeline yakın bir şeyin normatif gücüne başvurur. Diyalogla polemik arasındaki ayırım, `bütün bir ahlâkın, hakikat arayışını ve ötekiyle ilişkiyi yakından ilgilendiren ahlâkın kendisine bağlı olduğu’ bir ayırımdır. Diyalogda, `tek tek her kişinin hakları, bir anlamda tartışmaya içkindir.’ Oysa, polemik yaratma amacı güden kişi, `peşinen sahip bulunduğu ve şüphe etmeyi asla kabul etmeyeceği imtiyazlarla kuşatılmış olarak ilerler.Şurası muhakkaktır ki, Foucault ‘nun ahlâk ve hakikatin transendental teminatlarına dönük Nietzscheci şüphesi, onun tüm değerleri gereksiz gördüğü veya sadece onları birbirlerine eşit saydığı anlamına gelmez. Foucault, hem teori ve hem de yaşamda, hiç şüphesiz politik olarak angaje olmuştur; o, ahlâkî inançları olmayan biri değildir. Foucault ‘nun şüpheci kabullerinin, onu bu inançlara zorlayıp zorlamadığı hususu ise, tartışmalı bir konudur.
Kıta Avrupası Felsefesine Giriş.-Dawid West-Paradigma Yayınları
Foucault’in kendisini okumadan,yorumunu okumanin yararindan cok zararinin olacagini düsünüyorum.