Avrupa, deliliğe oldukça geç bir ruhsal hastalık statüsünü tanımıştır. Oldukça sık olarak pozitif tıbbın doğuşuna kadar delinin cinlere tutulmuş olarak kabul edildiği söylenmektedir. Ve psikiyatrinin bugüne kadar ki tüm geçmiş (ler) i ortaçağın ve Rönesanssın “deliliğinde” dinsel ve majik anlamların dar ağına yakalanmış, teşhis edilememiş hastayı anlatmayı istediler. Şimdiye kadar sadece doğa üstü doğalsızlıkların görüldüğü yerde doğanın zarar vermelerinin keşfedilebilmeleri için evvela net ve nihayet bilimsel tıbbi bakışın gelişmesi gerekiyordu. Bu yorum bir hata üstünde oturur; ki yani “deliler” cinlere tutulmuşlar olarak kabul edilmektedir; bir yanlış önyargıya dayalıdır: ki cinlere tutulmuş olarak belirtilenler ruh hastalarıdır; ve nihayet bu yorum yanlış bir sonuca dayanır: eğer cinlere tutulmuş olanlar gerçekte deliler iseler, deliler gerçekten de cinlere tutulmuş olanlar gibi tedavi edilmelidirler, gibi bir sonuç çıkarılmaktadırlar.
Gerçekte cinlere tutulmuşun bu kompleks sorunu doğrudan deliliğin tarihi altına yerleştirilemez, bunun yerine dinsel düşüncelerin tarihi altına yerleştirilebilir. Tıp, 19. yüzyıldan önce iki kez cinlere tutulmuşluk sorunuyla uğraştı: ilk kez, yani parlamentolar, hükümetler ya da bizzat katolik hiyerarşisi hala engisizyon uygulamaları yapan belli manastır tarikatlarına karşı cephe aldıkları zaman J. Weyef den Duncun (1560 1640)’a kadar bir sıra hekim vasıtasıyla : Hekimler, şeytanla yapılan her anlaşmanın ve tüm şeytani ritüellerin öldürülmüş bir muhayyilenin gücü ile açıklanabileceklerini kanıtlama talimatı almışlardı; ikinci kez, 1680 ile 1740 arasında, yani tüm katolik kilisesinin ve hükümetin, Ludwigs XlVün yönetim süresinin sonunda takip edildiği için ortaya çıkan protestan ve Jansenistik mistisizminin baş göstermesine karşı cephe aldıkları zaman. Hekimler o zamanlar, coşkululuk (Ekstase), uyarılma (Inspriration), peygamberlik, ilham telkin etme gibi tüm fenomenlerin aziz ruh (tabii ki heretiklerde/dinsizlerde) yoluyla, meyve sularının/içeceklerin ya da ruhların fokur fokur kaynaması yoluyla neden olunduğunu kanıtlamak için kilise yöneticilerince atanırlardı.
Tüm bu dinsel, paradinsel fenomenlerin tıp boyunca uzantısı demek ki, ruhsal hastalığın tanımlanmasına neden olan büyük uğraşı ile karşılaştırıldığında sadece bir tali episoddur; ve her husustan önce bu [episod] tıbbın gelişimi için önemli bir tahrikten kaynaklanmamıştır; bilakis dinsel deneyim kendini kanıtlamak için tıbbın onayını ve eleştirisini yardıma çağırmıştır ve bunu sadece takviye için [yapmıştır]. Bu eleştirinin tıbdan daha sonra tüm dinsel fenomenlere yayılması ve yani dinin nevrozun fantastik güçlerinden kaynaklandığını ve aynı şekilde ve paradokssal olarak din tarafından lanetlenmiş olanların kendi dinlerinin ve kendi nevrozlarının kurbanları olduğunu gösterebilmek için, bizzat onu ortaya çıkaran katolik kilisesinin zararına tamamen hristiyan deneyimine karşı kullanılmış olması bu tarihin kaderidir. Fakat bu dönüşüm tarih olarak 19. yüzyılı kaydeder, yani, içinde ruhsal hastalığın pozitivist anlamda tanımının artık iyice yerleşmiş olduğu bir dönemi kaydeder.
Avrupa’da 19. yüzyıldan önce deliliğe ilişkin deneyim çok yapılıydı; bizim çağımızın onu “hastalık” kavramı içine alması, bizi onun orijinal zenginliği hakkında yanıltmasın. Şüphesiz artık Yunan tıbbmdan bu yana deliliğini olanı, ve azından kısmen, patolojinin kavramları ve onunla ilgili tedavi yöntemleri ile doludur. Avrupa’da her zaman deliliğin bir tıbbı tedavisi vardı ve ortaçağın yaşlılar yurtları / hastaneleri, sözgelimi Paris’deki Hötel Dieu gibi, deliler için büyük oranda yatak tahsis ettiler (çoğu zaman kapalı yataklar, kudurmuşları itaat altında tutabilmek için, büyük kafeslerin bir türü). Fakat bu, delillerin sadece iyileştirilebilir olan biçimlerinin kabul edildiği küçük bir sektördü (phrenesie, episodsal olarak ortaya çıkan cebir eylemi ya da “melankoli” nöbetleri). Delilik bu sektör boyunca çok yaygındı, fakat tıbbi bir yardım alamıyordu.
Mamafih bu yaygınlığın sabit ölçüleri yoktur; en azından algılanabilen yoğunluklarında dönemden döneme değişirler, bazen bu [yaygınlık] gizli ve sübliminaldir; bazen de tekrar yüzeye çıkar, en öne gelir ve hiçbir güçlük olmaksızın kültürel manzara/dokuya yerleşir. Kesinlikle söylenebilir ki, 15. yüzyılın sonu, deliliğin dilin temel güçleriyle tekrar ilişki kurduğu dönemlerin biridir. Gotik döneminin son ifadeleri değişkendi ve daima ölüm korkusu ve delirme korkusunca hükmedilmekteydiler. D£s Irınoccents mezarlığında sunulan ölüm dansım Campa Santo von Pisa duvarları üzerindeki ölümün zaferini, tüm rönesans boyunca çok sevilerek kutlanan sayısız deliler dansı ve deliler kutlamaları izledi. Çünkü bunlar sayısız halk eğlenceleridir, “deliler dernekleri” nce düzenlenen tiyatro oyunlarıdır, söz gelimi Flaudern’deki Navire bleu gibi; buraya, Bosch’un Deliler Gemisi (= Narrenschi’nden Breughe Ve ve Margot la Folle’e kadar tüm ikonografi girer; bunlar aynı zamanda, öğretici metinler, Brandini Deliler Gemisi (= Narrenschiff) ya da Erasmus’un Deliliğe Övgü1sü gibi felsefi ve eleştirel eserlerdir; nihayet bunlar deliliğe ilişkin tüm literatürdür; Elizabeth dönemi tiyatrosunda ve klasik öncesi Fransız tiyatrosunda, göz yaşları ve biraz geç dönemde, itiraf sahneleri gibi delilik sahneleri dramatik mimariye aittir; bu [sahneler] dramayı hayalden gerçeğe, yanlış çözümden gerçek sonuca dönüştürürler. Bunlar, çağdaş romanların olduğu gibi, Barok tiyatrosunun temel unsurlarıdır: şövalye hikayelerinin büyük maceraları, artık fantazmalarını, kontrol etmesini bilemeyenlerin kafalarında kolayca fantastik rivayetlere dönüşür. Shakespeare ve Cervantes rönesansın sonunda, gelecekteki hükümranlığını Bratıd ve Hieronymus Bosch’un yüzyıl önce bildirdikleri bu deliliğin büyük saygınlığına tanıklık ederler.
Bu, rönesansın delilerine ihtimam göstermediği anlamına gelmez. Tam tersine: 15. yüzyılda, önce Ispanya’da (Saragossa’da), sonra İtalya’da, ilk büyük, sadece delilere tahsis edilmiş hastaneler/yaşlılar yurtları açıldı. Delilere buralarda şüphesiz büyük oranda arap tıbbına yönelik bir tedavi uygulandı. Fakat bu uygulamalar münferit yerlerle sınırlı idi. Özde delilik özgürlük durumundaki bir yaşantıdır; o engellemeksizin hareket eder, o herkese ait gösteri alanının ve dilin bir parçasıdır, o herkes için , üstesinden gelmek yerine aşırılığa vardırılan günlük bir deneyimdir. 17. yüzyılın başında Fransa’da halkın, gerçekten eğitimli halkın kendisini eğlendirdiği meşhur delilikler vardı; Blut di Arberes gibi bazıları yayınlanmış ve delilik düşüncesinin eserleri olarak okunan kitaplar yazdılar. Yaklaşık 1650’ye kadar Avrupa kültürü deneyimin bu biçimleri için garip bir şekilde kabul edici tavırdaydı.
[Ve bütünüyle tüm Avrupa’da] sadece delileri kabul etmek için belirlenmiş değil, aynı zamanda, en azından bizim algılamamıza göre, son derece değişik türdeki insanların büyük bir kısmı için belirlenmiş mühendislik [harika’ sı] binalar yaratıldı: fakir özürlüler, sıkıntı içindeki yaşlı insanlar, dilenciler, inatla iş arayanlar, cinsel hastalıklılar, suçlular, hertürlü hür fikirliler, ailelerince ya da kralın yönetiminin kendilerine bir kanunsal cezalandırmayı esirgediği tüm kişiler, savurgan aile reisleri, aforozu kaldırılan dinciler, kısaca düzen, akıl, moral ve toplum açısından bozuculuğun bir emaresini gösteren tüm insanlar hapsedildiler. Bu düşünceden olarak hükümet Paris’de Bicetre ve Salpetriere ile Höpital general açtı; bundan kıs& zaman önce Saint Vincent de Paul eski Saint Lazare cüzzarnlılar sığmağını bu türden bir hapishaneye dönüştürdü ve hemen arkasından, Charenton bu yeni kuramların modeline göre yeniden yapılandırıldı. Fransa’da her kent kendi Höpital general’ine sahip oldu.
Bu evlerin hiçbir şekilde tıbbi işlevleri yoktu; buralara iyileştirilmek için kabul edilinmezdi; buralara, artık daha fazla uz un süre toplumun bir parçası olunmak istenmediği ya da olunmaya izin verilmediğinde girilirdi. Klasik çağda delilere ve böyle bir çoklarına uygulanan göz altına alma yoluyla, deliliğin hastalığa olan ilişkisi sorun haline getirilmemekte, aksine toplumun kendisine, bireyin davranışında tanınana/görülene ve tanınmayana/görülmeyene olan ilişkisi problematize edilmektedir. Şüphesiz gözaltına alma bir ihtimam önlemidir; bu evlere bağışlanan bir sıra vakıf bunun bir delilidir. Fakat bu, ideali mükemmel bir şekilde kendi içine kapalı olma alan bir sistemdir: yaklaşık aynı zamanda ortaya çıkan İngiliz Workhouses’de olduğu gibi Höpital general’da zorunlu çalışma hakimdir; orada iplik eğirilir ve kumaş dokunur, ucuz fiyata pazarda satılan çok çeşitli eşyalar üretilir, bu para ile hastanenin varlığım sürdürebilmesi mümkün olur. Fakat zorla yüklenen çalışma bir ceza önlemi ve ahlaki kontrol karakteri de taşır. Çünkü ancak böylece yeni yeni gelişen burjuva dünyasında ana ayıp/ana düşkünlük, ticaretin dünyasında her husustan önce bir günah tanımlanmış olur: o artık, ortaçağda olduğu gibi, bir gurur ya da bir arzulanan değildir: o bir haylazlıktır.
Gözetleme evlerinin tüm oturanlarının biraraya getirildiği ortak kategori, üretime, zenginliklerin dolaşımına ya da birikimine katılma yeteneksizliğidir (bu ister suç isterse tesadüf olsun). Onlara uygulanan dışlama bu yetenekliliğin ölçüsüne göre gerçekleşir ve modern dünyada daha önceleri olmayan bir dönüm noktasının/kesintinin ortaya çıktığını gösterir. Demek ki gözetleme orijinalinde ve başlangıçtaki anlamında sosyal mekanın yeniden yapılandırılmasına bağlı olmuştur.
Bu fenomen deliliğin o zamanki deneyiminin ortaya çıkışında iki bakımdan önemli idi. Bir kez, uzun zaman açık olan ve konuşkan, uzun zaman boyunca ufukta kalan delilik artık kayboluyor. O, artık uzun süre dışına çıkamayacağı susmaya yöneliyor; onun elinden dili çalınmıştır ve eğer hakkında konuşulsa bile, onun kendisi hakkında konuşması imkansızdır. En azından Freud’a kadar imkansız. Freud, ilk kişi olarak, tekrar, her an kopabilen, kendisini nüfuz edilemeyenlerde dile getirebilen ortak bir dilin tehlikeli teşebbüsünde akıl ve akıl dışı arasındaki iletişimin bir olanağını açtı. Diğer yandan gözetleme altındaki delilik yeni, tuhaf akrabalıklar oluşturdu. İçinde delilerin cinsel hastalıklılar, cüzzamlılar ve birçok suçlular, ağır suçlular ve hafif suçlular ile bir grupta toplandıkları dışlama mekanı bir tür şüpheli asimilasyona neden oldu; delilik, ahlaki ve toplumsal bakımdan suç ile artık belki hiç kurtulamayacağı bir akrabalık kurdu: 18. yüzyıldan bu yana delilik ile “sevgiden kaynaklanan tüm suçlar” arasında sıkı bir ilişki keşfetmek, deliliğin 19. yüzyıldan bu yana, hem [suçlar olarak] mevcut oldukları için hem de [bunlar] suç olmadıkları konusunda onda [delilikte] nedeninin bulan suçların varisi/mirasçısı olmasına; deliliğin 20. yüzyılda bizzat kendisi, içinde derinde suçluluk ve saldırganlığın orijinal bir özünü keşfetmiş olması bizi şaşırtmamalıdır. Bunların hepsi, öz gerçekliğinde deliliğin ne olduğu hakkında ilerleyen bir keşif değil, aksine Avrupa tarihinin üç yüz yıl boyunca delilikten ne [yarattığının] bir depolanması/çökeltilmesidir. Delilik, alışılmış olarak, zannedildiğinden daha çok tarihseldir, fakat daha çok gençtir de.
Gözaltına alma, orijinal/ilksel işlevini, deliliği susturmayı, bir yüzyıldan daha uzun süre muhafaza edemedi.
Yüzyılın başında huzursuzluk yeniden uyandı. Deli yeniden tanıdık bir çevrede ortaya çıkar; bu defa ona, tekrar katıldığı günlük yaşamda rastlanır. Rameau’nun Yeğeni bunun kanıtıdır. Yani bu çağda, deliliğin böylece bir çok cürüm, günah ve suç ile birlikte hapis edilmiş olarak birlikte ikamet ettiği hapishane dünyası çözülmeye başlar: keyfi gözetlemenin politik teşhiri; vakıflara ve kanunsal hasta bakımının geleneksel biçimlerine yönelik ekonomik eleştiri; halkın, kötülerin yurtları olarak kabul edilen Bicetre ya da Saint Lazare gibi evlerden korkusu: herkes gözetlemenin kaldırılmasını ister. Eğer delilik, o eski özgürlüğünü tekrar elde ederse, onun hali ne olacaktır?
1789’un reformcuları ve bizzat devrim eski baskı altına almanın sembolü olarak gözetlemeyi yok etmek ve aynı zamanda hastanelerdeki/yaşlılar yurtlarındaki kamusal hasta bakımını, tamamiyle çaresizlerin bir sınıfının mevcut olmasına atıfta bulunduğundan dolayı, mümkün olduğunca sınırlamak istiyorlardı. Finansal desteğin ve tıbbi/hekimsel süpervizyonun yeni bir biçimi denendi: bu [yeni biçimin] fakirlere ikame ettikleri yerlerde faydası dokunmalıydı ve onların hastane korkusu olmamalıydı. Fakat delilerin bir özelliğidir ki, onların özgürlüklerini almaları içinde yaşadıkları aile ya da grup için tehlikeli olabilmeleridir. Bundan dolayı onları alıkoymak zorunluluğu ve “delilerin ve tehlikeli hayvanları” m etrafta serbestçe dolaşmasına izin veren herkes için hapis cezası zorunluluğu [getirildi] .
Bu sorunu çözmek için devrim sırasında ve İmparatorlukta eski gözetleme evleri arka arkaya delilere tahsis edildiler ve gerçekten yalnızca delilere. Buna göre o zamanın insan severlik akımı deliler dışında herkesi salıverdi; onlar [deliler] doğal mirasçılar olurlar, onlar şimdi adeta eski dışlama önlemlerine yönelik olarak ayrıcalıklı bir hak iddiası sahibidirler.
Şüphesiz gözetleme şimdi yeni anlam kazanır: o tıbbi karakterde bir önlem durumuna dönüşür. Fransa’da Pinel, İnglitere’de Tuke ve Almanya’da Wagnitz ve Zeii adları bu reformla bağlantılı kişilerdi. Ve bu kişilerde çift bir olayın sembollerini keşfetmeyen hiçbir psikiyatri ya da tıp tarihi yoktur: hümanizmin doğması ve nihayet pozitif bir bilimin başlaması.
Gerçek ise tamamen başkaydı. Pinel, Tuke, onların çağdaşları ve onları izleyenler gözetlemenin eski pratiklerini/uygulamalarını gevşetmediler, onlar onlan tam tersine delileri saracak şekilde sadece daha katica sıklaştırdılar. Tuke’nin New York yakınlarında gerçekleştirdiği ideal deliler kurumunda ruhsal hastalıklı kişi bir tür aile ile çevrelenmektedir, o kendini evinde gibi hissetmelidir; gerçekte ise o işte bu yolla kesintisiz ahlaki ve toplumsal bir kontrole tabi tutulmaktadır; onu iyileştirmek, öyle söylenmekte, ona, aile yaşamının ahlaki omurgası olan bağımlılık, iteat, suçluluk ve minnettarlık duygularını belletmektedir. Bunun aracı tehditler, cezalandırmalar, gıdasız bırakma, aşağılama, kısaca deliyi çocuksu ve suçluluk bilinçli tutan her uygulamadır. Pinel, Bicgtre’de, 1793’de hala orada olan “tutukluları kurtardıktan “sonra benzer teknikler kullandı. O, hastaya fiziksel cebir uygulayan maddi zincirleri iptal etti (mamafih hepsini değil). Fakat buna karşın hastaların etrafında, sığınma yerini/hastaneyi, kesintisiz yargılayan bir kurum yapan ahlaki zincirler oluşturdu: delinin tüm hareketleri gözetlenmek, tüm talepleri bastırılmak, hezeyan düşünceleri çürütülmek, hataları gülünç yapılmak durumundaydı : normalden her sapmayı hemen bir ceza izlemek zorundaydı. Ve [bunların hepsi] kendisine öncelikle bir terapi değil bir kontrol görevi düşen bir hekimin rehberliğinde [yapılıyordu]. Deliler kurumundaki hekim ahlak sentezlerinin bir ajanıdır.
Mamafih bunlar hepsi değildir. Çok hacimli gözaltına alma önlemlerine rağmen Fransız klasik çağı deliliğin tedavisine yönelik tıbbi pratikleri belli bir dereceye kadar varolmaya devam ettirdi ve kendilerini geliştirmeye bıraktı. Alışılmış hastanelerde/yaşlılar yurtlarında deliler için özel bölümler vardı. Bunlar tedaviye tabi kılındılar ve 17. ve 18. yüzyılın tıbbi metinleri, her husustan önce gittikçe sıkça görülen can sıkıntısı ve sinirsel acılarla ilgili olarak, delilerin iyileştirilmesi için uygun teknikleri tanımlamayı denediler. Bu tedaviler ne psikolojikti ne de fizikseldi; onlar aynı anda hem biri hem de diğeriydi: genişleme/hacim ile düşünce arasındaki karteziyen/akılsal ayırım tıbbi uygulamalar alanına nüfuz etmemişti; hastaya, ruhlarını ya da ateşini tazelemek için duş ya da banyo uygulanıyordu; bozulmuş dolaşımını yenilemek için ona taze kan enjekte ediliyordu; hayal gücüne başka bir yön vermek için, onda canlı izlenimler yaratma deneniyordu.
O zamanlar fizyolojinin durumunca tamamen haklı kabul edilen bu uygulamaları şimdi Pinel ve izleyenleri saf baskıcı ve ahlaki bir ilişki içinde devraldılar. Duş yapmak artık canlandırmıyor, cezalandırıyor; bu [duş] artık hasta tamamen ter içinde kaldığında değil, bir suç işlediğinde uygulanıyordu; hala 19. yüzyılın ortasında Lauret hastalarına buz gibi duş uyguluyordu, aynı anda bir konuşma başlatıyor ve onlara, düşüncelerinin bir delilik olduğunu itiraf etmeye zorluyordu. 18. yüzyıl aynı zamanda, katı belli bir hezeyan düşüncesine sabitlenmiş ruhların akışının tekrar harekete geçirilmesi ve kendi doğal yollarını bulması için deliliğin konumlandığı bir rot gibi dönen bir makine icat etti. 19. yüzyıl bu sistemi, ona sadece cezalandırıcı bir karakter vermekle, mükemmelleştirir: deliliğin her dile getirilişinde hasta etrafta döndürülür eğer bir düşünce değişikliği gerçekleşmezse, bayılıncaya kadar. Aynı zamanda, düşey bir aks üzerinde kendi etrafında dönen ve dönüşümleri, içine hapsedilmiş hasta ne kadar huzursuz davranırsa, o kadar hızlı olan bir hareketli kafes geliştirildi. Tüm bu tıbbi oyunlar, o zamanlar artık aşılmış/geçersiz olan fizyoloji üzerine oturtulmuş eski tekniklerin kurum(sal) çeşitleridir. Önemli olan odur ki, Pinelin zamanında gözetleme amacıyla kurulan deliler kurumlan, sosyal bir dışlama mekanının tıbbi yönden halledilmesi ile aynı anlama gelmezler, aksine, kendilerinden bazılarının sosyal önleme önlemleri karakterini, diğerlerinin tıbbi strateji karakterini taşıdıkları bir moral rejimi içerisinde tekniklerin bir karışıklığı/yayılması ile aynı anlamdadırlar.
Bu andan itibaren artık delilik hayalgücü ve hezeyan olan ara unsurlar yoluyla vücudu ve ruhu ilgilendiren bir genel fenomen olarak görülmez. Kurumun yeni dünyasında, cezalandırıcı ahlakın bu dünyasında delilik özde insan ruhunu ve suçluluk duygusunu ve onun özgürlüğünü ilgilendiren bir şey olur; o şimdi iç alana gönderilmiştir ve delilik bu yolla Avrupa dünyasında ilk kez statü, yapı ve anlam bakımında ruhsaldır/psikolojiktir.
Fakat bu ruhsallaştırma/psikolojikleştirme, kendisi yoluyla deliliğin ahlaki değerler ve ahlaki baskı sistemine yerleştirildiği bir sübliminal olayın sadece yüzeysel sonucudur. O [delilik], içinde delinin, dürüstsüzleştirilmiş, hukuk açısından çocukla bir tutulmuş olarak ve deliliğin, suç ile kusurlu olarak günah ile bağlantılı göründüğü bir ceza sistemine dahil edilir. Tüm psikopatalojinin Esqfuirol ile başlayan ve bugünkü bizimki içinde problematiğini tanımladığı üç konunun hakimiyeti altında olmasına şaşırmayalım: Özgürlük cebir/zorlama arasındaki ilişki; regresyon fenomenleri ve çocuksu davranışın yapısı; saldırganlık ve suçluluk duygusu. Deliliğin “psikolojisi” ile keşfedilen sadece bu psikolojinin kullanılmasına yol açan olayların sonucudur. Tüm bu psikoloji, 19. yüzyıl “filantropisi”nin haince bir “özgürleştirme” görüntüsü altında içinde kilitlendiği/kapatıldığı ahlak sadizmi olmaksızın mevcut olamazdı.
Her tür bilginin zalimliğin temel biçimlerine bağlı olduğuna itiraz edilebilir. Deliliğe ilişkin bilgi bir istisna değildir. Fakat şüphesiz bu bağlantı işte deliliğe ilişkin olarak özellikle vahimdir. Sadece evvela bu bilgi yoluyla deliliğin psikolojik çözümlenmesinin mümkün olduğundan değil, aynı zamanda her husustan evvel, gizlice her tür psikoloji imkanının onun içinde yapılanmış bulunduğundan dolayı: unutulmamalıdır ki, “objektif’ ya da “pozitif’ ya da “bilimsel” psikolojinin tarihsel orijini ve temeli patolojik deneyimdedir. Kişilik bölümlenmelerine ilişkin bir çözümleme kişilik psikolojisine imkan verdi; baskıların/cebrin ve bilinçsizlik durumunun bir çözümlenmesi bilinç psikolojisini kurdu; yetersizliklerin bir çözümlenmesi zeka psikolojine neden oldu, Başka türlü söylensin: insan, onun deliliğe olan ilişkisi bir psikoloji mümkün kılalı beri, yani, onun deliliğe olan ilişkisi dışsal olarak dışlama ve cezalandırma ve içsel olarak ahlakın ve suçun içine yerleştirme yoluyla tanımlanalı beri, ancak psikolojikleştirilebilir bir tür oldu. Deliliğin bu iki fundemental aksa olan bağlantısı yoluyla başlayan 19. yüzyılın insanı deliliğe yönelik bir baskını/hareketi ve bununla genel bir psikolojiyi mümkün kıldı.
Gerçeğin karanlığının ve onun mutlak çürütülüşünün bir akılsızlık deneyimi içinde 18. yüzyıl Avrupa insanına karşı çıkmaları [ve bu akılsızlık deneyimi] şimdi insanın doğal gerçeğine haline gelir ve bizim için hala öyledir. Ve bu giriş bizden bir yandan nesnel indirgemeler talep etme (dışlama eğilimi) ve diğer yandan bitmez tükenmez bir şekilde kendisiyle gerisin geri ilişkilendirme isteme (ahlaki ilişkilendirme eğilimi) yoluyla bu girişin ne denli çift anlamlı olduğu kavranılır. Çağdaş psikolojinin tüm epistomolojik kökeni, zaman bakımından devrim ile birlikte gerçekleşen ve insanın bizzat kendisine olan ilişkisini ilgilendiren bu olaydadır. Psikoloji, modern insanın kendi gerçeğini aradığı ve kaybettiği bu etik dünyanın üzerinde ince bir deridir. Tam zıddını söylediği iddia edilen Nietzsche bunu görmüştü.
Deliliğin psikolojisi buna göre sadece gülünç olabilir ve buna rağmen öze dokunur. Gülünç, çünkü deliliğin psikolojisini yapmak istemek demek, psikolojiden, kendi koşullarına hücum etmeyi, kendi imkanının koşuluna geri dönmeyi ve kendisi için aşılamaz olanı aşmayı talep eder. Psikoloji asla deliliğe ilişkin gerçeği söyleyemeyecektir; çünkü psikolojini gerçeği kesinleştirilmiş deliliktedir. Ve buna rağmen deliliğin psikolojisi yanılmaz bir şekilde özsel olanın üstüne gider, çünkü o [psikoloji] karanlıkta içinde imkanlarının birbirine bağlandığı noktaya doru hareket eder; yani çünkü o [psikoloji] kendi yoluna gerisin geri gider ve insanın kendisiyle bir ilişki kurduğu ve onun homo psychologicus olmasına neden olan yabancılaşma biçimini kullandığı alana yönelir. Kökenlerine kadar sürülmüş olarak, deliliğin psikolojisi ruhsal hastalığın bir hakkından gelme ve onun yok olmasının bir imkanı değil, aksine bizzat psikolojinin tahrip edilmesi ve akıl ve akılsızlık arasındaki o özsel olanı psikolojik olmayan, çünkü ahlak! olmayan ilişkinin ortaya konmasıdır.
Bu ilişki Hölderlin’in, Nervalsin, Roussei’in ve Artalıu’un eserlerinde yaşayandır ve görünendir, psikolojinin tüm kötülüklerine rağmen ve insana, onun günün birinde belki delilik ile büyük trajik karşılaşma için psikolojiden ayrılmış, hür olabileceğini vadeder.
Çox maraqlı məlumatlardır 🙂