Etik’le ilgili olarak genellikle, Foucault’nun 80’li yıllardan itibaren üzerinde çalışmaya başladığı bir alan olduğu söylenir. Ve bunun Foucault’nun düşüncesinde bir değişime tekabül ettiği söylenir. O da Foucault’nun tekrar özne kavramına geri dönüşüdür. Ben buna çok fazla katılmıyorum. Çünkü Foucault’nun düşüncesinde, özellikle birinci dönem veya arkeolojik dönemin ve ikinci dönemin soy kütüksel, soy bilimsel ve jeneolojik; ve üçüncü dönemin etik diye çok katı bir ayrım yapılamayacağını ve aslında şu veya bu şekilde Foucault’nun eserlerinin toplu halde yayımlanabileceğini ve bunun arkasında etik bir motivasyon veya etik bir kaygı olabileceğini düşünüyorum.
Kendi yorumum da böyle zaten. Ben isterseniz niçin Foucault’nun eserleri toplu halde yorumlanabilinir; ne yapılmaya çalışıldı onu söyleyebilirim.
Etik kavramından Foucault’nun anladığı spesifik bir şey. Etik derken Foucault, insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişkiyi kastediyor. Zaten ‘Etik’ kavramı Yunanca’daki Ethos’tan geliyor. Ethos’un da iki farklı yazılış biçimine tekabül eden iki farklı anlamı var. Ethos tam anlamıyla karakter demektir. Bir anlamı da töre diyebileceğimiz, toplumun sahip olduğu, toplum tarafından bilinçli veya bilinç dışı dayatılan normatif bir sistem. Örneğin Aristotales’in Nıkomakhos’a Etiğini okuduğunuz zaman orada erdemi tartışırken bir ayrım yaptığını görürsünüz. İki türlü erdemden bahseder. Bu genellikle yanlış olarak batı dillerine ahlaki erdemlerle entelektüel erdemler olarak çevrilir ama aslında ahlaki erdemler diye adlandırılan erdemlerin esas orijinal Yunancası karakter erdemleri. Antik Yunan’da özellikle Aristotales tarafından insan karakterini oluşturan bir takım temayüllerden ibaret doğuştan kapasite olarak sahip olduğumuz, sonra belli bir şekilde fiili hale getirdiğimiz bir takım kapasiteler. Dolayısıyla etik kavramını Foucault da Antik Yunan’a gönderme yaparak kullanıyor. Antik Yunan’da özellikle Hellenistik dönemde almış olduğu daha spesifik bir biçimi. O da insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişki. Karakter’i şunun için söz konusu ettim: çünkü kendi kendisiyle kurduğu ilişki derken orada bir kendilik kavramı var.
Peki insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişki Foucault açısından niçin bu kadar önemli? Çünkü Foucault insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi bir kavramsallaştırma olarak adlandırıyor. Yani kendimizle kurduğumuz ilişki derken bizim kendi davranış biçimlerimizde kendimizle kurduğumuz bir bilinç ilişkisi söz konusu. Ve bu bilinç ilişkisi kendi davranışlarımızı şu veya bu şekilde kavramsallaştırmamız anlamına geliyor. Bu kavramsallaştırma aslında her zaman çok belirgin olmasa bile normatif içeriği olan bir kavramsallaştırmadır. Yani farkında olsak da olmasak da davranış biçimlerimizi sadece bilimsel anlamda kavramsallaştırdığımızı düşündüğümüzde bile farkında olmadan bu kavramsallaştırmaya normatif bir şeyler ekliyoruz. Normatif olarak, arzu edilebilir olmayan davranış biçimleri olarak adlandırılan davranış biçimleri, insanların kaçınması gereken davranış biçimleri olarak ortaya çıkıyor. Yani insanın kendi davranışlarını kendi rızasıyla gönüllü olarak sınırlandırma getirmesi. Ama bunun olabilmesi için o davranış biçimlerinin bir şekilde kavramsallaştırılması, insanın o davranış biçimleriyle belli bir kavramsal sistem üzerinden bilinç ilişkisi kurması lazım. İlginç bir şekilde Foucault 1980’den itibaren, demin etik olarak sözünü ettiğim bu bilinç ilişkisini öznellik olarak adlandırıyor. Zaten modern felsefe geleneğinde öznellik dendiğinde genellikle anlaşılan şey insanın kendi kendisiyle kurduğu bilinç ilişkisidir. Dolayısıyla Foucault’nun etik üzerine söylediklerini, öznellik kavramı üzerine söyledikleriyle ilişkilendirmek, aynı çerçevede düşünmek lazım. Tam da bu yüzden yine aynı yıllarda, 80’lerde yani, Foucault etikle ilgili bir takım önemli şeyler söylemeye başladığında kendi bütün yapıtlarını bir perspektif olarak toplu halde yayınlarken, esas konusunun, esas araştırma alanının her zaman ilk başından itibaren öznellik olduğunu altını çizerek söyler. Öznellik deyince ne anlaşılıyor? Biraz önce de söylediğim gibi, kendimizle kurduğumuz bilinç ilişkisi ve kendi çerçevemize giren bütün davranış biçimlerinin kavramsallaştırılması ve bu kavramsallaştırma sonucunda o davranış biçimlerinin öznel deneyim dediğimiz şeye dönüştürülmesi. Foucault açısından gerek özne gerekse öznel deneyim doğal şeyler değildirler. Bunlar bir takım söylentiler ve söylemsel olmayan pratiklerle kurulmuş olan bazı şeylerdir. Dolayısıyla da eylem ve bilgi olarak adlandırdığımız veya sınıflandırdığımız bu öznel deneyimleri, ancak söylemsel olan ve olmayan pratiklerin bir analizini yaparak anlamak mümkün Foucault’a göre. Foucault’a göre özne veya öznel dediğimiz kategori, doğal şeyler değil kurulmuş şeylerdir. Tarihsel olarak kurulmuş şeyler onların dolayısıyla kurulmasında belirleyici olan pratiklerin yani söylemlerin ve o söylemleri mümkün kılan bir takım kurumsal alanlarının bir analizini yapmak lazımdır. Şimdi eğer böyle bakarsanız o zaman zaten doğrudan doğruya Foucault’nun etik olduğu iddia edilen dönemden önceki iki farklı döneminin, bu döneme girdiğini görürsünüz. Bunlardan biri arkeoloji, diğeri soy bilim veya jeneoloji. Çünkü Arkeoloji Foucault’nun yaptığı bir söylem analizidir. Daha doğrusu bir yöntem olarak arkeoloji bu söylem analizi dediğimiz şeyin gerekli kuralları koşulları bize Foucault’nun anlattığı bir şeydir; veya Foucault’ya göre söylemlerin analizini yaparken kullanılması gereken bir yöntemdir. Bir de ikinci bir aşaması var bunun; o da jeneoloji. Foucault’nun kurumlar ve bu kurumlarda geçerli olan iktidar ilişkilerinin analizini yaptığı alan.
Nietzsche’nin jeneoloji anlayışıyla Foucault’nun jeneoloji anlayışı arasında çok yakın bir bağlantı var. Foucault jeneoloji kavramını aslında Nietzsche’den değil Döleuse’nun Nietzsche okuması üzerinden alıyor. Bu da doğaldır. Çünkü altmışlı yıllarda Nietzsche merakı artıyor Paris’te. Döleuse’ten bir kuşak önce bir takım edebiyat eleştirmenleri, sosyologlar, düşünürler Nietzsche üzerine yazmaya başlıyorlar. O dönemde ortaya çıkmış önemli Nietzsche yorumları vardır. Bunları takiben Döleuse’ın de yazdığı “Nietzsche ve Felsefe” adında bir kitabı vardır. Oradaki Nietzsche yorumundan çok etkilendi Foucault. Ama kendisinin de “Nietzsche Tarih ve Jeneoloji” diye iyi bir makalesi vardır. Tam anlamıyla aynı şeyi kastediyorlar.
Foucault Nietzsche’yi biraz daha okuyarak Nietzsche’nin Jeneoloji kavramını kendi kafasında netleştirip uyguluyor jeneolojik döneminde. Ne anlaşılması lazım jeneolojiden? Jeneoloji kavramına soy bilim diyorum ben; soy kütük demiyorum. Çünkü logos’la bitiyor, loji’yle bitiyor. Dolayısıyla kütük yerine bilim demek daha önemli. Bir nedeni daha var soy kütük yerine soy bilim dememin: Soy kütük dediğimiz şeyi başka bir kavramla karıştırmak mümkün. O da secere. Secere kavramıyla soy bilim kavramını bir birinden ayırt etmek lazım. Çünkü ikisinin maksatları çok farklı birbirinden. Secere dendiği zaman bir insanın seceresinin çıkartılması anlaşılır. Bir şeyin seceresini çıkarmaya çalıştığınız zaman yapmaya çalıştığımız çok temel bir şey var. O da nedir? O seceresini çıkardığınız şeyin belirli bir değeri olduğunu göstermek ve bu değeri teyit etmek. Bunu da tarih içerisinde geriye doğru giderek yapıyorsunuz. O soyun ilk çıkış noktasına kadar geri götürerek yapıyorsunuz bunu. Ve bu ilk çıkış noktasındaki şahıs veya kavram onun çok değerli bir şey olduğunu ve bugün anlamını bulup çıkarmaya veya değerini belirlemeye çalıştığımız şeyin esas anlam değerinin en saf ve en bozulmamış en değerli haliyle o ilk çıkış noktasında var olduğunu iddia ediyorsunuz. Daha sonra o geliş ve tarihsel çizgi içerisinde bu anlamın bu değerin ne şekilde muhafaza edildiğini ama çok temelde o anlamı, o değeri muhafaza ettiğini düşünüyoruz. Şimdi Nietzsche ‘nin yapmaya çalıştığı şey bunun tam tersi. Yani ahlakın jeneolojisi kitabında Nietzsche’nin hedefi, Hıristiyan ahlakıdır. Esasında bunun da arkasında çok değerli tek bir çıkış noktası olmadığını, aslında Hıristiyan ahlakı dediğimiz ahlakın kökenlerinin çok farklı olan birden fazla gelişim çizgisinin tarihsel bir kesişme noktasında ortaya çıktığını gösterir. Mesela bunun bir örneği rahipler kastıdır. Bir örneği de şudur: arkaik çağlarda yapılan ticari bir takım alışverişlerde borçlu alacaklı ilişkisini anlatır ve bu borçlu alacaklı ilişkisi sonucunda bunun bir çıkış noktasını, başka bir çizgiyi oluşturduğunu söyler. Kölelerin efendileri mutsuz kılmak için ortaya attıkları bir irade kavramı olduğunu, bu kavramın da Hıristiyan ahlakının gelişiminde katkısı olduğunu ama bunların farklı farklı çıkış noktaları olan çizgiler olduğunu, bunların bir noktada birleşerek Hıristiyan ahlakı dediğimiz şeyi ortaya çıkarttığını iddia eder. Dolayısıyla Foucault da aynı şeyi söylüyor. Jeneoloji yaparken dikkat edilmesi gereken şey geçmişten bugüne doğru gelmek değil; ki bunu Nietzsche de Foucault da tekrar ediyor. Platonik bir tarih anlayışı diyorlar. Platoncu bir ontolojide dünyada bakıp da gördüğümüz bir nesnenin arkasında formlar olduğunu ve bu şeyin gerçek özünün, anlamının bu formda olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bunun hakikatini bilebilmek onun gerisine gidip arkasındaki, en arkasındaki forma gidip ulaşmakla ilgili bir şey. Bu anlamda Platoncu bir refleksle hareket ettiğini düşünüyor Nietzsche geleneksel tarihin. Yani bugün değerini biçmeye, tahlil etmeye çalıştığımız şeyin anlamının değerini, manasının özünün ilk çıkış noktasında olduğunu düşünmek. Bunun tam tersini yapmak lazım Nietzsche’ye göre. Statükoya göre jeneoloji bugünden başlayıp geriye doğru gitmesi gereken bir yaklaşım, bir yöntem. Ve bunu yaparken de bugünkü mevcut durumu ortaya çıkaran o kesişme noktasından geriye doğru giden farklı çizgileri geriye doğru takip etmek tek tek. Bu çizgilerden hiç bir tanesinin nihai bir bitiş noktası yok. Bunlar geriye doğru daha da dallanarak giden çizgiler. Biz bir yerde durmak zorunda kalıyorsak, Foucault’ya göre bunun sebebi elimizde artık daha fazla tarihsel bilgi olmaması. Daha fazla geriye gidecek formasyon bulamadığımız için duruyoruz. Ama elimizde bilgi, doküman, belge olsaydı sonsuza kadar gitmek mümkün olabilecekti belki.
Foucault’nun yaptığı şey nedir jeneolojide? Modernitenin çok önemli bir parçasını oluşturan belki de modernite ve aydınlanma ruhunun da çok önemli bir parçasını oluşturan bir takım kurumların tarihini yapmak. Bu kurumların arasında Foucault’nun tarihini yaptığı birkaç tane önemli kurum var. Bir tanesi akıl hastanesi, bir tanesi hapishane, bir tanesi hastane, klinik. Kliniğin Doğuşu’nda Foucault da, bu kurumların bir jeneolojisini yaptığını ve aslında bu jeneolojiyi yaparken insan ruhunun bir modern ruh dediğimiz şeyin jeneolojisini yaptığını iddia ediyor. Ve eğer Hapisanenin Doğuşu’nu, Kliniğin Doğuşu’nu veya Akıl Hastanesinin Tarihini dikkatli okursanız, Foucault’nun hiç bir zaman tarihi düz bir çizgi üzerinden orijinal bir çıkış noktasına geri götürmediğini, onun hep böyle farklı farklı tarihsel ihtiyaçlar dolayısıyla ortaya çıkmış bir takım çizgilerin kesişme noktası sonucunda ortaya çıkmış bir kurum olarak tanımladığını görürsünüz.
Foucault, Jeneoloji derken, Nietzsche ‘den farklı olarak der ki: “Bakarken iki şeye bakmamız lazım. Bir, ortaya çıkış noktası dediğimiz şey; bir de ortaya çıktıktan sonra takip ettiği seyir. Ortaya çıkışlar genellikle bir güç çatışması yaratır. İktidarın içinde zaten güç var. İktidar dediğimiz şey Foucault’ya göre insanın sahip olduğu, istediği zaman kullandığı, istemediği zaman kullanmadığı, istediğinde bir tür toplumsal sözleşmeyle hükümdara devrettiği şey değilse böyle bir şey de olamaz. İktidar Foucault’ya göre ancak uygulandığında var olan bir şey. Ve uygulandığı zaman da ancak stratejik bir alanda uygulanabiliyor. Ve bu stratejik alanda var olan şey, farklı güçler arasında var olan bir tür gerilim ve çatışma ortamı; bu güçlerin karşılıklı olarak bir birlerini yönlendirmeye yapılandırmaya çalışmasıyla ilgili olan bir şey. Dolayısıyla bunu Nietzsche ‘den aldığı da çok belli. Çünkü Nietzsche diyor ki çıkış noktaları genellikle farklı güçlerin bir birleriyle çatışması sonucu ortaya çıkan şeylerdir. Bir de ondan sonra onun izlediği bir seyir vardır. Ama ne kurumun ortaya çıkış noktası bu güçler çatışması dolayısıyla, ne de daha sonra izlediği seyir belirlenimci bir çerçevede anlaşılamaz. Deterministik bir yapı içerisinde anlaşılamaz. Nietzsche’nin dediği gibi tarihsel tesadüflerin, şansın rolü çok mühimdir. Belki şöyle bakmak mümkün olabilir tekrar Nietzsche’ye geri dönersek: Hıristiyan ahlakının tarifini yaparken Nietzsche diyor ki, Hıristiyanlığın kendisi aslında ikili bir yapıdan oluşur. Bir tanesi belirli bir yaşam biçimidir. O yaşam biçimi de Hıristiyanlığın kökenini oluşturan yaşam biçimi, İsa’nın yaşam biçimidir. İsa’nın yaşam biçimi nedir? Son derece pasifist, ahlaki bir içerik taşımayan yani insanları ahlaki olarak yargılamayan her hangi bir kilise yani hiyerarşik bir kurum iddiası taşımayan bir yaşam biçimi “dört İncil”de anlatıldığı kadarıyla en azından-. Ama Hıristiyanlık bundan ibaret değil. Bir de bu yaşam biçimine getirilen yorum var. Bu yorumu ilk getiren Azız Pavlus. İlk defa Pavlus değil tabii ki. Bu dört İncil’in arkasından kanalize edilmemiş İnciller, İsa’nın yaşam biçimine getirilmiş olan farklı farklı yorumlar var. Ama yorumlardan bir tanesi Pavlos’un yorumuyla beraber artık İsa’nın yaşamının yerini giderek kendisinin bir tür kendisiyle beraber normatif bir sistem getiren bir dine bırakmaya başlıyor. Ve diyor ki Nietzsche, ya da en azından Nietzsche ‘yi böyle okumak mümkün, aslında Hıristiyanlığın ve Hıristiyan ahlakının tarihi, İsa’nın yaşamına getirilen bu farklı yorumlar arasındaki bir mücadelenin tarihidir. Bir yorum gelir bir diğer yorumu bastırır. Ama hiç bir zaman tam olarak bir önceki yorumu ortadan kaldırmaz. Ondan bir tortu bir çökelti sonraki yorumun içinde bir şekilde kalır. Dolayısıyla bu böyle tarihsel olarak katman katman giden bir şeydir. Ortaya böylece Hıristiyanlığın bir parçası olan yeni yeni bir takım anlayışlar çıkar. Buna artık ne ad vereceğiz bilmiyorum. İster Protestanlık-Katolik ayrımı, ister Ortodoks-Katolik ayrımı veya Katoliklik ve Protestanlığın içindeki farklılıklar diyelim. Ama dolayısıyla Foucault’nun jeneoloji anlamını Nietzche’ye geri getirdiğimizde kendimize alabileceğimiz örnek, Hıristiyanlığın geçirdiği evrelerdir. Bir takım güçler mesela verdiğimiz örnekte farklı farklı yorumlar farklı farklı iradeler tarafından getiriliyor. Bu iradelerin karşı karşıya kaldığı bir takım çatışma ortamları oluyor. İrade derken tek bir şahsın iradesini anlamamak lazım. Nietzsche ‘ye göre birçok farklı isteği arzuyu irade olarak adlandırabiliriz. Hatta aynı iradenin içerisinde birbirinden çok farklı çelişen çatışan birçok arzu ve istek olabilir. Tek bir insanın iradesi olabildiği gibi toplumsal bir sınıfın, ailenin, bir devletin iradesi olabilir. Dolayısıyla farklı iradelerin yeni bir yaşam biçimini açıklamak üzere girdikleri çatışma sonucunda ortaya yeni bir takım yorumlar çıkıyor. Ve bu yorumlar sürekli bir evrim, değişim halinde. Bütün bu süreç içinde bu süreci belirleyen içkin bir mantık yok. En önemlisi de bu. Yani Nietzsche’nin jeneoloji anlayışının Hegel’in diyalektik anlayışına bu kadar taban tabana zıt olmasının sebebi ve Döleuse’in, Foucault’nun yani post-strüktualistlerin büyük Hegel düşmanı olmalarının nedeni tam da tarihsel gelişimi belirleyen içkin bir mantığın var olması ihtimali fikrini reddetmeleri. Dolayısıyla bu gelişim sürecinin içerisinde, örneğin söz konusu Hıristiyanlık olduğu zaman İsa’nın yaşamına yönelik hangi yorumun diğerlerine baskın çıkacağını önceden kestirmek mümkün değil. Bunlar çok farklı bir takım tarihsel koşullarda kimin daha çok iradesi varsa kim daha güçlüyse kim etrafında, bünyesinde daha fazla güç toplayabilmişse -bu da önceden belirlenmiş koşullarla olmuyor- onun iradesi ve dolayısıyla yorumu baskın çıkıyor. Foucault’nun jeneoloji anlayışı da buna yakın bir şey.
*Bu metin Sayın Ferda Keskin’in Us Atölyesi’nde yaptığı konuşmanın bant kaydından kağıda geçirilmiştir.