Hakkari’deki Paris’li: Ferit Edgü
“Kitapları da dostlarını seçer gibi seçmeli kişi, öyle değil mi?”[1] “Yaralı zamanların yazarıdır”…[2] “Kuşağına bağlılığını her zaman dile getiren, asla taviz vermeyen bir isimdir,”[3] derler Ferit Edgü hakkında…
O çok genç yaşında keşfetti Rimbaud’nun, Lautréamont’un şiirlerini, Fransızca çeviriler yaptı sonra. Birçok kitabının ilk baskılarına sahip olduğu Artaud’yu da oldukça erken yaşlarda okudu.
Van Gogh, kendi deyimiyle ilk gördüğünden bu yana yakasını bırakmadı. Ki onunla ilgili yazdığı bir kitabı da vardı. Fikret Mualla üzerine ilk yazıyı yazan, o olmadıysa da Semiha Berksoy’un resimleri üzerine ilk yazıyı o yazdı ve onun serüvenini ömrünce izledi.
“XX. yüzyıl sanatı, aslında, kimi zaman birbirine eklemlenerek, kimi zaman birbirinden koparak, sayısız kez yeni açılımların, köklü değişikliklerin, tek sözcükte devrimlerin tümünün, bir arada ifadesidir,”[4] diyen O, çağlara ve akımlara yetkin birer tanıklıktı, düpedüz sıkı bir kaynaktı.[5]
* * * * *
23 Şubat 1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde başladığı eğitimini Paris’te sürdürdü (1959- 1964). Acedemie du Feu’de seramik öğrenimi gördü. Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi kurslarına katıldı.
Yedek subay öğretmen olarak Hakkâri ve Beypazarı’nda askerlikten sonra (1967), bir yıl daha Paris’te kalıp İstanbul’a yerleşti (1968).
Öykü yazarlığının yanı sıra, resim eleştirileri ve denemeleriyle ün yaptı. ‘Kaynak’ dergisinde edebiyata adım attı. 1952-1953 yıllarında şiirler yazdı. Ama ilk öyküsü Ocak 1954’te ‘Yeni Ufuklar’ dergisinde çıktı. Aynı yıllarda ‘Şairler Yaprağı’ (1954), ‘Mavi’de de şiirleri yayımlandı (1954). Daha sonraları ‘Yeni Ufuklar’, ‘Vatan Sanat Ek’i, ‘Mavi’, ‘Pazar Postası’, ‘Dost’taki öyküleriyle (1954-1959); ‘Ataç’, ‘Yeni Dergi’, ‘Eylem’, ‘Papirüs’, ‘Ant’, ‘Soyut’, ‘Milliyet Sanat’, ‘Hürriyet Gösteri’ dergilerindeki deneme ve incelemeleriyle tanındı. 1977’de Ada Yayınları’nı yönetiyordu.
FERİT EDGÜ ESERLERİ | |
Roman | ‘Kimse’ (1976), ‘O/Hakkâri’de Bir Mevsim’ (1977), ‘Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’ (1988)… |
Öykü | ‘Kaçkınlar’ (1959), ‘Bozgun’ (1962), ‘Av’ (1968), ‘Bir Gemide’ (1978), ‘Çığlık’ (1982), ‘Binbir Hece’ (1991), ‘Doğu Öyküleri’ (1995), ‘İşte Deniz, Maria’ (1999), ‘Do Sesi’ (2002), ‘Avara Kasnak’ (2005), ‘Nijinski Öyküleri’ (2007)… |
Senaryo | ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ (O adlı romanından senaryo, Onat Kutlar ile birlikte)… |
Deneme | ‘Tüm Ders Notları’ (1978), ‘Yazmak Eylemi’ (1980), ‘Şimdi Saat Kaç?’ (1986), ‘Yeni Ders Notları’ (1991), ‘Seyir Sözcükleri’ (1996), ‘Devam’ (2001), ‘Sözlü/ Yazılı’ (2003), ‘İnsanlık Hâlleri’ (2003)… |
Şiir | ‘Ah Minel Aşk’ (1978), ‘Dağ Şiirleri’ (1999)… |
Anı | ‘Görsel Yolculuklar’ (2003)… |
Biyografi | ‘Abidin’ (2003), ‘Avni Arbaş’ (2001), ‘Osman Hamdi-Bilinmeyen Resimleri’ (1986)… |
Çocuk Kitabı | ‘Doğa Dostları’ (2004)… |
Çeviri | ‘Düşüş’ (Albert Camus, 1961), ‘Godot’yu Beklerken’ (Samuel Beckett, 1963), ‘Bugünün Dünyasında Felsefe’ (Jean Wahl, 1965), ‘Aydınlar ve Toplum,’ (Antonio Gramsci, V. Günyol , B. Onaran’la, 1967), ‘Amerika: Şiirler’ (Allen Ginsberg, Lawrence Ferlinghetti, 1976)… |
Monografi | Abidin Dino, Yüksel Arslan, Van Gogh, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Füreya, Aliye Berger, Ergin İnan, Fikret Mualla, Avni Arbaş üzerine yayımlanmış monografileri vardı. |
‘Bir Gemide’ kitabıyla 1979 Sait Faik Hikâye Armağanı, ‘Ders Notları’yla 1979 TDK Deneme Ödülü, ‘Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’ başlıklı yapıtıyla Sedat Simavi 1988 Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ayrıca ‘O’ başlıklı romanı, ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ adıyla ve Onat Kutlar’ın senaryosuyla sinemaya uyarlandı. 33. Berlin Film Festivali’nde (1983) ve 2. Akdeniz Kültürleri Film Festivali’nde ödüller aldı (1984).
* * * * *
Denilebilir ki Ferit Edgü çağdaş edebiyatın önemli adlarından, kalemlerindendir.
“İyi bir yazar olmanın ötesinde hiçbir umut beslemiyordum. Çok erken yaşlarda, öylesine büyük şair ve yazarın dünyasına girmiştim ki, nasıl ezilip yok olmadım, şaşarım. Bunca yılın sonunda hiçbir şey kaybetmedim. Kazançlarımı ise bilmiyorum. Çünkü yazmak bana mutluluk vermedi. Ama dengemi yazarak sağladım. Ve haksızlık etmeyeyim, sayısı çok olmasa da, bazı metinler, beni sözcüğün her anlamında, doyuma ulaştırdı. Az şey değil,”[6] vurgusuyla ekler:
“Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu. Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiç bir şeyi anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam Tan) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç…”[7]
Bu kapsamda denilebilir ki, Onun eseri bir bütündür… Çok yönlü kültür birikimi, resim sanatıyla, dünya edebiyatıyla içli dışlılığı… Evrenselliğe pupa yelken yolculuğu ile yerel olanın derinine inmesi… Çağdaş olanı, geleneksel olanla ve tarih bilinciyle buluşturması… Bunlar gibi nice özellikler, onun çok yönlülüğüne işaret etse de eserinin bir bütün olduğunu gözden kaçırmamalı. Bu bütün, düşün içindeki gerçeği; gerçeğin içindeki düşü aramaktır…
Sakın ha, düş deyince “rüyayı” kastettiğim sanılmasın… O gözleri açık düş gücünü kullanıyor. Bunu yaparken insan ruhuna, insan ruhunun derinliklerine, farklı coğrafyalara tarihlere, farklı edebiyat eserlerine, farklı kültürlere yolculuklara çıkıyor. Bu yolculukta sözcüklerle dille didişiyor, kendiyle ve çevresiyle hesaplaşıyor. Roman, öykü, şiir, deneme…
Hiç fark etmez. Öz-üslup-biçem, yok öyle bir derdi!
Yalınlık, doğallık ve son yıllarda yoğunlaştığı minimalizm… Ama yine de varsa yoksa düşün içindeki gerçeği; gerçeğin içindeki düşü aramaktır…
Ve Ferit Edgü’nün tüm yazma eylemi, “Niçin yazıyorum” sorusuna yanıt aramak içindir.
Zaten o, oldum olası, yanıtları değil soruları yeğlemiştir. Uyumu değil çatışmayı; gölleri değil okyanusları, rüzgârı değil fırtınaları, uçakla çıkılan değil, masa başı kalemle çıkılan yolculukları; bulmayı değil aramayı yeğlediği gibi…
Tıpkı onun için çağdaşlığın yolu geleceği düşlemek kadar geçmişi düşünmekten geçtiği gibi…[8]
Bizim kestirmeden söylediğimizi O kendince soruyor. ‘Şimdi Saat Kaç’ başlıklı kitabındaki “Susmuyordu, Ağlıyordu” yazısında.
“Bazı yazarlar vardır, yazı masasının başına oturduklarında kendilerine ilk sordukları soru: ‘Niçin yazıyorum?’dur. Doğrusu, yazmak için binbir neden varsa, yazmamak için biniki neden vardır bu tür yazarlar için: Yazmak çözülmüş bir sorun değil, her yazmaya oturuşta çözülmesi gereken sorunlar yumağıdır,” dedikten sonra şöyle devam eder:
“Yazar, her şeyi bilen, çözümleri ve bileşimleri gerçekleştirmiş, çıkacağı yolculuğun haritasını çizmiş; pusulasını, usturlabı, basınç ve derinlik-ölçerini yedeğine almış kişi değildir. Böylesi bir yolculukta bunların işine pek fazla yaramayacağını bilir. Dahası kendisini yanıltacaklarını, yanlış yol gösterebileceklerini düşünür. Can yeleği de yoktur bu tür yazarların. Okyanusa açılmayı aklına koymuş bile olsa. Tüm güvencesi kendisidir. Bir de kendisi gibi böylesi yolculuklara çıkmış olanlar. Ama bu güvenceye sahip olmak için, geceyle tan ağartısı arasındaki çizgide ilk ve son sorusunu sormak gerekliliğini duyar: Niçin yazmak?”[9]
Bunlar böyle olduğu için Hakkâri’deki bir Paris’lidir ve Hakkâri Onun yazın hayatında çok önemlidir.
* * * * *
Hatırlar mısınız? “Paris Hakkâri’yi, Hakkâri edebiyatı verdi bana,” demişti bir konuşmasında…
“Bugünmüş gibi hatırlarım. Bir gece pencerenin kepenklerini kapatmayı unutmuşum. Uyandım, odanın içi aydınlık. Fakat gün ışığına da benzemiyor. Kalktım pencerenin önünde durdum. Karşımda o güne değin görmediğim bir ay ışığı. Belki, daha sonra Hakkâri’yi kazazede bir denizci olarak yazmamdaki çıkış noktası o andır. Beykoz’daki yalıda, benim yattığım odada, mehtap günleri perdeyi çekmezdim ki ay ışığı odaya girsin, beni uyandırsın, diye. Bir an, uyku sersemliğiyle kendimi Beykoz’daki yalıda sandım. Kar üzerindeki mehtabı ilk kez görüyordum. Ortalık bembeyaz. Hiçbir ev, ağaç, tümsek, kaya görülmüyor. Kar her yeri örtmüş. Tüyler ürpertici bir görüntü. Bir tansık! Nerede olduğumu anlamak için bir süre geçmesi gerekti… Sanrı gibi bir şeydi. O gece uyuyamadım. Ay batıp gün doğduğunda ağlıyordum; bambaşka bir insandım… Daha sonra kurtları da yaşadım, insanları da yaşadım, ölümleri, çocukların ölümlerini de yaşadım -bütün bunları yaşamışsanız, siz artık, aynı insan değilsinizdir. Yaşamımda ilk kez, hatta son kez, dillerini anlamadığım insanlarla birlikte, onların yaşamlarının bir tanığı olarak değil, hayır, onların dertlerinin bir parçası olarak yaşadım,” satırlarını kaleme aldığı Hakkâri’de; “Edebiyatın cehennemini seçti”[10] Sennur Sezer’in ifadesiyle…
Oraya ilişkin yazdıkları konusunda, “Bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.. çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir.. ortak dil ise ortak yaşam/ ortak bilgi/ ortak birikim/ ortak düş, kimi yerde, ortak düşüş demektir.. ama diyebilirsin ki bana yabancı olanı arıyorum ben..öyleyse yolun açık olsun.. ama gene de bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun derim,” notunu düşen Ferit Edgü, Hakkâri’de yaşadıklarını yazdı ve Onun Hakkâri’yle kurduğu düşsel yolculukları hiçbir zaman bitmedi. (Onat Kutlar 1983’te, bu romanın senaryosunu yazdı, Hakkâri’de Bir Mevsim böylece filme çekildi…)
* * * * *
Kimsenin inkar edemeyeceği üzere ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’de, muhteşem bir kalem işçiliği yapmıştı Ferit Edgü.
Onun romancılık bakımından farklı bir tarzı vardır ve aslında bu roman, aynı zaman şiir kitabıdır da… Gelin dizelerle aktaralım, düz yazıyı:
“Zil çaldı.
Çocuklar odaya doluştular
pantolonları yırtık
entarileri renk renk yamalardan oluşan
burunları akan, aktıkça burunlarını çeken
ya da ellerinin tersiyle silen
gözleri fıldır fıldır dönen
boyuna kendi dillerinde konuşup bağrışan
başka bir dilden bir soru sorduğumda cevaplamayan
sorulu gözlerini korkuyla gözüme diken
başka bir dilden konuştuğunda ağızlarını bıçak
açmayan
saçları makasla kırpılmış oğlanlar
uzun saçlı
saçlarının dibi bit ve sirkeyle dolu kızlar
ayaklarında taşıt lastiklerinden kesilip biçilmiş ayakkabılar
olan
hiçbirinin ayağında çorap olmayan
giderek bazılarının ayağında ayakkabı bile olmayan
yani yalınayak
yalınayak, ama karlar üstünde yalınayak,
mosmor ayaklı yalınayak çocuklar
hiçbirinin önünde kalem, defter, kitap olmayan çocuklar
tam yirmi bir çocuk saydım
on altısı erkek, beşi kız
doluştular odaya
ilk kez görüyorlardı böyle bir odayı.
Çünkü, ilkin odayı bir sınıf durumuna getirmek için çalışmaya başlamıştık.
Tahtaları yan yana koyup kara boyayla boyadık, oldu bir karatahta.
Bulduğumuz kereste parçalarını birbirine ekledik, paslı çivilerle çaktık, oldu sıra.”[11]
Onun Hakkâri’de öğretmenliğe başladığında böyledir durum.
Okul için tamirat ve çocuklar için defter, kalem gereklidir. Valiye gider. Zaten Vali de kendisini çağırtmıştır. Vali hemen “Ters bir şeylere kalkışmamasını her yaptığı işi gözünden kaçırmayacağını,” söyler.
Daha sonra valiyle atışırlar. Düzeni temsil eden valiye itiraz, düzene başkaldırmayı temsil eder. Bunun yanı sıra Hakkâri’nin sosyal sorunlarına değinir.
Çevrede bebekler bilmedikleri hastalıklardan ölmektedir. Hastanelerden, validen yardım ister. Yardım gelmez. Çocuklar ölmeye devam eder.
Dilini, kültürünü bilmediği bir toplumun yaşayışına, yoksulluklarına, çaresizliklerine, her gün hastalıktan ölen çocukların ölümüne tanıklık edip; kendini, insanları, çevresini sorgulayan yedek öğretmenlik yapan Ferit Edgü’nin yapıtı sadece bir roman mıdır?
Hayır; iç monolog tarzında şiirsellikti O.
Hani dünyanın herhangi bir yerinde insanlığın en masum parçası çocukların; açlıktan, açıktan, hastalıktan savaştan ölmekte, öldürülmekte olduğu koşullarda…
Bu tabloda yazarın deyişiyle, “Cümlelerimiz katil”dik.
Geçmişe öfkeli, şimdiye tepkili, gelecekten endişeliyken şöyle diyordu:
“Yetersiz sözcüklerinle anlatacağına… Karların üstünde şahrem şahrem yarılmış, pabuçsuz, çorapsız ayakların fotoğraflarını çek yolla… Ölen bebeyi, kefensiz gömülen bebeyi mezarından çıkar, çek fotoğrafını kapanmış gözkapaklarının, erimiş dudaklarının, şişmiş dudaklarının, yolla…”[12]
* * * * *
Toparlarsak: “Savaş ve Barış ve Savaş ve Barış ve Savaş ve Barış ve Savaş ve?.. Tolstoy’un romanı değil, insanlığın sonsuz tarihi bu iki sözcüktür işte,” uyarısını dillendiren Ferit Edgü, ‘Leş’ başlıklı yapıtında da kaleme aldığı öyküleriyle,[13] düş gücünü kışkırtan satırlarıyla çağın koşuşturmasında okuyucuya; düş mü, yoksa gerçek mi diye sordurtur.
Satırlarıyla anlamını yitirmiş büyüsü bozulmuş dünyada; kendini yalnız, çöken, bozulan, yoklaşan, çürüyen, tutunacak hiçbir şeyi olmayan çaresiz, mutsuz ve sürgün hisseden özgür görünümlü çağcıl mahkûmların çığlığını ve dolayısıyla da insan hayatında insancıl olmanın ve yaşamanın önemini yansıtır.
Temel Demirer
N O T L A R
[1]Ferit Edgü.
[2]Mehmet Güreli, “Ferit Edgü ve Yaralı Zaman…”, Taraf, 23 Mayıs 2013, s.17.
[3]Doğan Hızlan, “30 Yıllık Kitap Yolculuğu”, Hürriyet, 13 Kasım 2011, s.20.
[4] Ferit Edgü, Görsel Yolculuklar-Toplu Sanat Yazıları, Sel Yay., 2011.
[5] Gamze Akdemir, “Ferit Edgü: Yazarların Her Yazdığına İnanmayın”, Cumhuriyet Kitap, No:1134, 10 Kasım 2011, s.4-6.
[6] Aslı Tohumcu, “Ferit Edgü: Edebiyatımızı Değiştirmek İstiyorduk”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:556, 11 Kasım 2011, s.50.
[7] Doğan Hızlan, “Fuarın Armağan Kitapları”, Hürriyet, 16 Kasım 2011, s.20.
[8] Zeynep Oral, “Ferit Edgü: ‘Şimdi Saat Kaç?’…”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2011, s.19.
[9] Ferit Edgü, Şimdi Saat Kaç, Sel Yay., 2008.
[10] Sennur Sezer, “Ferit Edgü’ye Mektup”, Evrensel, 17 Kasım 2011, s.10.
[11] Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 2006.
[12] Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 2006.
[13] Ferit Edgü, Leş – Toplu Öyküler, Sel Yay., 2010.