“Felsefe aptallığa zarar vermeye dayanır…” Deleuze ve Aptallık

Hiçbir şey insanı bir aptalın aklından geçenlerden daha fazla düşünmeye sevk edemez.

Deleuze ve Guattari’nin “Felsefe nedir?” sorusuna verdikleri cevap ünlüdür: Felsefe kavram yaratımına dayanır; kavram yaratma sanatıdır. Peki, kavram ne işe yarar? Bu soruya da, Deleuze’ün, Claire Parnet’yle yaptığı söyleşinin “direniş” başlığı altında söylediği cümleden yola çıkarak cevap vermek mümkün: “Felsefe kavramlar yaratmaya ve böylelikle aptallığa zarar vermeye dayanır.” Müzakereler kitabında da buna benzer bir cümle var: Felsefenin işlevi “aptallığa zarar vermektir” ve tabii ki konuyla çok daha öncesinden beri en yakından ilgilenen kitaplardan biri olan Nietzsche ve Felsefe’de de: “[Felsefe] aptallığa zarar vermeye, aptallığı utanılacak bir şey haline getirmeye yarar.” Öyleyse felsefenin kavram yaratımı şeklindeki tanımını, kavramın temel işlevinin aptallıkla mücadele olduğunu söyleyerek tamamlayabiliriz. Deleuze ve Guattari’nin felsefenin bir işe yaramadığı ve tam da bu yüzden güzel olduğu şeklindeki tespiti “artık gençleri bile eğlendirmeyen bir sululuk” olarak değerlendirmelerinin altında da bu mücadele bulunur.

Peki kavram gibi bir şey aptallık gibi bir şeyle nasıl mücadele edebilir? Terimin zeka düzeyiyle ilgili olan klasik açıklamasının da işaret ettiği gibi, zekamızı, anlama gücümüzü geliştirerek mi? Bunun pratikte nasıl olabileceğini anlamanın zorluğu bir yana, bu durumda felsefe, Deleuze’ün onu “yüceltmemek” adına verdiği tüm çabaya aykırı olacak bir şekilde, anlama gücü zaten gelişmiş olanların, olmayanları eğitmesi etkinliğine dönüşmez mi? Ama belki bundan da önce aklımıza takılan, mücadele edilmesi gerekenin neden öncelikle aptallık olduğu sorusu olmalı. Halihazırda kötülük, adaletsizlik, baskı, nefret ve benzerleri dünyayı kasıp kavururken neden özellikle aptallığa “direniyoruz”? Deleuze, yine yukarıda bahsettiğim söyleşide “felsefe olmadığında dünyadaki aptallığın ve sığlığın boyutlarının nerelere varacağını tahmin bile edemeyiz” diyor. Biraz anlaşılmaz bir tavır değil mi bu? “Aptallık ve sığlığın boyutları” neden bu kadar önemli olsun? Kötülüğün başını çektiği dizi, temelde aptallığa dayandığı için mi, yoksa aptallık dışında kalan olumsuzluklarla mücadele işi başkalarına bırakıldığı için mi?

Bu sorulara cevap verebilmek için şüphesiz öncelikle aptallığın Deleuzecü düşünce açısından ne ifade ettiğini anlamak gerekir. Ancak bu noktada da başka bir problemle karşılaşırız: Deleuze aptallık terimini birbirine pek uymuyormuş gibi görünen farklı biçimlerde kullanır. Bunların içinde iki farklı kullanımı net bir şekilde ayırt etmek mümkün. Birinden biraz bahsettik; aptallık ilk olarak, felsefenin zarar vermesi, mücadele etmesi gereken temel düşmanıdır. Deleuze’ün genellikle yazılı veya sözlü söyleşilerinde, gündelik bir çerçevede ve aşağılayıcı anlamda kullandığı aptallık, salaklık, ahmaklık, budalalık şeklindeki ifadelerin de bu ilk kategoriye girdiğini söylemek mümkün. Örneğin, Deleuze’e göre, felsefenin, edebiyatın ya da sinemanın doğal bir ölümü olabileceğini söylemek “ahmakça”dır; Foucault’yu insanın ölümünden bahsettiği için suçlayanlar “kindar bir aptallığın” kurbanlarıdır. Aynı şekilde psikanalizin de cevap verilmesi, zarar verilmesi gereken pek çok aptallığı vardır. Diğer tarafta ise aşağılayıcı olmadığı gibi aptallığı neredeyse bir erdem olarak sunan olumlu bir kullanımdan bahsetmek mümkün. Sokrates’te, Descartesçı cogito’da da belli bir biçimde kendini gösteren ama modern ve Deleuzecü örneklerini özellikle Dostoyevski’nin, Kurosawa’nın ve Melville’in karakterlerinde bulan tuhaf, hatta sanki felsefi bir aptallıktır bu ikincisi. Düşüncenin önünde engel teşkil etmeyen, ona düşman olmayan, aksine, düşünceyle yakınlık içinde tanımlanan bir aptallık. İki farklı kullanımın birbirinden bağımsız iki tanımla ilgili olduğunu düşünmek ilk bakışta mümkün hatta zorunlu görünür, ancak bu noktada da başka bir engelle karşılaşırız. Deleuze iki kullanımı da tek bir genel tanımla açıklar:

Aptallık, hata yapmaktan farklı olarak bir ayırt edememe durumuna, önemliyi önemsizden, ilginç ve tekil olanı sıradan olandan ayırt edememeye dayanır. Felsefenin doğal bir ölümü olabileceğini söylemek ahmakçadır çünkü bu iddia felsefede önemli olanı, yani başkası tarafından üstlenilemeyecek olan kavram yaratma sanatını ayırt edememeye dayanır. Foucault’yu insanın ölümünden bahsettiği için anti-hümanizmle suçlayanlar aptaldırlar çünkü Foucault’nun düşüncesinin ilginç ve dikkat çekici noktalarını sıradan tartışmaların, klişelerin içinde kaybederler. Psikanaliz tüm büyüklüğüne rağmen hastanın söyleminde dikkat çekici, yani asıl analize değer olanı göremez ve bu yüzden teorik ve pratik çeşitli aptallıkların altına imzasını atar. Diğer yandan Deleuze’e göre, Dostoyevski’nin Budalası ya da Kurosawa’nın samurayları da daha az aptal değildirler, üstelik benzer nedenlerle:

Dostoyevski kahramanları çoğu zaman, ufak ayrıntılardan kaynaklanan oldukça şaşkınlık verici durumlar yaşarlar. Genel olarak, çok tedirgin, hareketli ve acelecidirler. Kahraman evinden çıkar, sokağa iner ve şöyle der: “Sevdiğim kız, Tanya, başı belada, yardım istiyor. Yardımıma ihtiyacı var, yoksa ölecek.” Ve kahramanımız merdivenleri iner aceleyle, ve aniden köşe başında bir arkadaşla ya da ezilmiş bir köpekle karşılaşır ve unutur, her şeyi toptan unutuverir; Tanya’nın ölmekte olduğunu, onu beklediğini, yardıma ihtiyacı olduğunu… unutur. Sonra başka bir arkadaşıyla karşılaşır, onunla çay içmeye gider ve aniden, yine şöyle der: “Beni bekliyor Tanya, gitmeliyim.” […] Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar, hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar. Ama bilirler ki daha da acil olan bir sorun vardır. Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler. […] Bu, Budala’nın formülüdür. […] Yedi Samuray’da mesela Kurosawa’nın bütün mekânı yağmur tarafından sürekli dövülen özellikle oval bir mekândır. Bu filmde kahramanlar aciliyet durumundadırlar – köyü korumayı kabul etmişlerdir. […]. Ama bütün bu aciliyetin ortasında, Budala’ya yaraşır bir soru film boyunca onların yakasını bırakmayacaktır: “Biz samuraylar, diğerlerinden farklı olarak kimiz?”

Görünen o ki Dostoyevski’nin, sevgilisi ondan yardım beklerken arkadaşıyla çay içen karakteri de, Kurosawa’nın onca yıkım içinde, ölüm kalım meseleleri kapıya dayanmışken hâlâ, “Samuray kimdir?” diye sorabilen samurayları da önemli ve acil olanı önemsiz ve ikincil olandan ayırt edememektedirler. Oysa söylediğimiz gibi, bu ikinci ayırt edememe durumu ilkinin aksine aşağılanmaz hatta sanki desteklenir: Budala da samuraylar da “daha acil bir problem”in peşindedirler. Öyleyse Deleuze aptallığa karşı, üstelik benzer tanımlardan yola çıkarak, birbirinin tersi sayılabilecek iki farklı pozisyon alır. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

İlke Karadağ
Cogito, Sayı 82

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz