Evliliğin ve Aşkın Kısa Tarihi ve Psikolojisi – Theodor Reik

Acaba neden ilkel ve yarı uygar insanlar arasında bekâr kadın ve bekâr erkek sorunu yoktur? Neden Çin’de ve Japonya’da çok sayıda evlenmemiş kadın olduğuna dair herhangi bir şey okumuyoruz? Ve neden bu sorun Ortaçağ kültüründe ortaya çıkmadı? Bu konu neden iki yüzyıl, hatta yüz yıl önce tartışılmadı?
İnsanın kendisi olması cesaret ister

Batı dünyasında ekonomik koşulların değişmesi mutlaka önde gelen bir faktördür ama burada endüstri devriminden daha önemli faktörler vardır. Kurum olarak ve insan ilişkilerinin bir ifadesi olarak evliliğin doğasında bir şeyler değişmiş olmalı.
Evlilik eskiden olduğu gibi değildir. Çağdaş insan için bu sorunla ilgili hiçbir şey şu söz kadar açık olamaz: Evlilik özel bir ilişkidir. Yaşı gelmiş olan her erkek ve kadın evlenip evlenmeyeceğine ve kiminle evlenip evlenmeyeceğine karar vermekte özgürdür. Fakat durum her zaman böyle değildi ve bu, bugün bile değişik kültürlerde farklılıklar gösterir.
İlkel toplumlarda evlilik özel bir ilişki değildir; aileyi ya da grubu ilgilendirir. Kabile ya da klan, evliliği onaylamakla kalmaz, karar mercidir; evlilik kararını onlar verir. Karşı cinsten iki bireyin kendi inisiyatifleriyle evlilik kararı almaları şok edicidir; hatta belki daha da kötü karşılanır.
Avustralya yerlileri1 bir adamla evlenmek için kaçan bir kadına, fahişeden biraz daha iyi gözle bakarlar. Hidatsa Kızılderilileri aileler arasında bir anlaşma olmadan yapılan evlilik için kötü bir ad kullanırlar. Haidalar, ebeveynleri tarafından çocukları daha bebekken ayarlanmamış evlilikleri usulsüz sayarlar. Batı Afrikalı bir zenci, bir mahkemede, “Adam piçti, çünkü ebeveynleri aşk evliliği yapmıştı,” demiştir. Pataui Devletlerindeki Malayalılar için böyle bir evlilik yasal değildir. Tarih boyunca tüm ilkel topluluklarda böyle olmuştur.
Evliliğin bir aile konusu olduğu, iki birey arasındaki bir gönül serüveni ya da romantik aşkın doruğu olmadığı kanısı birçok kültür tarafından paylaşılmıştır. Roma’da evlilik, temelde bir aile sözleşmesiydi; Eski Yunan ve Roma tarihi bilgini Karl Otfried Müller’e göre eski Atina’da, “Özgür bir kadını sevmişve onunla aşk evliliği yapmışbir erkekle ilgili hiçbir bulgu yoktur.” “Her birey ne zaman ve kiminle isterse evlenebilir” çağdaş anlayışı Yunanlılara tümüyle yabancıydı.
Fransa’da oldukça yakın tarihlere kadar evlilikler, çoğu zaman kız, seçilen genç adamı tanımadan önce, ebeveynler tarafından ayarlanmaktaydı. Evlilik bir aile meselesiydi. İtalya’nın soylu aileleri arasında evlilik tümüyle, iki ailenin katıldığı bir işmeselesi olarak görülürdü. Birçok gelin ve damat ilk kez düğün günlerinde karşılaşmıştır. Buna benzer gelenekler İspanya, Portekiz, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinde de yaygındı ve bu yalnızca soylu çevrelerde değil, tüm sınıflar arasında geçerliydi. Aynı durum, ebeveynlerin çocuklarını bebek yaşta nişanladıkları Çin, Japonya ve Hindistan’ın büyük bir bölümünde hâlâ yaygındır.
Bu gibi toplumlarda evlilik, bizde olduğu gibi bir duygu meselesi değil, ekonomi ve menfaat meselesiydi. Kadınlar güzel, hevesli, genç ya da iyi yetişmi şolduklarından ötürü değil; sağlıklı, çok çalışmaya uygun, zengin, gayretli, çocuk yapabilir olduklarından veya ailenin servetine, toplumsal mevkisine ya da politik gücüne katkıda bulunacaklarından ötürü seçilirlerdi. Geçerli olan karşılıklı seçim değil, yalnızca işe yararlıktı.
İlkel ve yarı uygar topluluklarda evlenmemiş yaşlı kızlar hemen hemen hiç bilinmez. Cinsel ilişkiler evlilik sorunundan ayrı tutulmuştur; onlar başka bir âleme aittir. Kültürsüz toplumlarda evlilik öncesinde bu yönde bir bastırma çok az fark edildiğinden, aşk sorununun eş seçimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim anladığımız anlamıyla aşk ilkel kavimlerin evlilik yaşamlarında bile yoktur. Karı koca çoğunlukla ayrı yaşarlar ve birlikte yemek yemezler. Kadınlar, güzellikleri ve çekicilikleriyle ilgili olarak birbirleriyle rekabet etmezler. Onlar bizim kadınlarımızdan daha az kadınsıdırlar; erkekleri, dış görünüşleriyle değil, işçilik, evi çekip çevirme, aşçılık ve annelik yetenekleriyle cezbetmek üzere eğitilmişlerdir.
Aşk, göreceli olarak, cinsler arasındaki ilişkilerde yeni sayılabilecek bir öğedir; eşolarak seçilen kadınlar, cinsel nesne değil de yalnızca işçi olarak değerlendirildikleri sürece aşk bilinmiyordu. İnsan evriminin alt düzeylerinde, kadınlar birbirlerinden yalnızca ekonomik yönden yararlı becerileri bakımından farklı görülebilirdi.
Tarım çağının, hatta daha çok endüstri çağının başlamasıyla işçi olarak kadının değeri azaldı. Ekonomik durumdaki değişimle birlikte kadının durumu da kökten değişti ve onunla birlikte evliliğin niteliği değişti. Göreli ekonomik değerleri azalırken, kadınların cinsel değeri arttı.
Kadınların konumundaki bu değişikliklerle birlikte erkekler daha çok seçici oldular ve evlilik partnerlerini kişisel çekim nedeniyle seçtiler. Ekonomik durumun düzelmesiyle birlikte kadınlara, cazibelerini geliştirme sanatlarına ayrılacak vakit ve fırsat verildi.
Uygarlığın ilerlemesi cinsler arasındaki artan farklılaşmayla da kendisini ortaya koyar. Şimdi, bir kadın, bir başkasına tercih edilebilir. Aşk serüveni, çağdaş topluma hayal gücünün çocukları olan tüm tutkuları, erkeklerin kaba cinsel arzularını zarifleştiren büyüyü getirdi. Bu yeni faktör, aşk, partner seçiminde en önemli faktör durumuna geldi.
İnsanlığın yüz binlerce yıl onlarsız yeterince mutlu yaşadığı romantik duygular ve kişisel seçim şimdi kadınları ve erkekleri boşyere mutlu ve mutsuz kılıyor. Genç kızlarımız ve daha çok genç erkeklerimiz arasında aşk, eş seçiminde hemen hemen tek kıstastır ve elbette, toplumdaki bireylerin evlenip evlenmeyeceğine, evlenecekse kiminle evleneceğine çoğunlukla aşk karar verir.
Evliliğin ne denli köklü olarak değiştiğini göstermek amacıyla evlilik kurumunun tarihçesine bir göz attık. Doğal olarak, köklü değişikliklerin hem iyi hem de kötü yanları vardır. Yeni bir değerler yasası eski değerleri geçersiz kılmadan başarılı olamaz. Bir keresinde Freud’un (yaşamının son yıllarındaydı ve boşvermiş bir ruh hali içindeydi) çağdaş uygarlığımızda yalnızca iki değer kaldığını söylediğini duydum: Para ve kadınların güzelliği. Savaş sonrasının cesur yeni dünya toplumunun onu haksız çıkaracağını düşünüyoruz; ne var ki gelecekle ilgili görüşlerimiz, neredeyse değişmez bir biçimde, isteklerimiz ve umutlarımız yönündedir.
Sonunda kendi çağımıza, psikolojik çağa ve onun en ilginç tezahürlerinden birine geliriz: Cinsel çekim.
Bu çekimin doğasının biyolojik olduğunu, kadınların ve erkeklerin cinsel dürtünün organik gereksiniminin emirlerini yerine getirdiğini vurgulamaya gerek yoktur. Bu o kadar açıktır ki, çağdaş psikoloji, özellikle psikanaliz –insanın evrimine bu denli geç giren– yeni aşk olgusunu, eski ve birincil gereksinimlerin bir türevinden başka bir şey olarak görmez. Freud, aşkın kökeninde ve doğasında cinsellik olduğunu ve bu cinselliğin fiziksel doyum amacının engellenmiş olduğunu söyler. Yeni psikanaliz anlayışı Freud’un görüşünün hatalı olduğunu ortaya koymuş ve yeni bir aşk anlayışı geliştirmiştir.
Bu anlayışın hareket noktası aşkın tomurcuklanma zamanı değil, aşkın önceki evreleridir. Dolayısıyla bu anlayış, bu değerli ve çabuk solan çiçeğin yetiştiği toprağın doğasını araştırır. Burada aktarılanlar, bu kitabın birinci bölümünde aşkın gelişimi ile ilgili daha kapsamlı bir biçimde yapılan açıklamaların bir özetidir.
Kadın ya da erkek, birey aşk nesnesine rastlamadan önce bazı psikolojik ruh halleri onu âşık olmaya hazırlar. Bunlardan en önemlisi, kişinin kendisinden genellikle bilinçsiz olarak hoşnutsuz olmasıdır; bu, gizli bir kendi kendini sevmeme halidir, çoğu zaman yer değiştirmiştir ve kendisini kişinin ailesinden, işinden ve çevresinden hoşnut olmaması şeklinde ortaya koyar. Bu ruh hallerinin kökleri, kişinin mahrem geçmişinin iyiden iyiye derinlerine gider.
Her birimiz çocuklukta ve ergenlik döneminin başlarında olmak istediğimizi yansıtan bir resim çizmişizdir. Bu arzulanan imaja ego ideali deriz. Her birimizin, aynı zamanda, onun gerçekten kim olduğuyla ilgili muğlak, bilinçdışı bir fikri vardır ve hepimiz bu gerçek benlikle ego ideali arasındaki mesafeyi devamlı olarak ölçen eleştirel bir duyuya sahibizdir. İdeal imajın örneklerden –ebeveynler, öğretmenler ve benzemek istediğimiz diğer kişiler– birçok özellik aldığı açıktır. Biz de bu hayran olduğumuz kişilerde bulunan özelliklerin bir toplamına –çekici bir görünüm, akıllılık, doğuştan gelen parlak yetenekler– sahip olsaydık, tatmin olurduk. Bilinçdışı olarak, yetersizlikler ve başarısızlıklarla dolu olduğumuzu anladığımızda, bir tür kendimizden hoşnut olmama duygusu besleriz ve bu, bizi bu ego idealini kendimizin dışında aramaya yöneltir. Daha iyi bir benlik arzularız.
Psikolojik yönden bu şekilde hazırlanmış olarak, ne yazık ki bizde bulunmayan üstün niteliklere sahip görünen, bizim aksimize görünüşte kendi kendine yeten ve kendinden hoşnut olan birini buluruz. Bu kişi karşı cinsten biri olduğu zaman cinsel dürtü, yolu gösterir. Erkek kadında, kişileşmiş ego idealini görür, ona imrenir, hatta ondan nefret eder (aşktaki psikolojik yönden önemli bilinçdışı nefret öğesi buradadır) ve sonunda âşık olarak onun dayanılmaz çekiciliğine teslim olur.
Bireyin kendisinden hoşnutsuzluğu, yerini sevinçten uçuran bir duyguya bırakır, çünkü aşk nesnesi ego idealinin yerini almıştır; ego ideali sevilen kişide yerini bulmuş görünmektedir ve bu insanın, öteki kişiyi kendisinin bir parçası yapmasıyla gerçekleşir. Kendinden hoşnutsuzluk ne kadar derinse, aşk nesnesinin uyandırdığı tutku o denli güçlü olacaktır. Bu, sevilen kişinin gerçek niteliklerinden ve çekiciliğinden son derece bağımsız olabilir. Böylelikle, romantik anlamda âşık olmada bir kurtulma niteliği olduğu ortaya çıkmaktadır; bu, artan hoşnutsuzluktan dolayı tehlikede olan kişiyi, boğulma tehlikesi geçiren bir yüzücünün son bir gayretle kıyıya ulaşması gibi, duygusal bir güvenliğe taşır.
Özgüveni Rosalind’le yaşadığı düşkırıklığı sonucunda paramparça olan genç Romeo’nun durumunda olduğu gibi, bireyi tehdit eden depresyonun pek çok nedeni olabilir ve bu depresyon melankoli derecesine varabilir. Romeo, karmakarışık ruhsal bir durumdayken, Juliet’e âşık olur. Çiftin tutkusunu ölümcül sona getiren, bu derin melankoli ve öz nefretin bilinçdışı yinelenmesidir.
Aşk, kendisinden hoşnut olmayan egoyu kurtarma girişimidir; ama girişimin başarılı olacağının garantisi yoktur. Aşk çoğu zaman, ya eş seçimindeki talihsizlikten ya da ego başka bir kişinin aşkında güvende olamayacak kadar güçsüz olduğundan, başarıya ulaşamaz.
Aşk dönemi sırasında imrenme, düşmanlık, sahiplenme ve kendini kabul ettirme istemi yok olmamıştır. Onlar yalnızca su altında kalmışlardır ve bazen şaşırtıcı bir şekilde yeniden belirirler.
Aşkın evriminde, onun sonucunu belirleyen birçok faktör vardır. Kendi kendimizden tümüyle hoşnut olsaydık, aşk mümkün olamazdı. Öte yandan, ego çok güçsüzse ve bu nedenle mutluluğu arayacak cesareti olamayacak ölçüde kendine güvensizse de romantik aşk olanaksızlaşır.
Belirli bir ölçüde öz güveni ve özsaygıyı yeniden kazanmak gereklidir; aksi takdirde kişi sevemez. Kendisini sevilmeye layık görmeyen kişi âşık olamaz. Ancak kendisini bir şekilde yeniden seven ya da kendisine belirli bir ölçüde değer veren kişi başka bir insanı sevebilir. Psikanalizden çok önce Nietzsche şöyle yazmıştır: “Kendisinden nefret eden adamdan korkmalıyız, çünkü onun hıncının kurbanı oluruz. Bu nedenle, ona kendisini sevdirmenin bir yolunu bulmalıyız.”
Günlük yaşantımız, kadınların çoğu zaman kendinden nefret eden bu kişileri, yeniden sevebilecek şekilde iyileştirdiklerini öğretir.
Karşı cinsi kendine çekme yeteneği büyük ölçüde özgüvene dayanır, çünkü bu, kendinden hoşnut olmayan öteki kişiyi etkiler. Bu anlamda, psikanaliz sırasında şu ilginç tümceyi dile getiren genç kızın psikolojik sezgisine hayran olmamak elde değil: “Kötü giyindiğim zamanlarda herkesten nefret ediyorum.”
Başka bir hastam da şöyle demişti: “Sedef hastası olan bir kız âşık olamaz.” Hastanın ne demek istediği oldukça açıktı: Bu cilt hastalığından muzdarip bir kız, erkeklerin onu çekici bulmayacağını düşünür ve hayal bile edemediği bu durumun gerçekleşebileceğini düşünmez.
Üçüncü bir hastam da, “Ben âşık olacak kadar yeterli bir insan değilim,” demişti. “Başlamadan yenilmişim ben.”
Bir eşle birlikte yaşayabilmek için önce kendinizle en azından belli ölçüde iyi anlaşabilmelisiniz. Başkalarından size değer vermelerini bekleyebilmeniz için, belirli bir özsaygınız olmalıdır. Bir kadın genellikle, âşık olduğu erkeğin görüşlerine tümüyle bağlı olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nişanlısı onu ne zaman eleştirse kendisinden yoğun bir biçimde nefret eden bir kız tanıyorum. Kız, “Ona o kadar bağlıyım ki,” diyordu, “o benim güvenliğimin ve değerimin ölçütü. Benden hoşnut olmadığı zaman kendimi hiç beğenmiyorum.” Hiç kimse buna benzer bir ölçüde başkasının kendisiyle ilgili görüşüne bağlı olmamalıdır.
Erkekler kadınları, onların kendilerine verdikleri öz-değere göre dikkate alırlar. Kendisini değer verilmeye layık bulmayan bir kadın, bir erkek için de değer verilmeye layık değildir. Ancak verecek bir şeyiniz olduğundan emin olduğunuz zaman aşkı kabul edebilirsiniz. Kadınlar bilinçdışı olarak bunun farkındadırlar. Onlar, kendilerini beğenmedikleri zaman başkalarına çekici görünmediklerini bilirler ve insanın kendisi olması cesaret ister.
Öte yandan, seviliyor olma duygusu bir kadının özsaygısını artırır. O, birini sevmeyi istediği için bir erkeğe gereksinim duymaz; kendisine gereksinim duyulmasına ihtiyacı olduğu için ve sevilmeyi istediği için bir erkeğe gereksinim duyar. Tanıdığım bir genç kız bir başka genç kız için, “Kendinden o kadar emin ki gizlice nişanlanmış olmalı,” demişti.
Kızlar, sevdikleri adamın kendi ego ideallerini vekaleten temsil ettiğini bilirler. Bir kızın, birlikte olduğu genç adam için, “Ondan nefret ediyorum, çünkü onun yaşamında önemli değilim,”dediğini duymuştum. Kendi cinsiyetinden pek hoşnut olmayan genç bir kadın âşık olmuştu: “Onunla birlikteyken, erkek olmayı arzulamıyorum, çünkü onda, olmayı istediğim erkekte olan her şey var.” Kadınlar erkekleriyle gurur duymak isterler, çünkü onlar kadınların kendi kişiliklerinin bir uzantısını temsil ederler.
Bu nedenle, eşseçimi bilinçdışı öz değerlendirmenin bir ifadesidir. Ne gariptir ki, kişinin kendisine aşırı değer biçmesi kişiyi, kendisine az değer biçmesiyle aynı hatalara götürür, çünkü zıt kutuplar bilinçdışı düşüncede birbirlerinin yerine geçebilirler. Bir kadın bir talibi reddeder, çünkü idealindeki yakışıklı beyaz atlı prensin gelip onunla evleneceğini düşünür. Bu kadının egosu güçsüzdür ve kocasının kişiliğinden fazlasıyla güvence ister. Kendini arayan gizli kişilikli bu kadınlardan biri, “Özel biri olamıyorsam, en azından hayran olunacak bir erkek istiyorum,” demişti. Öte yandan, kadınlar erkekleri sık sık erkeğin kendilerine dair fikirlerine ya da ideallerine uyarak yaşayamayacakları düşüncesiyle reddederler.
Eş seçiminin kendini değerlendirmeye dayanması bilinçli bile olabilir. Geçen gün, bir kızın kendi ruhsal süreçleriyle ilgili ani bir içgörüsü oldu; bu tür içgörüler psikanaliz sırasında sık sık meydana gelir. “Yükseklerde uçtuğum zaman Windsor Dükü ya da Clark Gable’la evlenmek istiyorum,” dedi. “Kendimi kötü hissettiğim zaman doğu bölgesinden okuma yazma bilmeyen bir göçmeni ya da bir serseriyi seçebilirim. Doğru bir ruh hali içinde olduğum zaman, beni seven, iyi bir işi ve kişiliği olan, dürüst ve sağlıklı bir adam istiyorum.”
Bütün kadınlar bu kız kadar açık yürekli değildir. Birçoğu kendi kendileriyle saklambaç oynar. Birbirini izleyen iki analitik seansta, birbirlerinden oldukça farklı iki kadının evlilik fikrinden hoşlanmadıklarını ifade ettiklerini duydum. Yirmi üç yaşında olan ilki, her kadının bir kocadan bekledikleri değerli nitelikleri katlanılmaz duruma gelene dek azaltması gerektiğini söyledi. Kız, karşı cinsi aşağılayıcı tiradını şu sözlerle bitirdi: “Şıkır da şıkır, bekârım çok şükür.” Bazı mutsuz gönül serüvenleri yaşamış, otuz yedi yaşında bir kadın olan ikinci hasta, bir erkeğin istemine bağlı olma fikrine dayanamıyordu. Bir erkeğe paspas olmak için yaratılmadığı sonucuna varmıştı ve kararını şöyle açıkladı: “Bana gerekmez düğün çanları. Özgürüm ne mutlu ki.”
İki kadının okuduğu şiirleri değerlendirmek psikanalistin işi değildir, ama o, bu sözlerle ifade edilen duygunun gerçek olup olmadığını yargılayabilir. Bu söylemler, engellendiğimiz zaman hepimizin başvurduğu teselli mekanizmasının yapısını aydınlatmıştır. İki hasta, her kadının istediğini ister: Bir ev, bir koca, çocuklar.
Doğa tüm kandırmacaları bozar. Saklanacak yer yoktur.
Yukarıda geçen cümle, romantik senfoni’mizin melodisini açıklar.
Başlangıçta ilkel ve basit bir melodi vardır; bu, gelecekteki değişiklikleri hazırlayan bazı çeşitlemelerle birlikte, eski ve kültürsüz toplumlardaki evliliktir. Bu işlenmemişmelodi yerini yavaşyavaşkendinden türeyen, daha zarif, tatlı ve içten bir melodiye bıraktı: aşkın melodisine. Yeni bir melodi ortaya çıkana, yayılana ve tüm gizil güçlerini sergileyene dek bunlar bir süre beraberce varlık gösterdiler. Başka bir kaynaktan ortaya çıkan ve baskın melodiyle mücadele eden uyumsuzluklar giderildi ve sonra yeniden ortaya çıktı. Bunlar, kolaylıkla üstesinden gelinemeyen yeraltı akımlarıdır ve egonun, kişinin içindeki uyumsuzluğunu temsil ederler. Kompozisyonumuzun ana temasının hareket noktası buradadır; bu aslında bir engellenme motifidir.
Aşkın, kendinden memnuniyetsizlikten doğduğunu ve kendi kendini yaralama eğiliminin üstesinden gelmek için duygusal bir girişim olduğunu söyledik. Kurtarma çabaları kişinin içindeki bazı güçler tarafından gösterilmiştir, bunlar aynı zamanda kendini korumayı sağlayan ve cesaret verici güçlerdir. Kendinde, yüksek talepleri gerçekleştiremeyen ego, şimdi kişinin idealinin kişileştirilmişi olan bir başkasında bunların yerine getirilmesini arar.
Ancak kendi kendinden hoşnut olmayan kişi âşık olabilir ve bu ona –ne yazık ki– geçici bir güvenlik duygusu verir. Ancak kendinden hoşnutsuzluğuyla ve kendini sevmemesiyle mücadele etme cesareti gösterebilen kişi âşık olabilir. Mücadele etmek için az miktarda özgüven olmalıdır, aksi takdirde aşk gelişemez. Ancak cesur olanlar sevmek için çabalayabilirler.
Otuz beşyılı aşkın psikanaliz uygulamaları, Avrupa ve Amerika’daki karşılaştırmalı gözlemlerim bana kadınların genellikle cinsiyetleri hakkında erkeklerin kendi cinsiyetleri hakkında sahip olduklarından daha küçümseyici fikirlere sahip oldukları izlenimini vermiştir. Bu farklılığın kaynağı biyolojik ayrılıklarda olamaz ancak sosyal çevrenin değerlendirmesini yansıtmaktadır. Kadınların içtenlikle ve rahat bir biçimde kendi cinsleri hakkında konuştuklarına kulak misafiri olmuşhiçbir analist, onların dişilerle ilgili düşüncelerinin şaşırtacak derecede küçümseyici olduğunu yadsımayacaktır. Bu, bir fikirden çok bir önyargı görünümündedir ve kişi bunu erkeklerin kendini beğenmişliklerinden devralınmışaşağılık duygularına ya da erkeklerle rekabetten doğan yetersizlik duygularına bağlar.
Fransız filozof Chamfort iki yüzyılı aşkın bir süre önce, “Kadınlar hakkında bir erkek ne kadar kötü düşünürse düşünsün, ondan daha kötüsünü düşünmeyen bir kadın yoktur,” demiştir. Bir keresinde Madame de Staël, “Erkek olmadığıma memnunum, çünkü erkek olsaydım bir kadınla evlenmek zorunda kalacaktım,” demiştir. Erkekler arasında kendi cinsiyle ilgili bu denli bir küçümsemeye çok az rastlanır.

Eğer kadınlar, kadınlarla evlenmek zorunda oldukları için zavallı erkeklere acırlarsa, erkekler bu konuda ne hissedebilir? Erkekler, içtenlikle ve çoğu zaman Madame de Staël’in fikrine katılabilseler bile, neyse ki bunu yalnızca kuramsal ya da genel bir şekilde yaparlar. Ne kadınların soyut anlamda aşağılanması, ne de onların güçsüzlüklerinin alaya alınması, bir erkeğin bu cinsten biriyle evlenmesini engellemiştir.
Kadınların, gerçek fikirlerini ifade etmeye cesaret edebildikleri psikanalizde çoğu zaman şöyle dediklerini duyarız: “Bir erkek niye evlensin ki? Bize bakmak ve kendini yaşam boyu bağlamak için neden çok çalışsın ki? Eğer erkek olsaydım hiçbir zaman evlenmezdim. Birçok gönül serüvenim olurdu ve harika bir hayat yaşardım.”
“Kadınların gücünü hiçbir zaman hafife almayın,” uyarısı erkeklere yöneltilmiştir. Ama bu, psikolojik bir gerçek olarak daha çok kadınların kendilerine söylenmeli ve sürekli yinelenmelidir.
Ama kadınlar teslim olmuştur. Onlar kendi güçlerinin farkında değildirler; iç çekerek, “Bu dünya erkeklerin dünyası,” derken şunu eklemeyi unuturlar: “Ama dünya beşiği sallayan el tarafından yönetilir.”
Kadınların cinsleri ve birey olarak kendileri hakkındaki sönük fikirleri çoğu zaman şaşırtıcı şekillerde ifade edilir. Analitik bir seansta, bir gün önce nişanlısıyla birlikte teknik bir sergiyi ziyaret eden bir kızın nişanlısı hakkında şöyle konuştuğunu duydum: “Charles bana çok iyi davranıyor. Bütün sorularımı sanki, aptalca sorular yani bir kadının soruları değilmişde gerçekten önemliymişler gibi yanıtladı.”
Elbette, herhangi bir erkek kadar ben de (hatta mesleğimden ötürü bazen daha iyi şekilde) bu yetersizlik duygusunun çoğu kadın tarafından dikkatle gizlenmişolduğunu ve kadınların gururlarının bu duyguyu fazlasıyla telafi ettiğini biliyorum. Ama gurur yalnızca kişi çok kırılgan olduğu zaman gereklidir ve gururla duyarlılık birleşince kendini açığa vurur.
Çağdaşkadının tam da kadın olduğu için öfkesinin güzel burnunda olduğu yadsınamaz. Bunun bir süsten çok, bir damga, bir güvensizlik rozeti olduğu görüşündeyim.
On yaşından sonra erkek çocukların ideallerinin hemen hemen her zaman erkekler, bunun yanında kızların ideallerinin de kadınlar değil erkekler olması karakteristiktir. Yüz üniversiteli kız öğrenciden on sekizi, kadın yerine erkek olmayı yeğlediklerini söylemiştir. Kırk yılı aşkın bir süre önce, bilgili bir eğitimci, gidişatta bir değişiklik olmadığı takdirde, kadın kişiliği taşımayan bir kadın cinsine sahip olacağımız sonucuna varmıştır. Gidişat değişmemiştir; tam tersine, kadınların erkeklerle özdeşimi ilerlemiştir ve dönüşnoktası görünürlerde değildir.

Çağdaşkadının kendi cinsiyle ilgili özgüvensiz fikri, yalnızca erkeğin cins olarak aşırı takdir edilmesine değil, garip dolambaçlı bir yolla, evlenme isteklisi olan erkeklerin küçük görülmesine de yol açmıştır.
Sanki, bir kadına bu kadar çok değer veriyorsa, kendisinin pek bir değeri olamaz gibidir. Böyle bir tutum çoğunlukla psikanalizin mazoşistik kişilikler olarak adlandırdığı kadın tipinde görülebilir. Onların tutumu, bir dereceye kadar, eski Viyana’da anlatılan bir anekdotu anımsatır. İki adam bir kahvede satranç oynamaktadır, oyun bazen ateşli tartışmalarla kesilmektedir. Oyunların biri sırasında, adamlardan biri şöyle bağırarak rakibini kötüler: “Benim gibi bir adamla oturup satranç oynadığına göre, nasıl bir adam olduğunu gör.”
Kendi cinsiyetinden tatmin olmamak: Genç kadınların trajedisidir bu; durumun değiştirilememesi daha da acıklıdır! “Anatomi yazgıdır” derdi Freud, Napolyon’un bir tümcesini değiştirerek. Çelişkili olarak, kendi cinslerini küçümsemek birçok kadında erkek cinsini hor görmekle bir arada bulunurken bu, bilinçli bir şekilde erkek olma isteğini dışlamaz. Paradoks, başka bir alternatif olmamasına rağmen varlığını sürdürür.
Analiz uyguladığım kültürlü ve olgun bir kadın, bana erkeklerin ne kadar değersiz olduklarını kanıtlama çabasından hiç vazgeçmemişti. Erkeklerin bayağılıklarını anlattıktan sonra her seferinde sözlerini, “Siz erkekler, insan mısınız?” diyerek bitirirdi. Bir şarkıdaki nakarat bölümü gibi yinelenen bu soruya bakılırsa, onun bu denli iğrenç bir cinsin bir üyesine bağlanma olasılığı yokmuşgibiydi. Oysa bu hanımın birçok gönül serüveni olmuşve kadın sonunda evlenmişti. İstediğinizi elde edemiyorsanız (bunun için superman olmanız gerekirdi), elde ettiğinizi istersiniz (bu durumda oldukça düzgün bir adam). Bu arada, hasta çoğu zaman erkek olmayı istediğinin farkındaydı; o, bu isteğini çocukluk döneminde erkek kardeşleriyle yaşadığı çekişmelere bağlıyordu. “Cinsiyetsiz olmaktan bıktım,” diye sızlanıyordu.
Öfkesi burnunda olmak modaya tabidir. Bu, çoğu zaman gözle görülmez. Erkeklere karşı düşmanlık da aynı şekilde gözle görülmez. Sorun, şu ya da bu erkeği beğenip beğenmemeniz değil, “erkekleri” beğenip beğenmemenize dönüşür. Meraklı bir gözlemci geçenlerde “Amerikan Kadınları Erkekleri Sevmiyor” başlıklı bir makale yayımladı. Bu ülkede uzun yıllar yaşamışçok kültürlü Avrupalı bir kadın olan yazarın söylediklerinin çoğu, doğal olarak bazı çekincelerle, psikanalistler tarafından doğrulanabilirdi. Erkeklerin sevilmemesi çoğu zaman yalnızca kadınlar ya da erkekler arasında ucuz bir ün kazanmak için bir oyun, bir inançtan çok bir uydurmadır. Bazen bu, eski bir hileye başvurarak erkekleri çekmek, onları baştan çıkararak Hırçın Kız’daki Petruchio gibi davranmalarını sağlamak amacıyla kullanılıyor gibi görünmektedir. Ama ne yazık ki yem çoğu zaman boşa gitmektedir. Erkekleri gerçekten beğenen ve bunu söyleyen kadın stoku neredeyse sonsuzdur.
Erkeklere karşı düşmanlığın gerçek gibi göründüğü yerde bu, bilinçsizce kendini beğenmemenin, hatta kendinden nefret etmenin psikolojik ifadesidir.
Kadınlarda erkeklerden nefret etme, aşağılık duygusunun bir ifadesidir. Bu, kendini beğenmemenin karşı cinsi beğenmemekle yer değiştirmesinin bir sonucudur. Eski melodi burada yeni ve meydan okuyucu şekliyle yeniden ortaya çıkar. Kadın hastalarımdan biri, “Aşkıyla beni aşağılık bir varlık olmadığıma inandıracak bir erkeğin karşıma çıkmasını beklemekten usandım,” demişti. Beklemenin “haksızlığına” ve kadınların kültürümüzdeki genel rolüne karşı protesto çoğunlukla şöyle ifade edilmiştir: “Neden bir erkek yanıma gelip kur yapsın diye oturup beklemeliyim?”
Bununla birlikte, erkekleri beğenmeme tezahürlerinin hiçbir faydası yoktur. Erkekler kibirlidir ve eski öğüt: “Sevilmek istediğin zaman, sev” hâlâ geçerlidir. “Erkekler insan mıdır?” diyen hastama bakınız: Nişanlandıktan sonra, “Biliyor musunuz, herkesin beğendiği bir kız olmak önemli değil,” diyerek bana açıldı. “Erkeklerle ilgili bir sır var. Erkekleri ancak onları beğendiğinizi gösterdiğiniz zaman elde edebiliyorsunuz.”
Hastamın düşünceli bir şekilde, “Onlarla olmak kötü; onlarsız olmak daha da kötü,” diye eklemesi onun duygusal anlamda iyileştiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir mi, bundan emin değilim.
Kültürümüzde kadınların güvensizliğinin başka bir göstergesi dışgörünüşün aşırı vurgulanması, güzelliğin, giyim kuşamın değerinin abartılmasıdır. Kadınlara göre erkekleri çeken sanki yalnızca güzelliktir ve sevimlilik, sevecenlik, zariflik, sezi ve duyarlılık sanki yararsızdır. Kadınlara güzellikleri nedeniyle hayran olunduğu doğrudur, ama onlarla nadiren güzellikleri için evlenilir. Erkeklerin, başka nitelikleri olan kızları onlardan bariz biçimde güzel olan kız kardeşlerine tercih ettiklerini sıkça görürüz. Külkedisi yalnızca bir peri masalı değildir. Psikanalistler güzellikle ve kendi kendini küçültmeyle ilgili abartılı değerlendirmeleri gösteren tuhaf söylemler duyarlar, çünkü birçok kadın kendisini güzel bulmaz ve onlara ölümcül gibi gelen bazı fiziksel kusurların aşırı bilincindedirler.
Hastalarımdan biri, “Paten kaymaya gidemem, çünkü ayak bileklerim kalın,” demişti.
Başka bir kız, bir akşam birlikte olduğu genç bir adamla iyi vakit geçirmişti. Kısa bir süre sonra iyi geceler deyip oradan ayrılacağını düşününce birden ona karşı soğuklaşmışve tersleşmişti; çünkü o zaman genç adam bacaklarının güzel olmadığını görecekti. Bir kız bir arkadaşına, “Sen mayo giyebilirsin, ama ben bu vücudumla plaja gidemem,” dedi. Başka bir kız nişanını bozması gerektiği kararına varmıştı, çünkü aynanın karşısında çıplak bedenini incelediği zaman, “Beni böyle görürse, benimle yaşamak istemeyecektir,” sonucuna varmıştı.
Narin yapılı olmamasına karşın oldukça çekici olan bir kız, “Şişman olduğunuz zaman ne olur bilir misiniz?” dedi. “Dışarıya dans etmeye gitmez evde oturursunuz, kendinize karşı ve başkalarına karşı dansı sevmiyormuşhavası takınırsınız.” Böyle bir kadının duyduğu engellenme duygusu çoğu zaman acıklıdır ve erkeklerin onu anlaması güçtür.
Dikkat çekici güzellik bir lanettir. En güzel kadınlar ilk günde uyandırdıkları hayranlığın aynısını üçüncü gün uyandırmazlar. Güzellikleri şu ya da bu şekilde, Stendhal’ın romantik aşkın gelişmesi için zorunlu gördüğü billurlaşma sürecini engeller gibi görünmektedir. Stendhal, De L’Amour (Aşk Üzerine)’de özellikle güzel kadınlar hakkında yazarken şöyle der: “Bir kişi genel olarak ne kadar çok beğenilirse, bu beğeni o kadar geçicidir.” Güzel olmayan, ama “çekici” denilen kadınlar, belki de o kadar yoğun olmayan, ama daha derin ve uzun süreli bir izlenim bırakırlar. Bir kadının bir erkeği güçlü bir biçimde büyülemesi yeterli değildir; büyünün etkisini sürdürmesi ve yoğunluğunu artırması gerekir.
Aslında, aşkta kadınların işi iki kat daha fazladır: Erkekleri elde etmek ve onları kaçırmamak. Yalnızca ilk görevinde başarılı olan kadın, kendisi kabul etse de etmese de, başarısızdır. Eski özdeyiştersine çevrilemez; “Yalnızca güzel olan yiğidi hak eder,” diyemeyiz.
Birçok kadın, bir erkeği beğendiğini ona göstermenin yanlışolduğu gibi boşbir inanca sahiptir. Sevgi gösterir göstermez erkeklerin kaçtıklarıyla ilgili bilinçdışı ya da bilinçli bir korkuları vardır. Ama aşırı kısıtlama birçok kadının erkeklere karşı doğallığını ve içtenliğini yitirmesine neden olur. Kendisi olmaya cesaret ederse erkeğin onunla kalmayacağı korkusu, bu yanılgıya düşmüşpek çok kızın yakasını bırakmaz. Kıza göre, erkek bir rüyadan uyanırmışgibi uyanacak ve onu sıradan, sıkıcı, anlamsız bulacaktır. Erkek “aslında ne kadar aptal ve küçük” olduğumun farkına varacak. Kız, erkeğin, kızın ona vereceği özel bir şeyi olmadığını anladığında ona olan saygısını yitireceğini ve daha çekici bir kız arayışı içine gireceğini düşünür.
“Eğer âşık olma tehlikesi yoksa, erkeklere karşı son derecede normal olabilirim,” dedi genç bir kadın. Bir erkeğe karşı romantik duygular hissetmeye başlar başlamaz erkeğin ona karşı tüm ilgisini yitireceğine inanıyordu. Başka bir kız, hayranlarından birine sırlarını açmamak için kurnazca bir özdenetim uyguluyordu. “En incelikli biçimde bile bunu bilmesine izin vermek, kendimi tehlikeye atmaktır ve o beni terk edecektir,” dedi.
Akıllı bir kız daha farklı düşünür. Geçen gün onu bir karikatürde gördüm. İki kız başka bir kızın bir adamla buluşmasına bakar. Altyazı şöyle der: “Adamın ona âşık olduğuna eminim. Kız her gün ona telefon ediyor.”
Verecek hiçbir şeyim yok teması duygusal yetersizliğin bir göstergesi olarak her türlü çeşitlemeyle geri döner. Kendi kendinden kuşkulanmada, gelecekle ilgili tüm kaygı su yüzüne çıkar:

1) Onu mutlu edecek daha iyi birini hak ediyor.
2) Benden beklediklerini ona veremem.
3) Her zaman çevresinde olursam benden çabuk sıkılacaktır.
4) Onun gibi bir adam için ben ne ifade edebilirim ki?
5) Yakında numaracının teki olduğumu anlayacaktır; benim bu parıltıdan başka hiçbir şeyim yok.

Bu yakalanma ya da kusurlu bulunma korkusu pek çok kadın tarafından yaşanır ama bu aşırı güven ya da kendinden emin olma paravanı cılız bir ego için yetersiz bir korumadır, Fransızların dediği gibi, bayramlık bir giysidir. Korku, bedensel ve zihinsel hemen hemen tüm niteliklerle ilgilidir ve kadınların, cezbetmek istedikleri erkeklerin yanında kendileri olmalarını engeller. Böyle bir kadın, gerçek ya da hayali eksikliklerinin farkına vardığında, çoğunlukla panikler. O zaman kadın, çevresi tarafından beğenilmenin gerçek sıcaklık için kötü bir ikame, sohbetinin sığ, kişiliğinin yüzeysel ve anlamsız olduğunu düşünür. “Bir kadın olarak başarısız” olduğunu anladığı zaman erkeğin ona güleceğinden ya da ona duyduğu ilgiyi yitireceğinden korkar.
“Güzel değilim, zeki de değilim. Foyam meydana çıkacak ve o benim bir sahtekâr olduğumu anlayacak diye onunla ciddi konuları konuşmaktan korkuyorum. Yapabileceğimin en iyisi yapay bir paravanadır.” Burada adamın onu o olduğu için değil, ona rağmen seveceği umudu vardır. Kadın kendisini adama layık hissetmez ve acıklı itirafını şu sözlerle bitirir: “Dengeleyici hiçbir özelliğim yok.” Böyle bir kendini küçültme doğal olarak bir savunmayı zorunlu kılar.
Özellikle erkeklerle olan ilişkilerinde başarısızlık, kendi şanslarını yok etme ve engellenmişbir duruma gelme istemi, uygarlığımızdaki pek çok kadında apaçık ortadadır.
Burası, hangi psikanalitik araştırmanın bu duygusal tutumun belirgin özelliklerini ortaya çıkardığını, bunun güdülerinin bireyin yaşam öyküsünde nasıl aranması gerektiğini ve birçok duygusal faktörün birleşmesinin ve işbirliğinin nasıl genelde mazoşizm sonucuna yol açtığını göstermenin yeri değil. Böyle olmakla birlikte bu, bazı kadınların evlilik olasılığıyla karşı karşıya kaldıkları zaman kullandıkları bazı mazoşistik mekanizmaları açıklayan konumuzla ilgilidir.
Kendi kendinden kuşkunun, özeleştirinin ve kendini beğenmemenin bilinçdışı özyenilginin gelişmesinde oynadığı başrolü daha önce tartıştık. Tüm bu özellikler bazen bilinçli olmakla birlikte genellikle (varlıkları ve duygusal etkileri anlamında) kadın için saklı kalır; bunlar bireyin içinde gizlice çalışırlar. Psikanalitik deneyim, bu özelliklerin etkilerinden başlayıp geriye, gizli duygusal güdülerine doğru giderek onların âlemine girebileceğimizi gösterir.
Daha önce sözü edildiği gibi, bir kadındaki bilinen mazoşistik kendinden kuşku duyma mekanizmalarından biri, onun erkekle yer değiştirmesidir. Değeri düşen yalnızca erkeğin nitelikleri değildir. Kadın erkeğin ona olan aşkından kuşku duymaya başlar. Onunla evlenmek isteyen erkekle mutlu olup olamayacağını sorgular. Kadın erkeğin davranışlarını ve kişiliğini eleştirir, onda başka hatalar bulur ve kendisine onu gerçekten sevip sevmediğini sorar. Çoğu zaman kendi sevgisinin gerçek niteliğinin belirsizliğine takılan kadın bunu sınamaya ve erkeğe inceden inceye zihinsel işkenceler yapmaya başlar. Kadın kendisini birdenbire çeker ve her türlü kuruntunun ve kararsızlığın etkisi altındaymış gibi görünür. Elbette, erkekle ilgili kuşkunun yerinde olduğu birçok vaka vardır ama deneyimli bir psikanalist aşırı kuşkuyu tanıyabilir.
Bana gelen vakalardan birinde bilinçdışı yansıtma açıkça anlaşılıyordu. Genç bir kız birden, nişanlanacağı adamın onun için yaşlı olup olmadığını, ondan sıkılıp sıkılmayacağını, ona sadık kalıp kalmayacağını, adamın başka erkeklerle rekabet edip edemeyeceğini ve buna benzer konuları sorgulamaya başlamıştı. Kısa süre sonra bu kuşkuların doğasını analiz ederken, kuşkuları yön değiştirdi: Genç kız bu kez kendisinin adam için yeterince olgun olup olmadığını, onunla konuşacak yeterince ilginç şeyi olup olmadığını, adamın ileride başka kızları ona tercih edip etmeyeceğini kendisine sormaya başladı. Genç kız eskiden adama, “Çevreme Çit Çekme” adlı şarkıyı söylüyor, konuşmaları sırasında bu şarkının adını bir slogan gibi kullanıyordu. Kız, adamın onun bağımsızlığını elinden almasından korkuyordu.
Analiz, kızın haklı olarak adamı sahiplenmekten ve adamın kararlarını ve hareketlerini kısıtlama eğiliminden korktuğunu ortaya çıkardı.
Dingin bir yaz gününde gökyüzündeki bulutları andıran gelip geçici kuşkuları kovmak kolaydır. Ama bunlar ilişkiyi tehlikeye sokabilecek denli ciddileşebilir ve sonunda yenilgi ve engellenmeye yol açarlar. Bu sonuç, kadınlardaki bilinçdışı mazoşistik eğilimlerin gücünü açıkça ortaya koyar.
Bu tür vakalarda görülen özel bir mekanizma “ileriye doğru kaçış” mekanizmasıdır. Kişi kaçınmak istediği tehlikeden öyle çok korkar ki sonunda en çok korktuğu şeyi yapar. Örnek bir vakayı anlatmama izin veriniz. Sevimli bir genç kız bana erkeklerle yaşadığı tüm ilişkilerin aynı talihsiz şekilde sonlandığını anlattı: taliplerinin onu terk etmesiyle. Farklı karakterlerde ve konumlarda pek çok talibi olmuşama aşk serüvenlerinin hep aynı şekilde sonlanmıştı. Erkek ona karşı bir çekim hissettiği ve ona kur yaptığı zaman kız yavaş yavaş yanıt veriyor ve kendisini ona yakın hissetmeye başlıyordu. İlişki daha içten bir havaya bürünüyor ve sonunda adam aşkını ilan ediyordu. Biraz kararsızlıktan sonra kız onunla nişanlanıyordu.
Sonra, her seferinde beklenmedik bir şey oluyordu; kız ya önemsiz bir konu hakkında adamla şiddetli bir tartışmaya giriyor ya da adamın birkaç yıl önce kendi kız arkadaşlarından biriyle bir gönül serüveni olduğunu öğreniyor veya adam kızı her gün ziyaret etmeyi ihmal ediyor ya da kız bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor ve bunun sonucunda adam kızdan uzaklaşıyor ya da bunlara benzer şeyler yaşanıyordu. Buna benzer olaylar sonucunda kız nişanı aniden bozuyordu. İlişkiyi bitirmek isteyen hiçbir zaman erkek olmuyordu. Ayrılmayı kız planlıyor ama bundan adamı sorumlu tutuyordu.
Yaşananların kızın kendi bilinçdışı eyleminin ya da eylemsizliğinin sonucu olduğu anlaşıldı. Evlilik “tehdidiyle” karşı karşıya kalır kalmaz, kız kendisine engel çıkarmak için bilinçdışı olarak her tür çabayı gösteriyordu. Evli olmak –bir eve, kocaya ve çocuklara sahip olmak– hayal âleminde kaldığı sürece, kız bu olasılıktan hoşlanıyordu. Bu amaçlar gerçekleşir gibi olduğunda, içindeki kara güçler onu, bunun gerçekleşmesini olanaksız kılacak her şeyi yapmaya zorluyordu.
Bu kız psikanalizin başlangıcında, bilinçli sahnenin arkasındaki yazgıyı düzenleyen sahne amirinin kendisi olduğunu kabul etmek istemedi. Psikanalist, psikanaliz sırasında eski deneyimlerin ve olayların anlatımından bu tür vakalarda kişinin zorlama altında hareket ettiği izlenimini edinir. Bireyin tüm isteklerinin aksine aynı deneyimlerin yinelenmesi, sanki bir dışgüç tarafından belirleniyormuş gibi bu eylemlerin kendilerini yinelemeleri, anlatılan olguya Freud’un tekrarlama zorlaması adını vermesini haklı çıkarır. Freud, bilinçdışı eğilimlerin zorlaması altında hareket ettiklerinde kişilerin aynı deneyimi tekrar yaşamaya zorlandıklarını ileri sürmüştür. Bu kişiler sanki totaliter bir rejimin komutası altındadır.
Başka bir vaka, bu zorlamanın ne denli güçlenebileceğini ve çoğu zaman ileriye doğru kaçışın şeklini bile belirlediğini gösterir. Hasta, annesini çocuk yaşta kaybeder ve anlaşılan onu pek sevmeyen bir teyzenin gözetimi altında, katı kuralcı bir biçimde yetiştirilir. Ergenliğe ulaştıktan sonra, endokrin bozukluğu nedeniyle kız çok şişmanlar. Erkekler ondan uzak durur. Danslı toplantılara çağrılmaz, nadiren yalnız gittiği toplantılarda hiç kimse onu dansa kaldırmaz. Çekici olmadığına inandığından dolayı, delikanlıların dikkatini, gözü peklikle, sert bir dil kullanarak ve genellikle inisiyatifi ele alarak çekmeye çalışır. Doğal olarak, ona kadınsı davranış şekillerini öğretebilecek bir annenin yokluğu ve katı teyzesini sevmemesi nedeniyle bu tutumu şiddetlenir. Kız, sırlarını saklamayı öğrenir ve ikili bir yaşam sürer.
Şimdi neredeyse yirmi altı yaşında olan Leydi Jekyll ve Bayan Hyde muayene için ilk kez odama geldiğinde, kendisinden çok emin, oldukça çekici bir kadınla karşılaştım. Sıkı bir perhiz ve bazı ilaçlar yoluyla incelmişti. Ama erkeklerle ilişkisindeki başarısızlık çok karakteristik bir biçimde yineleniyordu. Ne zaman dürüst bir genç adamla tanışsa, kısa süre sonra onu her anlamda kazanmak için her yolu deniyor ve çoğunlukla inisiyatifi ele alıyordu.
Sonuç her zaman aynı oluyordu. Adam, onu kolayca elde ettikten sonra sıkılıyor ve onu terk ediyordu. Kız sık sık ağlıyor, iyi niyetini koruyor ama yine gizemli dürtüsüne teslim oluyordu. İki kez kürtaj olmuştu ve erkekler arasında “değerini düşürmüş” olduğunu anlamıştı.
Onun bilinçdışı bir zorlama altında hareket ettiği ortaya çıktı: Çekici olduğuna, erkekler tarafından beğenilip sevilebileceğine kendisini inandırma gereksinimi. Görünüşteki aşırı güveni ve saldırganlığı, yetersizlik duygularını, özenle eğitilmemişve yetiştirilmemiş olmasından ve toplum içinde zarif bir davranış biçimi sergilememesinden duyduğu üzüntüyü gizleyebilecek güçte değildi. Psikanaliz sırasında sergilediği mükemmel nitelikler “nahif duyguları ve insancıllığı- çoğu kez beni hayret içinde bırakıyordu. Yine de, bilinçdışı aşağılık duygusunun üstesinden gelmek, erkeklere yanaşma çabalarından vazgeçmesini sağlamak çok güç olmuştu.
Neyse ki zamanla özgüvenini ve özsaygısını yeniden kazandı ve kaçınılmaz üzüntülere, pişmanlık ve utanç duygularına rağmen ya da bunlar yoluyla, arkadaşlarının deyimiyle “işlenmemiş elmas” yavaş yavaş parladı.
Bilinçli istekleri mutlu bir evlilik yapmak olan, öfkesi burnunda olmanın yaşamlarına başarısızlık ve engellenme hissi getirdiği kadınlar hakkında başka birçok vakadan söz edebilirim. Özellikle bilinçdışı yetersizlik duyguları, pek çok kadının eşbulma arzusunun engellenmesinde büyük bir rol oynar. Doğal olarak, benzer duygular birçok erkekte de vardır ama bu duygular erkeklerde değişik bir karakter gösterir ve önem dereceleri kadınların yaşamındakiyle aynı değildir.
Benim buradaki naçizane görevim “Karanlıktaki Kadın” figürü üzerine ışık tutmaktı. Bu tip kadınlar sandığımızdan daha çoktur; sosyetede parlayan ve göz kamaştıracak kadar güzel bulunan kadınlar arasında bile onlardan vardır. Hepsi, bu gizli topluluğun gözle görülmez rozetini taşır; öfkeleri burunlarındadır.
Eğer insanlık yok olmayacaksa ve toplumun çıkarına hizmet edilecekse, insan ilişkilerinin bu çirkin ve verimsiz arazisi, yeni bir günün doğuşunu karşılayabilecek genç çiftleri üreten işlenmiş bir toprağa dönüştürülmelidir.

Theodor Reik
Aşk ve Şehvet Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz