MILAN KUNDERA: “İNSANIN İKTİDARA KARŞI SAVAŞIMI, BELLEĞİN UNUTUŞA KARŞI SAVAŞI MIDIR?”

17

Günümüzde zaman büyük adımlarla ilerliyor. Tarihi olaylar bir gecede unutuluveriyor, hemen ertesi sabah, bir yenisinin çiğ damlacıkları parıldamaya başlıyor ve artık öykücünün anlattıklarına bir fon perdesi oluşturmaktan çıkıp, özel yaşamın o tekdüze bayağılıklarının arka planda yer aldığı bir perdede oynanan çok şaşırtıcı bir serüvene dönüşüyor.

Şimdi 1971’deyiz ve Mirek şöyle diyor: “İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşı mıdır?”

Böylece, arkadaşlarının ihtiyatsızlık olarak nitelendirdikleri davranışlarını haklı göstermeye çalışıyordu. Büyük bir özenle günlüğünü tutuyor, yazışmalarını saklıyor, ülkedeki durumu tartıştıkları toplantıların tutanaklarını tutuyor ve bu durumun nasıl sürüp gidebileceğini düşünüyordu. Arkadaşlarına, “Anayasa’ya aykırı hiçbir şey yaptığım yok,” diyordu. Gizlenmek ve kendini suçluluk duygusuna kaptırmak, bozgunun başlangıcı demek olurdu.

Birkaç gün önce, yapım halindeki bir yapının çatısında, yapı işçilerinden oluşan ekibiyle çalıştığı sırada, aşağıya bakmış ve başı dönmüştü. Dengesini yitirmişti. İyi tutturulmamış bir putrel düşüşünü önlemişti, ama o putrel de yerinden kurtuldu ve Mirek’i putrelin altından güçlükle çıkarabildiler. İlk balasta ağır yaralı görünüyordu, ancak, bir süre sonra, kolundaki basit bir kırıktan başka şeyi olmadığını anlayınca, büyük bir hoşnutlukla, birkaç hafta dinlenme izni alabileceğini, böylece, o güne kadar uğraşacak vakit bulamadığı işlerini yoluna koyma olanağı bulabileceğini düşündü.

Sonunda o da, daha ihtiyattı olan arkadaşlarının görüşlerine katılmak zorunda kalmıştı. Her ne kadar Anayasa, konuşma özgürlüğünü güvence altına alıyor idiyse de, yasalar, devletin güvenliğini sarstığı varsayılan tüm davranışları cezalandırmaktaydı. Şu ya da bu sözün güvenliğini sarsacak nitelikte olduğunu ileri sürerek, devletin ne zaman yaygara koparmaya başlayacağı ise hiç bilinmezdi. Bu yüzden, tehlikeli sayılabilecek belgelerini güvenilir bir yere götürüp saklamaya karar verdi.

Önce, Zdena ile olan sorununu çözümlemek istiyordu. Kadının oturduğu kente telefon etti ama bir türlü bağlantı kuramadı. Bu yüzden de dört gün kaybetti. Ancak, bir gün önce konuşabildi onunla. Kadın, bugün öğleden sonra onu bekleyeceğine söz verdi.

Mirek’in on yedi yaşındaki oğlu karşı çıktı: Mirek, bir kolu alçılı olarak araba kullanamazdı. Gerçekten de, arabayı kullanmakta oldukça güçlük çekti. Alçılı kolu, göğsünün üstünde bir eşarpa sarılı, güçsüz ve işe yaramaz bir halde sallanıp duruyordu. Vites değiştirmek gerektiğinde Mirek direksiyonu salıvermek zorunda kalıyordu.

***

Zdena ile yirmi beş yıl önce bir ilişkisi olmuştu ve bu dönemden, belleğinden ancak birkaç anı kalmıştı.

Buluştukları birgün, bir de ne görsün, kadın, mendiliyle gözlerini silerek, burnunu çekip durmuyor mu? “Neyin var?” diye sordu. Kadın, bir gün önce bir Rus devlet adamının ölmüş olduğunu söyledi. Jdanov, Arbuzov ya da Masturbov[1] adında biri. Gözlerinden inen sel gibi yaşlara bakılırsa, bu Masturbov’un ölümü, onu kendi öz babasının ölümünden daha çok etkilemişti.

Olmuş muydu böyle bir şey gerçekten, yoksa kadının Masturbov’un ölümü için döktüğü gözyaşları, onun kadına karşı bugün duyduğu nefretten ötürü uydurduğu bir öykü müydü? Hayır, bu olay gerçekti. Ama, bu gözyaşlarını inanılır ve gerçek kılan o günkü koşulları bugün anımsamayışı ve bu anının bir karikatür gibi ve inanılmaz görünmesi de son derece doğaldı.

Onunla ilgili bütün anıları böyleydi işte. Örneğin, bir gün, ilk kez bir apartmanda sevişmişler ve aynı tramvaya binerek birlikte dönmüşlerdi (Mirek bu sevişmeleri tümüyle unuttuğunu ve bu çiftleşme sahnelerinden bir saniyesini bile anımsamasının artık olanaksız olduğunu sevinçle ayrımsadı). Zdena tramvayda, sıranın bir ucuna oturmuştu. Tramvay sallanıyordu. Somurtkan, kapalı ve şaşılacak derecede yaşlı bir yüzü vardı. Niye bu kadar keyifsiz olduğunu sorduğunda, sevişmelerinden hoşnut kalmadığını, kendisiyle bir entelektüel gibi seviştiğini söylemişti kadın.

O günkü politika dilinde, ‘entelektüel’ sözcüğü hakaret anlamı taşımaktaydı. Yaşamı anlamayan ve halktan kopuk insanları tanımlıyordu bu sözcük. O günlerde, bir kısım komünistlerce asılan öteki komünistler bu sözcükle aşağılanmışlardı. Ayaklarını sıkıca yere basanların tersine, bunların, havalarda dolaştıkları söyleniyordu. Demek ki bir anlamda yer, ceza olarak onların ayaklarının üzerine basmasını kabul etmemiş ve onlar böylece toprağın biraz yukarısında asılı kalmışlardı.

Zdena, onu bir entelektüel gibi sevişmekle suçlarken ne demek istemişti acaba?

İster şu, ister bu nedenle olsun, kadının ondan hoşnut kalmadığı açıkça görülüyordu ve o en soyut bir ilişkiyi (tanımadığı Masturbov’la ilişkisinde olduğu gibi) duyguların eri somut görünümüne dönüştürmeyi (bir gözyaşı seliyle maddeleştirerek) becerebildiği gibi, en elle tutulur bir davranışa soyut bir anlam vermeyi ve hoşnutsuzluğunu politik bir terimle açıklamayı da iyi biliyordu.

***

Dikiz aynasından baktı ve deminden beri hep aynı binek arabasının arkasından gelmekte olduğunu farketti. O âna kadar izlendiğinden hiç kuşkusu olmamıştı, çünkü şimdiye dek, ötekiler örnek bir gizlilik içinde hareket etmişlerdi. Bugün köklü bir değişiklik olmuştu demek. Var olduklarını anlamasını istiyorlardı artık.

Prag’dan yirmi kilometre kadar ötede, kırların ortasında, büyük bir bahçe duvarı ve duvarın gerisinde onarım-bakım atölyeleriyle bir servis istasyonu vardı. Orada çok iyi bir dostu çalışmaktaydı. Ona arabasının arızalı kontak motorunu değiştirtmek istiyordu. Arabasını, üzeri kırmızı beyaz çizgilerle boyalı inip kalkan bir parmaklıkla kapanmış bulunan giriş yerinin önünde durdurdu. Yan tarafta, iri yarı bir kadıncağız duruyordu. Mirek, kadının parmaklığı kaldırmasını bekledi. Oysa o kımıldamaksızın, uzun uzun kendisini süzmekle yetindi. Kornasını öttürdü ama, boşuna. Başını kapıdan uzattı, seslendi.

“Sizi daha tutuklamadılar mı?” diye sordu şişman kadın.

“Hayır, henüz tutuklamadılar,” diye yanıtladı Mirek. “Parmaklığı kaldırabilir misiniz?”

Kadın dalgın bakışlarla yine uzun uzun süzdü onu, esnedi ve kulübesine döndü, bir masanın arkasına geçip oturdu ve bir daha dönüp bakmadı bile.

Bunun üzerine Mirek, arabasından inerek, parmaklığın yanından dolaşmak zorunda kaldı. Atölyenin bulunduğu yere kadar giderek tanıdığı tamirciyi aradı. Arkadaşı onunla birlikte döndü ve Mirek’in arabasıyla birlikte avluya girebilmesi için parmaklığı kaldırdı. Şişko kadın hâlâ aynı dalgın bakışlarla kulübesinde oturmaktaydı.

“Anladın mı? Televizyonda çok göründün de ondan bu,” dedi tamirci arkadaşı. “Bütün bu kadıncıklar seni tanıyor.”

“Kim bu?” diye sordu Mirek.

O zaman, Bohemya’nın Rus ordusunca istilâsının ve ülkeyi işgal edenlerin her yerde etkinliklerini göstermekte oluşlarının bu kadın için olağanüstü bir durumun işareti sayıldığını öğrendi. Kendisinden üstün durumdakilerin (ki herkes ondan daha üstün durumdaydı) en küçük bir suçlamayla işlerinden güçlerinden, mevkilerinden olduklarını, ekmeklerinin ellerinden alındığını görüyor ve bu ona kösnül bir coşku veriyordu. Bu yüzden kendi kendisini muhbirlikle görevlendirmişti.

“İyi ama nasıl oluyor da hâlâ kapıcı olarak kalıyor? Hâlâ terfi etmiyor?”‘

Tamirci güldü. “On’a kadar saymasını bile bilmez. O yüzden ona başka bir iş vermeleri olanaksız. Muhbirlik hakkının bulunduğunu yinelemekten başka bir şey yapamıyorlar ve bu da onun için terfi yerine geçiyor.”

Tamirci, motor kapağını kaldırıp motora baktı.

Mirek, birden, yanı başında bir adamın durmakta olduğunu farketti. Adamın, gri bir ceketi, beyaz bir gömleği, kravatı ve kahverengi bir pantolonu vardı. Kalın boynunun, şiş suratının üstünde maşa çekilerek kıvrılmış gri saçları dalgalanıyordu. Ayakta öylece dikilmiş, kalkık motor kapağının altında eğilmiş duran tamirciyi izliyordu.

Az sonra tamirci de farketti adamın varlığını. Doğruldu: Sordu: “Birini mi arıyordunuz?”

Kalın boyunlu, şiş suratlı adam: “Hayır, kimseyi aramıyorum,” diye karşılık verdi.

Tamirci yeniden motorun üstüne eğilirken şöyle mırıldandı. “Prag’da, Saint-Venceslas alanında, adamın biri kusuyordu. Bir başkası önünden geçerken, hüzünlü bir tavırla ona baktı, başını salladı ve ‘Sizi nasıl anladığımı bir bilseniz,’ dedi.”

***

Allende’nin öldürülmesi, Bohemya’nın Ruslarca işgalinin anısını çabucak sildi, Bangladeş’teki kanlı toplu kırım, Allende’yi unutturdu, Sina göllerindeki gürültülü savaş, Bangladeş’in sızlanmalarını bastırdı, Kamboçya’daki toplu kırım, Sina’yı unutturdu ve böylece ve böylece her şeyin herkes tarafından tümüyle unutulmasına kadar olaylar sürüp gitti.

Tarihin henüz ağır ağır yol aldığı çağlarda, az. sayıdaki olaylar belleklerde rahatça yer ediyor ve önünde özel yaşamın çekici serüvenlerinin izlendiği bir arka fon perdesi oluşturuyordu. Günümüzde zaman büyük adımlarla ilerliyor. Tarihi olaylar bir gecede unutuluveriyor, hemen ertesi sabah, bir yenisinin çiğ damlacıkları parıldamaya başlıyor ve artık öykücünün anlattıklarına bir fon perdesi oluşturmaktan çıkıp, özel yaşamın o tekdüze bayağılıklarının arka planda yer aldığı bir perdede oynanan çok şaşırtıcı bir serüvene dönüşüyor.

Tek bir tarihi olay yoktur ki herkes tarafından bilindiği ileri sürülebilsin. Benim, bundan birkaç yıl önce geçmiş olaylardan, sanki aradan bir yıl geçmiş gibi söz etmem gerekiyor. 1939’da Alman ordusu Bohemya’ya girdi ve Çek Devleti bir varlık olmaktan çıktı. 1945’te Rus ordusu Bohemya’ya girdi ve ülke yeniden Bağımsız Cumhuriyet diye adlandırılmaya başladı. İnsanlar Almanları kovan Ruslara karşı hayranlık duymaktaydılar ve Çek Komünist Partisi’ni onların sağ kolu saydıklarından, sevgilerini Parti’nin üstünde topladılar. Öyle, ki, 1948’de komünistler, kan dökerek ya da zor kullanarak değil, ulusun hemen hemen yarısının sevinçli alkışları arasında iktidarı ele geçirdiler. Üstelik, dikkat buyurulsun, bu sevinç çığlıkları atan yan, ulus’un en canlı, en zeki ve en iyilerinden oluşuyordu.

Evet, kim ne söylerse söylesin, en zeki olanlar, komünistlerdi. Göz kamaştırıcı bir planları vardı, tümüyle yepyeni bir dünyanın planıydı bu ve orada herkese yer vardı. Onlara karşı olanların ise, sadece yerleşik düzenin delik deşik olmuş bir külotu andıran yapısını yamamak için kullanmak istedikleri, eskimiş, yıpranmış, sıkıcı birkaç ahlâk kuralından başka vadedecekleri büyük bir düşleri yoktu. Bu bakımdan, coşkuluların, bu göz kamaştırıcı plandan yana olanların, ılımlılar ve ihtiyatlılar üzerinde kesin bir başarı kazanmaları şaşırtıcı değildi ve düşlerini, herkes için adalet ülkülerini gerçekleştirmek için kolları sıvadılar.

Yeniden altını çiziyorum: Ülkü ve herkes için, çünkü insanoğlu, yaratılışından beri bu ülküye, bu içinde bülbüllerin şakıdığı bahçeye, bu içinde dünyanın insanlara ve insanların öteki insanlara karşı bir yabancı olarak karşı çıkmadığı, tersine, dünyanın ve bütün insanların tek ve aynı maddeden yoğrulduğu bir uyum ülküsüne yürekten bağlıdırlar. Orada herkes, Bach’ın güzelim füg’lerinden birinin bir notası gibidir ve kim ki öyle olmak istemez, işe yaramaz anlamsız bir kara nokta olarak kalmaya ve ensesinden yakalanıp bir bit gibi iki tırnak arasında ezilmeye hükümlüdür.

Kimileri, ülkü için gerekli yaratılışta olmadıklarını hemen anladılar ve yurt dışına gitmek istediler. Ancak, ülkü, yapısı gereği, herkes için ortak bir dünya olduğundan, gitmek isteyenler ülküye karşı çakıcılardan olduklarını kanıtlamış sayılarak, yurt dışı yerine parmaklıkların arkasına gönderildiler. Ötekiler, binlerce ve on binlercesi aynı yolu tutmakta gecikmediler. Bunların arasında, kürk şapkasını Gottwald’a sunmuş olan Dışişleri Bakanı Clementis gibi komünistler de bulunuyordu. Sinema perdelerinde utangaç âşıklar elele verirlerken, zina, basit yurttaşlardan kurulu onur mahkemeleri tarafından şiddetle cezalan. dinliyor, bülbüller ötüşlerini sürdürüyor, Clementis’in gövdesi, insanlığın bu yeni sabahını muştulayan çanlar gibi iki yanına sallanıp duruyordu boşlukta.

Ve işte o zaman, bu genç, zeki ve ödünsüz kişiler, birdenbire, o geniş eylem dünyasında terkedilmişler gibi garip bir duyguya kapıldılar ve devrim, kendine özgü yaşamını yaşamaya, kendisi için. kabul edilmiş bulunan düşüncelere benzemekten uzaklaşmaya ve kendisini dünyaya getirmiş olanlarla ilgilenmeye başladı. Ve bu genç ve zeki kişiler devrimin arkasından koşmaya, bağırıp çağırmaya, kınamaya başladılar. Eğer bu yetenekli ve ödünsüz insanlar kuşağı üzerine bir roman yazsaydım, başlığını Yitirilen eylemin arkasından koşanlar koyardım.

Milan Kundera
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı
Türkçesi: Aydın Emeç, Can yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz