Akıl Hastanesinde Bir Gezinti – Çetin Altan

Öyle ya bu dünyada yaşayıp da çıldırmamak gerçekten büyük marifet. Bu marifeti henüz göstermekte olduğumuzun fiyakasından bir an için bile olsa kendimizi mahrum etmek bize zor geldi doğrusu.

Akıl Hastanesinde Bir Gezinti

Geçen gün kalktım Akıl Hastanesi’ne gittim. Yok, hemen meraklanmayın, tozutma belirtileri gösterdiğim için kafamı yoklayıp tahtalarını saydırmak niyetiyle değil. Böyle tehlikeli bir tecrübeye girişmeyecek kadar aklım var henüz. Gerçi biz de aklını peynir ekmekle yiyenlerdeniz ama ne yaparsınız, bizim meslekte herkes yaşamak için aklım nafakasına katık yapmak zorunda. Buna ihtiyaç duymadan geçinenlerin daha akıllı göründüğüne bakmayın siz. Bir yerde akılla namus ters orantılıdır. Başkalarından daha akıllı olmaya kalkanlar, bazen bu fazlalığı namuslarından bir şeyler kaybederek öderler.

Bir dostun isteği üzerine gittik Akıl Hastanesi’ne. Ben de zaten çoktandır, hem ihtimale karşı şurasını gidip bir göreyim, diye heveslenirdim. Ola ki bir gün tribrom, pertrankil, bellergal zıvanamızın kapısını tutamaz, hiç değilse kontak tamiratı yeri hakkında bir fikrimiz olsun.

Yolda birkaç defa hastanenin yerini sorduk. Mübareğin de ismi gerçekten tuhaf. Adresini tarif ederken dik dik bakıyorlar insanın suratına. Hani neredeyse:

Şüphelenmeyin sakın, vallahi sadece gezmek için!diye mazeret beyan edecektik.

Öyle ya bu dünyada yaşayıp da çıldırmamak gerçekten büyük marifet. Bu marifeti henüz göstermekte olduğumuzun fiyakasından bir an için bile olsa kendimizi mahrum etmek bize zor geldi doğrusu.

Hastanenin yerini pek beğendim. Korular içinde bahçeler, pavyonlar. Eski Aziziye Kışlasıymış burası, idare binasının önüne, Düşünen Adam heykelinin aynı büyüklükteki kopyesini koymuşlar. Rodin sağ olup da bunu duysa i zar mıydı, kızmaz mıydı bilmiyorum. Fakat eseri yapan hasta, heykelin yüzüne öyle bir düşünce ifadesi vermiş ki, insan, karşısında Akıl Hastanesi’nin önüne konmuş bir heykel yok da, siyaset kapısı önünde duran bir İsmet Paşa var zannediyor.

Doktorlar büyük bir nezaketle hastaneyi gezdirdiler bize.

Daha ilk adımda bir nutuk çarptı kulaklarımıza:

Ulan namussuz köpekler, ulan reziller ulan ne idüğü belirsiz itler…

Kime sövdüğünü pek anlayamadık ama dışardakiiere sövüyorsa haklı bir tarafı vardı. Ne çare ki gerçekleri bu kadar çıplak söyleyenleri yakalayıp buraya getiriyorlardı.

Derken başında sarık, beyazlar içinde nûr yüzlü bir sakallı göründü. Kendisini takdim ettiler:

— Bizim Mehdi’miz dediler.

Pek hayıflandım, buraya düşeceğine bir seçim kampanyasında dolaşsaydı. şimdi parlamentoda olacaktı zavallı.

Bir aralık ufak tefek biri sokuldu yanımıza, çökük göğsü, cılız omuzlarıyle tepeden tepeden gülmeye çalışıyordu. Öğrendik ki tanınmış bir aileye mensupmuş ve Avrupa’da yüksek matematik tahsil ederek parlak bir birincilik almış. Hala daha en çetin meseleleri çözermiş. Fakat kendisini NATO Başkumandanı zannediyordu.

Norstad’la aralarında bir küçük fark vardı. O kumandan olduğu için hesapla uğraşıyordu, bu hesapla uğraşa uğraşa kumandan olmuştu.

Kadınların nakış atölyesine girince gözlerimize inanamadık. Bizim akıllı hatunların kolay kolay beceremeyeceği ne işlemeler yapmışlar. Durgun gözleriyle bize bakıyorlar, gülümsüyorlardı. Yalnız kenarda ak saçlı bir kadın içine kapanıp dalmış gitmişti. Kimseyle meşgul olmuyordu. Belki de gençliğini düşünüyordu. Atölyenin duvarına bir kanarya kafesi asmışlardı. Üzerinde Nat King Cole yazıyordu. Kiminin Mehdi, kiminin Norstad olduğu bir yerde, kanaryanın da Nat King Cole olmasına katiyen şaşmadık tabii.

Nakış atölyesi, dikiş atölyesi, resim atölyesi… Durgun bakışlı kadınlar, durgun bakışlı adamlar… Bazen bir tanesi gülerek yaklaşıyor:

Ben kovboyum, bak fotoğraflarıma, tabancalar da burada asılı…diyordu.

Öyle masumane, öyle çocuksu söylüyordu ki bunu, insanın başını okşayıp şeker veresi geliyordu.

Kadınlar koğuşunu gezdik, erkekler koğuşunu gezdik… Mırıldananlar söylenenler, düşünenler… Kimisi:

— Sizi bir yerden gözüm ısırıyor, adınız Ne?diye soruyordu.

Bir hasta da avukat arıyordu, dışarda davası vardı, kendisine haksızlık ediyorlardı. Adresler aldık:

Bakarız, ederiz dedik.

Bize pek inanmamış olacak ki, dönerken tekrar yanımıza yaklaştı:

Büyük insan, sözünü tuttuğu kadar büyüktür dedi.

Akıllıların bilmediği bu tarifi o biliyordu.

De Gaulle’le de uzun uzun konuştuk. Kendisi vaktiyle küçük bir kasabada memurmuş. Bunun hatırlatılmasını katiyen istemiyordu. Her büyük adam gibi cemaziyülevvelinin ortaya çıkarılmasına o da kızıyordu. Araya Fransızca cümleler de katarak Cezayir meselesini anlatıyordu. Biriktirdiği gazetelerden de küçük bir taht yapmıştı kendisine.

Bize kalsa Fransız Cumhurbaşkanı, dublörünü hemen yardıma çağırmalıydı. Çünkü gerçekten bu Cezayir meselesini, keçileri kaçırmadan halletmeye imkan yoktu.

Bir ara bir şairle tanıştık. Okul kitaplarından şiirler okudu. Bazı mısralar, sanki o yazmış gibi kendisine pek yakışıyordu.

«Altay’dan attığım ok Alp dağlarım aştı» diye bağırıyordu. Arslanların sırtına atladığını, şimşeklere bindiğini söylüyordu. Tabii buraya gelmesinde kendisinin pek kabahati yoktu. Asıl kabahat bunları yazan şairlerindi.

Hastaneden ayrılırken şöyle bir baktım, Düşünen Adam heykeli hala düşünüyordu.

— Hazır seni kapının önüne çıkarmışlar, o kadar çok düşünürsen tekrar içeri alırlar, bak sonra karışmam dedim.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz