Aslında birçok şey niyetle başlıyordu ama, yıllar boyunca yazmayı hayal ettiğim bu mektup için, ben hep güzel bir başlangıç bulmayı denedim. Örneğin yine baş başa kalabilirdik. Biraz yağmur yağabilirdi pencereme. Böyle bir görüntü en vazgeçilmez hüzünler içindir sonuçta. Dışarının soğukluğunu, odamda sıcaklıkların her türlüsünü yaşamak istediğimi söyleyebilir, seni bu odaya ve hayatıma bir daha davet etmeyi deneyebilirdim. Kimi filmlerin ya da bir zamanlar okuduğum kitapların etkisinde kalarak, senin aniden, dinlediğim bir plağından çıkıp karşıma gülümseyerek oturduğunu hayal edebilirdim bir de. Ama bunların hiçbirini yapamıyorum şu anda Édith’çiğim, çok istediğim halde yapamıyorum. Bu gece fena halde sıkılıyorum. Çok acıktığımı hissediyorum ama içimden bir şeyler yemek gelmiyor, hele hele bir yemek hazırlamak hiç gelmiyor.
Arada sırada bu dünyada yaşadığımı ve yaşamak zorunda olduğumu hatırlıyorum. Bu düşünceyi taşımak da ağırıma gidiyor bazen. Ama iyiden iyiye uzak kaldığın bu yakadan sana bir küçük seyir defteri yazmak da istiyorum artık. Neden mi ?.. Bilmiyorum, inan bilmiyorum. Bir başlangıca inanmam gerekiyor belki ya da dediğim gibi bir niyete, bu mektuba anlam verecek bir niyete.
Yaşadığın yıllarda bu şehre, doğduğum, kendimi büyüttüğüm bu şehre gelmiş miydin ?.. Bildiğim kadarıyla gelmedin. Şehrimin sokaklarına yeni bir sabah doğuyor şu sıralarda. Uykusuz bir gecenin ardından gelen gündoğumu, karşımda uzanan beton yığınlarına rağmen güzel. Ağzımda kahveden, sigaradan, içkiden ve şarkılarını dinlemekten gelen buruk bir tat var. Küçük oyunlarda küçük sevinçleri bulabilen bir insan olduğumu kendime bir kez daha söylüyorum. Sonuçta yalnızım, o bakışların çok uzağında, istediğim zaman gülümseyebileceğimi, bir şiir ya da şarkı mırıldanabileceğimi, sevdiğim bir insanla, örneğin seninle istediğim gibi konuşabileceğimi biliyorum. Bunları defalarca yaptım, yapmaya da devam edeceğim herhalde. Oyunlar bu gece de oynandı. Ancak en uygun ortam için, öncelikle, benim bu tuhaf tavırlarıma aslında büyük bir anlayış gösteren karımı yatağa göndermem gerekti. Odamın bu loş ışığına ve şarkılarınla yeniden canlanabilecek dünyaya karşın, bir başkasının varlığı, bu törenin büyüsünü bozabilirdi çünkü.
Kütüphaneme gittim önce. Orada da konuşacaklarım vardı. Franz Kafka yine uyuyamıyordu. Virginia Woolf’un başı ağrıyordu. Baudelaire’in sokakları ve frengisiyle bir hesabı vardı. James Joyce ‘Karım beni aldatıyor’ diyordu. Dostoyevski sarhoştu… Bir sigara yaktım. Yükselen dumanı kaybolduğu yere kadar izledim. Seni dinleyebilirdim artık. İğne plağa değdi, plak dönmeye başladı. Sen ve uzaklar… İlk aşklarım, ilk heyecanlarım, hayal kırıklıklarım, umutlarım… Çocukluğum, artık nerede olduklarını bilmediğim plaklarım, şarkıların… Böyle zamanlarda o kadar çok anı, duygu ve görüntü birbine karışıyor ki…
‘Benim için aşk şarkıları çal, güzel ezgiler bul’ diyordun. Geceyi seninle birlikte geçirmeye hazırdım. Siyah elbisen ve kocaman hüzünlü gülüşünle yanı başımdaydın. Sokağın, yitik aşkların ve ancak yaşanınca anlaşılabilecek hüzünlerin şarkısını söylüyordun. Bense, bu duyduklarım karşısında ısrarla, ‘İşte yine o yerleşikliğe yargılı insanların hüznünü yaşıyorum’ ya da ‘Bir gece boyu sende yürüyeceğim’ gibisinden, hep o aldanmayla örtülü sözler buluyordum. Senin gibi bir kadını sadece sözlerle etkileyebilmek imkânsız, biliyorum. Ancak ben biraz da çaresizlikten, bu çürük dala yeniden tutunmak, dahası inanmak zorundayım şimdi. Başka hayatları, başka yerlerde görenlerin kaderidir bu bilirsin. Her şey bir insanda yaşamakla başlayabilecek gibidir. Hayaller kurulur. Bir sevgiliyle, tüm tehlikelerine karşın, o hayat paylaşılabilecektir sanki. Benim sabaha uzanan gecelerim böyledir. O kül tablası yeniden dolmuştur. Sonra yine kendine dönersin. Geçmişe atılmış ilişkiler bir yerlerinde kalmıştır. Yaptıklarından pişmanlık duymaz mı gerçekten de insan bu zamanlarında ?.. Pişmanlık duymamak, evet. Ya da yitirilen ve bir daha yaşanamayacak insanların ardından ağlamamayı bilebilmek… Zor iş. Ama o ayrıntıları tüm coşkusuyla yaşamaktan başka türlüsünü yapamayanların kaderini hatırladığımda, yaşadığım günlere bakışım da bir nebze değişebiliyor. İşte o zaman da, tıpkı senin yaptığın gibi, bir anı doyasıya yaşama, en önemlisi başka insanlardan başka seçenekler doğurabilme özlemi kalıyor geriye. Birliktelik bu özlemi bir adım geriden izliyor. Yıllar yılı, küçücük bedenin ve kocaman hüzünlü gülüşünle, birçok insana ulaşabilişinin ve birçok erkeği çok derinden etkileyebilişinin belki de en önemli nedeni bu. Bu durumda da seni yazmayı, anlatmayı ve ölümsüzlüğünden kendilerine göre bir pay almayı deneyen yazarları düşünüyorum ister istemez. Senin hayatın, onların sözleri var. Bizlere bıraktıklarınla o kadar çok hikâye yazmak mümkün ki… Paris’in yabancı gezginlerce pek bilinmeyen sokaklarında şarkılar satıyorsundur. Yarınsız bir gecenin ardından bir yerlere hayalindeki bir mavi gözlü denizciyle dönmüşsündür. Yalnızca o gün için bir miktar para kazanılmıştır. Yalnızca o gece için yaşanacaktır. Aşklar, apaşlar, fahişeler de o günlerin ve gecelerindir, güzel bir gün adına bin bir rezillik çıkaranlar, ceplerini doldurmayı ve olası bir yarının hesabını yapmayı bilemeyenler, sözde uzun yolculuklar adına kendilerini aldatanlar ve bir türlü geri dönmeyenler, vefasız sevgililerine küfredenler ya da o ‘uygar’lıktan acımasızca def edilenler de…
Biz bu dünyayı biraz da senden ve şarkılarında dile getirdiklerinden öğrendik. Biraz daha talihli olanlarımız, bu çılgınlığa hayatlarının bir döneminde bir şekilde bulaşmayı başardı. Sense bu şarkıların kahramanı ve oyuncusuydun da aynı zamanda. Sahiplenmeyi de bildin, bu hayat adına kazandıklarını, zamanı geldiğinde bir çırpıda terk etmeyi de… Seni kabullenmekte uzun yıllar pek cömert davranmamış dünyadan intikamını en çok böyle alabilirdin. Önce sokak, sonra gece kulüpleri, sonra Fransa, sonra dünyanın farklı dilleri yaşayan birçok odası… Sonraysa… Sonrasını hepimiz biliyoruz… Talihin bu kadar yaver gitmeyebilirdi elbet. O sokaklarda kaybolup gidebilirdin. Rastlantılar ve karşılaşmalar insanın hayatını böyle değiştirebiliyor işte. İyi ki de değiştiriyor. Yaşananları taşımak bazen çok zor geliyor çünkü. Yirmi beş yıl önce terk ettiğin bu dünyanın, o gençlik ve çocukluk günlerindeki dünyayla karşılaştırıldığında, daha zor ve kaygı verici bir dünya olduğu duygusuna kapılıyorum bazen bu gerçeğimizle her yüz yüze gelişimde de…
İnsanlar da değişiyor zamanın akışında, şehirler ve şarkılar da. Akışı durduramayız kuşkusuz. Dahası, bu akışla birlikte yaşamayı da öğrenmeliyiz, biliyorum. Sana nelerin değiştiğini başka yerlerden de anlatanlar var mı ?.. Şehrinde ve dilinde yapılan şarkıların her geçen gün biraz daha çok basitleştiğini ve kimliğini yitirdiğini duydun mu ?.. Ya o anlattığın aşklardan ve dostluklardan giderek daha az söz edildiğini ?.. Dünyada artık keşfedilmedik yer bırakılmadığını ve uzak diyarlarda büyük serüvenlere çıkma özleminin anlamını çoktan yitirdiğini ?.. İnsanlar, uygarlıkları adına, kendileri için yıllar yılı, farkına varmaksızın kazdıkları bu şahane tuzakta, her geçen gün biraz daha çok debeleniyor. Paris bile eski Paris değil artık…
Sen, ardında bıraktığın dünyada, bir başka kavganın insanı olarak yaşadın. Pek güzel sayılmazdın. Yine de, çevrende, biraz da ticarî kaygılarla yaratılan efsaneden yararlanmayı çok iyi bildin. Ama bu efsane, bir yerden sonra, senin en büyük talihsizliğindi de aynı zamanda. Sana âşık olmak çok kolaydı çünkü. Bir geleneğin, bir hayat tarzının ya da hayalin simgesi gibi görülen bir kadına kaç erkek, nereye kadar kayıtsız kalabilirdi ki… Hakkında bu yüzden birçok yazı ve kitap yazıldı. Hayatın ve aşkların filmlere konu oldu. Cocteau’ya bakılırsa, hiçbir zaman taklit edilemeyeceksin. Neler geçti aranızda ?.. Sen bir sokak çocuğuydun, o Fransa’nın en önemli entelektüellerinden biri… İnsan ilişkilerinde hiçbir şey önceden belirlenemiyor çoğu kez… Ancak şimdi senin canını bu söylenenlerle sıkmak istemiyorum. Ancak okul sıralarını nerdeyse hiç tanımadığını, birçok yaşıtının matematik problemleriyle cebelleştiği günlerde, sayısız âşığını terk ettiğini, dahası annelik duygusunu bile tattığını, son yıllarındaysa romatizmadan bozulmuş ellerini ısrarla gizleme çabanı öğrendiğimde, senden, ne yalan söyleyeyim, daha da etkilendim. O sahnelerde, o ellerle o kadar çok şey anlatmıştın ki…
Öğrendikçe daha iyi anladım. Şarkılarını hayatıyla barıştırabilen ender sanatçılardandın. Sen hayatla her zaman barışık olmasan da… ‘La Vie en Rose’u yazdın ve söyledin. Ama hayatında, kim ne derse desin, pembe günler ile kara günler arasında çok sık gittin geldin sen. Görünürdeki bu pembe hayatta bile için için işleyen bir hüzün vardı. Sen de öyle düşünmüyor musun ?.. Yazgılarıyla savaşanların hikâyesini çok sık anlattın ne de olsa. ‘La foule’, ‘L’accordéoniste’, ‘Milord’, ‘Mon Légionnaire’, ‘Non Je Ne Regrette Rien’… Hatırlasana…
Ben hep hatırladım… Sabaha uzanan o uzun yalnızlık gecelerinde seninle hep aşkı, hüzünleri ve hayata bir şekilde bağlanmayı konuşuyorum. Bana geleneklerden, büyük umutlardan ve refah içinde yaşamalardan söz edenlere gizliden gizliye gülümsemekten kendimi alamıyorum bu zamanlarımda. Gülümsüyorum, sadece gülümsüyorum ama. Çünkü kendimi böyle daha kolay ayakta tutabiliyorum. Sürekli kravat takan, arabalarının kilometre başına kaç para benzin yaktığının hesabını yapan, her şeyin yolunda gittiğine inanmak için, sadece yılın belirli dönemlerinde ‘güneye inen’ insanlara da ancak böyle dayanabiliyorum.
Sen bu dünyadan göçeli yirmi beş yıl oluyor. Ölüm haberin bizim yakaya ulaştığında, okul yolunu yeni yeni arşınlamaya başlayan küçük bir çocuktum. Aradan geçen bu uzun süre içinde içkiye, sigaraya ve yalan söylemeye de alıştım. Yanımda istediğim zaman kullanabileceğimi bildiğim birçok maskem var. Mutluluğu, bir kadınla birlikte bir şiiri paylaşmaktan birkaç yıl önce vazgeçtim.
Bu arada yetiştirdiklerinin bir kısmı da tarihe geçti. Yves Montand çok ünlendi örneğin. O da sesini, bedenini ve ellerini çok iyi kullanmayı bildi. Jacques Prévert’in şiirlerini besteleyen Joseph Kosma’nın şarkılarıyla çok büyük kitlelere ulaştı. Sinemada da iyiydi. Farklı, kimilerine göre tutarsız bir politik çizgi izledi. Karısı Simone Signoret’nin akıl hocalığına çok büyük bir ihtiyaç duydu. Amerika’daki günlerinde Marilyn Monroe’yla büyük bir aşk yaşadı. Şimdilerde kendisini biraz geri çekmiş gibi görünüyor.
Aznavour daha ticarî bir çizgi izledi ama, kendisine çok sadık bir hayran kitlesi edindi. ‘Şanson’ dünyasına kazandırdığı kimi şarkıları daha yıllarca hatırlanacağa benziyor.
Jacques Brel olağanüstü güzel şarkılar yazmakla kalmadı, çok güzel filmler yapmakla da kalmadı, kısa, ama çok renkli bir hayat da yaşadı. On beş yıl kaldığı sahnede benzersiz, tiyatro oyunculuğunun sınırlarını zorlayan bir yorum gücüyle çıktı karşımıza. Yaptıkları arasında pilotluk ve denizcilik de vardı. O hep arayan bir insandı. L’homme de la Mancha müzikalindeki Don Kişot rolü belki de bu yüzden tam ona göreydi. Gauguin’in de gömülü olduğu Pasifik’teki Hiva-Oa Adası’nda çok uzun bir uykuya yatmış bulunuyor artık.
Brassens de öldü. Aynen kendisini tanıdığın yıllardaki gibi kaldı ve hayatı süresince galiba hep aynı şarkıyı söyledi. Gitarından ve az sayıdaki has dostundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Duyarlı, kederli, hayat dolu bir anarşistti. Fransız dilini en iyi kullanan şarkıcıydı birçok insana göre. O da sevgili Sète plajının bir yerlerinde uyuyor. Gitarı ve piposuyla gömülmesini o kadar çok isterdim ki…
Léo Ferré ortalığı karıştırmaya devam ediyor. Konserlerine hâlâ kendisini çılgınca alkışlamaya gelenler de var, var güçleriyle yuhalamaya gelenler de. Onun, yaşadığı toplumun mitlerini yıkma, yerden yere vurma adına yaptığı şarkıların karşılığı bu. Ama kim ne derse desin, ‘Avec le Temps’ herkesi çok derinden etkiledi. Belki de hepimiz günün birinde bu şarkıyı söylemek zorunda kalacağız.
Momone yaşadıklarınızla ilgili bir kitap yazdı. Seninle ilgili ilk elden bilgileri ondan aldık.
Marcel Cerdan’la aşkınız kitaplara ve filmlere konu oldu.
Şimdilerde, başta Fransa olmak üzere, birçok ülkede, ölümünün yirmi beşinci yıldönümü nedeniyle çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Bu da kimi insanlarca hâlâ hatırlandığın ve sevildiğin anlamına geliyor tabiî. Zaman ve beğeniler değişiyor kuşkusuz. Ama yerin gerçekten doldurulamadı…
İşte bizim buralar böyle sevgili Édith. Kendimize göre yaşayıp gidiyoruz işte. Sana başka söylemek istediklerim de var ama, onları da buluşacağımız güne saklıyorum artık. Ben nasılsa seni bulurum. Bu arada bir dost tavsiyesi: bu buluşma gününe kadar ne yap et, oralarda kal, gününü gün etmeye ve dinlenmeye bak. Buradaki günlerin süresince çok yoruldun çünkü. Dahası hayatına birkaç insanın hayatını sığdırdın. Kimi çağrıların cazibesine kapılıp, bu dünyaya değişik bir görüntüyle de olsa dönmeye kalkışmana hiç gerek kalmadı anlayacağın. Her şeyi tadında bırakmak gibisi yok. Bunlar bir yana, dediğim gibi, buraları öyle değişti ki, tüm yeteneklerine ve niteliklerine rağmen, buralara artık bayağı yabancılık çekeceğin muhakkak. Bakalım bu heyelan nerelere kadar sürecek… Neyse… Bunları da bir araya geldiğimizde, ağız tadıyla uzun uzun konuşuruz artık…
Bu günlerde şarkılarınla idare edebiliyorum sonuçta. Yaşananlar birilerinde devam eder elbet. Geriye bir tortu kalır… Bizi hayata bağlayan bir tortu… Şimdilik bu kadar…
Mario Levi
Bir Yaz Yağmuruydu