Bir ‘Yaşama Zengini’nin İntiharı: Stefan Zweig – Mario Levi

Stefan Zweig 1942 yılında, Brezilya’nın Petrópolis şehrinde yaşamına son verdi… Yıllar süren bir acının artık dindirilemeyecek gibi görünmesindendi belki de bu ayrılık, bu ölüm. Tüm benliğiyle bağlandığı, başarılarını, sevdiklerini, ‘bilgisini’,’tarihini’, kısacası bir yazar ve bir insan olarak varoluşunu borçlu olduğu coğrafyadan, Avrupa’sından her anlamda çok uzaktı son saatlerinde. 1942 yılının o şubat gününe, yalnızca anılarını, onulmaz acısını, derin hayal kırıklığını, yürekli kararını ve son hayat yoldaşını taşımıştı…

Bir yadsımaydı bu intihar… Ya da bir yadsımayı ve yadsınmayı kabullenememe… Bu duruşta gizlenen neydi ama, gerçekten, çok derinlerde, aslında gizlenen neydi ?..

İntiharı kolaylıkla anlaşılabilecek ya da kabullenilebilecek bir intihar değildir ‘dışarıdan’ görünenlere bakmakla yetindiğimizde. Hayatı süresince yaşadıkları, birçok insanın gözünde imrenilesi ve hayran olunasıdır. Getolardan kurtulmuş, uluslararası alana çıkabilmiş, evrensel değerlerle yoğrulmuş zengin bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak gelmiştir dünyaya. O, özlemleri ve gerçekleştirebildikleri düşünüldüğünde, kelimenin tam anlamıyla bir ‘yaşama zengini’dir. Bir dönemin, koskoca bir çağın birinci elden tanığı, dahası önemli aktörlerindendir. Bir yazar olarak, sadece ülkesi Avusturya’da değil, birçok farklı iklimde ve dilde okunmanın, sevilmenin mutluğunu tatmış, kitaplarının satışından büyük bir servet kazanmış, yazdıkları çok büyük okur kitlelerine ulaşmıştır. Döneminin birçok ünlü ismiyle, yazarları, sanatçıları, siyasetçileri ve bilim insanlarıyla yakın dostluklar kurmayı başarmıştır. Edebiyata, yalnızca edebiyata soyunmuş bir insan için eşine az rastlanır bir sevinçtir bu. Başarı, şöhret ve sevgi… Daha ne isteyebilirsiniz ?..

Zweig ve eşi Lotte’nin, Hitler ve taraftarlarının tavrı ve faşizmin yayılmasının getirdiği umutsuzluk nedeniyle intihar etmesinden 3 sene sonra tarih tersine döndü. Ruslara karşı büyük bir yenilgi alan ve Nazi faşizminin öncü ismi Hitler eşi ile birlikte intihar etti.

Sormaya, yanıtını bulmaya çalıştığımız soru tam da burada anlam kazanıyor işte. Öyleyse neden ölüm, neden kendi isteğiyle bu dünyadan bir daha dönmemesiye gitmek, gitmeyi seçmek ?..

Bize bu karanlıkta, onun belki de en iyi eseri olan Dünün Dünyası ışık tutar sanki. Samimi, derinlikli, gerçek, duyarlı bir tanıklıkla kendisini ortaya koyan bir özyaşam öyküsüdür bu. Oncasına yüceltilmiş bir uygarlık tüm kurumları ve değerleriyle çökecek, dahası yok olacakmış gibi görünür. İnsanlık adına yitirilen umudun yeniden kazanılması mümkün değildir sanki artık. İkinci Dünya Savaşı’nın en ürkünç ve acımasız günleridir…

Trajedi belki de burada başlar. O ‘güvenli dünya’nın insanı, gittiği, daha da doğrusu gitmek zorunda kaldığı başka coğrafyalarda, bir yerden çok, bir zamandan sürgün edilmenin acısını beslemektedir. Tanıklığını yaşamak zorunda bırakıldığı günler, ‘dünün’ o unutulmaz dünyasında soluduğu günlerdekinden çok farklı bir yarının ve hayatın haberini vermektedir. Avrupa’da aslında yıkılan, bir özlem ve bir yaşama biçimidir… O, böyle bir yıkım karşısında, belki de o sıcak şubat gününden çok önce ölmüştür. Tüm bunlar bir yana, kitaplarının, onca insana ulaşmış eserlerinin, kendi dilinin ülkesinde yakıldığını, imha edildiğini görmeye kaç yazar dayanabilir ?.. Yeni bir dünya doğabilecektir belki bu yıkıntılardan. Ne var ki onun, tüm bu iç yıkımlarından sonra, bu dünyaya duyurulacak bir sesi, verilebilecek bir eseri kalmamıştır artık. Yaratıcının ölümü hiçbir şey yaratamamaktır…

Zweig’ın, Petrópolis’te yaşadığı o zamandan sürgün olma duygusunun bir dilden de sürgün olmanın verdiği yalnızlıkla daha da derinleştiğini söyleyebilir miyiz bu durumda ?.. İnsan en zorlu zamanlarında kendisini hayata bağlayabilecek bir ışığı, başka bir ışığı gereksinir. O da bulunamayınca, görülemeyince… Seçeneklerin tüketilmemesi için verilen savaşın savaşların en zorlusu olduğu boşuna söylenmiyor ya…

Mario Levi
Bir Yaz Yağmuruydu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz