Kişi yalanını başarıyla kıvırınca onunla öyle bütünleşiyor ki anlattıkları yaşamının gerçek olayları arasına giriveriyor; yalanına tüm benliğiyle inandığından vicdanına göre hareket ediyor; inanmasa doğal olmazdı zaten.
Bizde neden herkes, istisnasız herkes yalan söyler? Beni hemen durdurup söyle bağıracaklarına eminim: “Ee, söyledikleriniz saçma, herkes değil! Konu bulamamışsınız, yazınız daha baştan etkileyici olsun diye uyduruyorsunuz.” Konu kısırlığıyla suçlanmam yeni değil, ama asıl mesele şu: Yalan söylemenin bizde genel bir alışkanlık haline geldiğine şimdi gerçekten inanıyorum. Diyelim ki elli yıl doğru bildiğin bir düşünceyle yaşıyorsun, elle tutulur biçimde duyumsuyorsun bunu ve sonra birdenbire öyle biçimde ortaya çıkıyorlar ki o zamana kadar bu düşünceni sanki hiç yaşamamışsın gibi…
Kısa zaman önce, Rusya’da aydınlarımız arasında yalan söylemeyen bir tek insanın bile çıkmayacağı düşüncesine kapılmıştım. Çok dürüst insanlarımızın bile yalan söylemesi böyle bir düşünceye itiyor beni. Başka uluslarda genelde aşağılık insanların yalan söyledikleri kanısındayım; bunlar kendi çıkarları uğruna, yani doğrudan suç unsuru taşıyan yalanlar söylerler. Bizdeyse en saygın kişiler, en saygıya değer amaçlarla yok yere yalan söyleyebiliyorlar. Çoğunlukla konukseverlikten yalan söylenir bizde. Dinleyende estetik izlenim yaratmak, ona keyifli anlar yaşatmak isterler; doğrusunu söylemek gerekirse kendilerini dinleyiciye kurban ederek yalan söylerler. Kimi gösterirseniz gösterin, dinleyicisi üzerinde bıraktığı keyifli izlenimi daha da güçlendirmek istediğinde, atlarının bir saatte yaptığı kilometreyi her konuşmasında, sözgelimi yirmi kez artırdığı olmamış mıdır? Dinleyicinin de, bir iddia üzerine treni geçen bir troyka’yı size heyecanlı heyecanlı anlatacak kadar içi sevinçle taşmamış mıdır gerçekten? Sonra av köpekleriniz ya da Paris’te takma diş taktırmanız, daha ne bileyim, burada Botkin’in sizi iyileştirmesi vs… hastalığınızla ilgili mucizelere, kuşkusuz, hikâyenizin ortasında kendinizi de inandırdığınız halde (çünkü hikâyenin yarısından sonra insan daima söylediklerine inanmaya başlar) geceleyin yatağınıza yatıp dinleyicinizi nasıl hoş biçimde şaşırttığınızı hatırlayınca, birden duraksayıp elinizde olmadan: “Vay, ne palavra atmışım ama!” diye mırıldandığınız mucizelerden söz ettiğiniz olmadı mı? Aslına bakarsanız bu örnek biraz zayıf kaçtı, çünkü kendine bir dinleyici bulursan, hastalığından söz etmekten daha tatlı bir konu olamaz; yalan söylemeden duramaz insan; hastalığına bile iyi gelir. Ama yurtdışından dönerken “kendi gözlerinizle” gördüğünüz binlerce olayı anlatmadan durabilir misiniz? Yo, bu örneği de geri alacağım: Yurtdışından dönmüş bir Rus’un “orayı” anlatırken abartıya kaçmaması zaten olanaksızdır; yoksa oraya gitmesinin hiçbir anlamı kalmazdı. Ama sözgelimi estetik bilimler! Doğal bilimlere hiç aklınız yatmadığı, Yahudilerden anlamadığınız halde, doğal bilimler üzerine, iflas etmiş ve yurtdışına kaçmış Petersburglu bir Yahudi ya da bir başka Yahudi üzerine sohbet ettiğiniz olmamış mıdır? Lütfen, size kendisiyle ilgili bir anekdot aktaran kişiye, sözümona bu olayın sizin başınızdan geçmiş gibi aynı kişiye anlattığınız olmadı mı? Hikâyenin yarısında birden her şeyi hatırladığınızı, durumu kavradığınızı ve dinleyicinizin ısrarla size yönelttiği sıkıntılı bakışıyla da bunun doğrulandığını (çünkü böyle durumlarda insanlar, nedense, on misli ısrarla bakar birbirlerinin gözlerine) yoksa unuttunuz mu? Anlattığınız olayın artık bir anlamı kalmadığı halde, yine de yüce bir amaca değer bir yüreklilikle öyküyü anlatmayı sürdürüşünüzü, bitirir bitirmez de hemen sinirli, telaşlı bir incelikle el sıkışarak ve gülümseyerek birbirinizden ayrılışınızı, sonra aklınıza birden esip de durup dururken merdivenleri koşarak çıkmakta olan dinleyicinize son bir çırpınmayla seslenerek, teyzesinin sağlığını soruşunuzu, onun da ilgisizce başını çevirişini ve teyzesiyle ilgili soruya yanıt vermeyişini, evet, başınızdan geçen bu olayda size hepsinden çok acı verenin asıl bu sonuncusu olduğunu hatırlayın!
Her neyse, biri tutup da bütün bu olanlara hayır yanıtı verirse, yani böyle bir anekdot falan anlatmadığını, Botkin’den söz etmediğini, Yahudilere ilişkin yalan söylemediğini, merdivenleri çıkan arkadaşına teyzesinin sağlığını sormadığını, böyle bir olayın asla başından geçmediğini söylerse kesinlikle inanmam buna. Rus palavracılarının sık sık farkında olmadan yalan söylediğini çok iyi biliyorum, farkına varması zaten mümkün değildir. Bakın şöyle oluyor: Kişi yalanını başarıyla kıvırınca onunla öyle bütünleşiyor ki anlattıkları yaşamının gerçek olayları arasına giriveriyor; yalanına tüm benliğiyle inandığından vicdanına göre hareket ediyor; inanmasa doğal olmazdı zaten.
“E, bu kadarı da saçma!”, “Masum yalanlardır, önemsizdir, kimseyi de ilgilendirmez” diyeceklerdir yine. Olsun. Yalanların çok masum olduğunu ve kişinin doğasındaki soylu özellikleri, sözgelimi şükran duygusunu gösterdiğini kabul ediyorum. Yalanlarınızı dinleyen birinin, gönül borcundan da olsa yalana başvurmaması olanaksızdır çünkü.
Rus toplumunun -Rus toplantılarının, akşam partilerinin, kulüplerin, bilim derneklerinin vb- handiyse birinci koşulu bu karşılıklı ince yalanlardır. Arabanızın bir saatte kaç kilometre yaptığını ya da Botkin’in sizin için yarattığı mucizelerden bu durumda ancak doğrudan yana tavır koyan kalın kafalılar kuşkulanırlar. Bu davranışları nedeniyle çok geçmeden cezalarını çeken, sonra neden bu duruma düştüklerine şaşıp kalan duygusuz, hemoroitli insanlardır. Yeteneksiz ve sığ görüşlüdürler. Böyle olmakla beraber bu yalanlar, tüm masumluğuna karşın, bizim son derece önemli temel özelliklerimizi gösterir, o kadar ki dünyayı ilgilendiren yalanlar olarak öne çıkar. Sözgelimi, birincisi: Biz Rusların her şeyden önce gerçeklerden korktuğumuzu -kuşkusuz korkmuyoruz- ama gerçeği kendimiz için sürekli can sıkıcı, tatsız, şiirsellikten uzak, son derece olağan saydığımızı ve böylece gerçeklerden sürekli kaçarak sonunda onu Rus dünyasında en olağanüstü ve ender görülen bir olgu haline getirdiğimizi gösterir. (Gazetelerden söz etmiyorum.) Böylece gerçeklerin, özellikle en duru olduğu durumlarda, dünyada olanından daha şiirsel ve dahası kötü alışkanlıklara eğilimli insan aklının uydurabileceği ve düşlerinde yaratabileceğinden daha fantastik olan aksiyom bütün bütüne kaybolmuştur bizde. Rusya’da gerçek, hemen hemen her zaman tamamen fantastik öğeler taşımıştır. Gerçekten de insanlar sonunda, insan aklının uydurduğu her şeyi kendileri için gerçeğinden daha anlaşılır hale getirmişlerdir, dünyada da, her yerde de böyledir. Gerçek insanoğlunun önünde, masanın üzerinde yüzlerce yıldır yatıyor da alan olmuyor, özellikle onu fantastik ve ütopik olarak gördüğü için uydurulmuşun peşinden koşuyor.
Rusların bu genel yalan söyleme alışkanlığında ortaya çıkan ikinci özellik, kendi kendimizden utanmamızdır. Gerçekten de hepimiz neredeyse doğuştan kendinden, kendi kişiliğinden utanma duygusu taşır içinde ve Rus insanı topluluk içinde ne pahasına olursa olsun mutlaka kendini hemen gerçekte olduğundan farklı biri gibi göstermeye çalışır; hepsi tam anlamıyla farklı bir yüz edinmek için adeta yarışır.
Herzen de yurtdışındaki Rusların topluluk içinde edepli davranmadıklarını söylemişti: Herkesin sustuğu anda gürültülü konuşuyorlarmış, konuşmaları gerektiği zaman da kibar ve doğal sözler etmeyi beceremiyorlarmış. Bu gerçektir: Şimdiyse soytarılık, yalan, acı veren hastalıklı bir heyecan var; gerçekte var olan her şeyden utanma, Tanrının Rus insanına bağışladığı, kişiliği gizleme ve olabildiğince yabancı, Rus olmayan bir kişiliğe bürünme isteğidir bu. Her Rus insanında olan kendi yüzünü, kendi kişiliğini mutlaka utanılacak kadar değersiz ve gülünç görmesi gibi içine işlemiş derin bir inançtan kaynaklanmaktadır bütün bunlar; bir Fransız’ın ya da bir İngiliz’in kişiliğine, kısacası kendinin olmayan yüze bürünürse, daha saygın bir kişi olacağı ve bu görünüş altında asla tanınmayacağı inancı yatmaktadır. Burada çok ilginç bir durumun altını çizmek istiyorum: Kendinden bu rezilce utanma, kendini bu alçakça yadsıma çoğu hallerde bilinçli değildir; hastalıklı, üstesinden gelinmesi güç bir duygudur, ama bilinçli bir Rus -kendini tam yadsıyanı bile- yine de bu durumda önemsizliğini öyle hemen kabullenmez, kendisine mutlaka saygı duyulmasını ister: “İngiliz’den ne farkım var benim? Öyleyse benim de her İngiliz kadar saygı görmem gerekir” diye düşünür. Toplumumuzun bu önemli tipi, tam iki yüzyılda, iki yüzyıl önce konulan şu ilkelere göre gelişmiştir: Asla kendisi gibi olmamak, farklı bir kişilik edinmek, kendi kişiliğini daima küçük görmek, her zaman kendinden utanmak ve hiçbir zaman kendine benzememek… Evet, sonuçları eksiksiz çıkmıştır. Başkalarıyla bir arada bulunurken, bir pislik yapmadığına vicdanen inanıyorsa, bir Alman, bir Fransız, bir İngiliz, kişiliğinden utanç duymaz. Rus insanı kişiliğinden utanan bir İngiliz’in olmadığını çok iyi bilir, ama iyi terbiye görmüş bir Rus, kişiliğinden utanmayacağını, hatta bir yerlerde olsun, özsaygısının kusursuz yanlarının var olduğunu bilir. Kişiliğinden hiçbir yerde ve hiçbir zaman utanmayan biri gibi görünmek için hemen bir Fransız ya da İngiliz gibi davranmak istemesinin nedeni budur.
Fyodor Dostoyevski
Kaynak: Bir Yazarın Günlüğü [“Yalan Üzerine” başlıklı bölümden]