Yalnız kalamamak ne korkunç!
“İnsanın ait olmadığı bir çevrede yaşamasından feci bir şey olamaz. Tagangrog’dan kalkıp Petropavlov limanına yerleşen bir mujik, hemen kendisi gibi bir Rus mujiği bulur, derhal onunla anlaşıp kaynaşır;
iki saat sonra da birlikte bir eve ya da kulübeye yerleşip gayet rahat yaşayabilir. Fakat soylular için böyle değildir. Onları basit halktan derin bir uçurum ayırmaktadır; bu da ancak soylunun elinde olmayan sebeplerden dolayı bütün haklarını kaybedip basit halktan biri oluvermesiyle anlaşılır. Yoksa ömrümün sonuna kadar halkla düşüp kalksanız, kırk yıl boyunca her gün, göreviniz gereği, mesela resmî, idarî bir amir olarak ya da dostça, bir hayırsever, bir çeşit baba gibi karşılaşsanız, gene de onların özünü anlayamazsınız. Edineceğiniz izlenim bir göz aldanmasından ibaret olacaktır.
Bu söylediklerimi okuyanların hepsinin, ama istisnasız hepsinin, mübalağa ettiğimi söyleyeceklerinden eminim. Ama ben bunun doğru olduğuna inanıyorum. Bu inancı kitaplardan ya da uzaktan izlemekle değil, bizzat yaşayarak edindim; inancımı doğrulayacak yeterince zamanım da oldu. Bunun ne kadar doğru olduğunu belki ileride herkes öğrenir…” (s. 317)
Hapishaneye her gelenin iki saat sonra herkesle kaynaşmasına mukabil, soylulardan gelenlerin hep yabancı kalmasından bahsediyor bu satırlarında yazar. Kendisi de o soylulardan biridir ve bu duyguyu yoğun biçimde hissetmiştir. Mahkûmiyet yıllarında İncil’den başka eser okuması yasaktır ve daha da kötüsü bir yazar olarak yalnız kalamamaktadır.
“On yıllık sürgün hayatımda bir kerecik olsun yalnız kalamamanın ne korkunç, ne azaplı bir şey olduğunu anlayamazdım.” (s. 13)
– Ne var ki, basit halk tabakamız garip denecek derecede bu tiksinti ve iğrenme duygularından yoksundur. (Hastanedeki mahpuslardan bahsediyor- s. 212)
– Hastalar hastalıklarını övmekle bitiremiyorlar, onları öz babaları sayıyorlardı. Hepsi onlardan şefkat görüyor, yalnız iyi söz işitiyorlardı; kimsenin insan yerine koymadığı mahpus bu çeşit muameleleri takdir ediyordu. ( s. 215)
– Zulüm bir alışkanlıktır; bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları, kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. (s. 244-245)
– Bazen her fabrikatörün, her müteahhidin, işçisinin bütün ailesiyle beraber sırf kendi elinde olduğunu görmekten iç gıcıklayıcı bir zevk aldığı oluyor. Bu bir gerçektir, çünkü bir önceki kuşaktan kalan mirastan kolay kolay vazgeçmesi mümkün değildir. Tıpkı insanın ana sütünden kanına, damarına işlemiş şeylerden öyle çabucak ayrılamayışı gibi. Dönüşümler öyle çabucak olmaz. Suçun büyük bir günah olduğunu yalnızca anlamak hiçbir şey ifade etmez; ondan tamamıyla vazgeçmek gerekir. Bu da o kadar kolay olmaz. (İşkencecilerden bahsediyor- s. 245)
– Bakarsın çam yarması gibi sapasağlam bir herif, kıvranıp dırlanmağa başlar. Bu durum, ciddî işlerde kuvvetli, sakin yaradılışlı bir adamın, evde, boş zamanında sıkılıp aksileşmesine, verilen yemekleri beğenmemesine, herkesle çekişmesine benziyordu. Bu gibiler her şeyde bir aksilik görür; herkes onu kızdırır, üzer; kısacası böylelerine rahat batar. Bu gibilere halk arasında da rastlanır; hapishanemizdeki ortak hayatımızdaysa bu gibilere pek sık rastlanır doğrusu. (Hastanedeki iri yarı mahpusların durumundan bahsediyor- s. 254)
– Fakirin zifaf gecesi bile kısa olur. (s. 287)
– Bir amaç ve içinde bu amaca ulaşma isteği olmadan hiç kimse yaşayamaz. Amacını, umudunu, kaybedenler de çoğu kez korkunç birer canavar kesilirler… Buradakilerinin hepsinin amacı, hapisten kurtulmak, hürriyete kavuşmaktı. (s. 314)
– Ruh ve şahsî gelişim asla belli ölçülere vurulamaz. Hatta eğitimin bile bu durumda ölçü sayılması mümkün değildir. Herkesten önce ben en cahil, en dar çevrede, bu zavallılar arasında, en ince bir ruh gelişimine rastlamıştım. Hapishanede bazen birkaç yıldan beri tanıdığım bir adamı çoğu zaman hayvan yerine koyup küçümsediğim olur. Ama bazen de birdenbire öyle bir an gelip çatar ki, aynı adamın ruhu gayriihtiyarî dışa açılı; işte o zaman içindeki hazineyi, duyarlılığı görür, kalp taşıdığını anlar, kendinin ve başkalarının ıstıraplarına karşı gösterdiği anlayışın fakrına varırsınız. Gözleriniz birdenbire açılır; ilk anda bütün bunları görüp duyduğunuza bile inanamazsınız. Bazen de tersi olur: Tahsil, barbarlık ve sinimle öyle bir uyuşur ki, nefretten boğulacak gibi olursunuz; ne kadar iyi kalpli ne kadar saf olursanız olun buna bir özür ya da hafifletici sebep bulamazsınız. (s. 315)
– Bir sınıf insan vardır ki, çoğu zaman zeki oldukları halde, arada bir alabildiğine soyut düşüncelere körü körüne bağlanırlar. (s. 345)
“Yüzlerce arkadaş arasında bulunduğum halde, kendimi ne kadar derin bir yalnızlık içinde hissettiğimi hatırlıyorum. Sonunda bu yalnızlığı da sevmeye başlamıştım ya… Bu ruh yalnızlığı içinde bütün geçmişimi gözden geçiriyor, her şeyi en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyordum. Geçmişim üzerinde düşünürken kendimi amansız bir titizlikle suçluyor, hatta bu yüzden bazen bana bu yalnızlığı bağışlayan alınyazıma şükran duyuyordum. Çünkü bu olmasaydı, ne böyle kendimi yargılayabilir, ne de geçmişimi bunca titizlikle inceleyebilirdim. O vakitler kalbim ne umutlarla çarpmaya başlamıştı! Artık ileriki hayatımda geçmişte düştüğüm hataları, yanlışlıkları tekrarlamayacağımı kuruyor, kendi kendime söz veriyordum. Kendime bir gelecek programı hazırlamış, harfiyen uymaya kesin karar vermiştim. İçimde bütün bunları yerine getireceğime dair, körü körüne bir inanç vardı… bir an evvel hürriyetime kavuşmayı bekliyor, kendimi yeniden yepyeni bir mücadelede denemek istiyordum. Bazen sabırsızlık içinde kıvranıyordum. Ama ruhumun o zamanki halini hatırlamaktan çok acı duydum. Elbette bütün bunlar doğrudan doğruya beni ilgilendiren şeyler… Ancak gençliğin en parlak çağında uzun süreliğine hapse düşen her adamın başına aynı şeyin geleceğini varsayarsak, herkes bu duyguları anlayacaktır sanırım. İşte bunları bu nedenle yazdım!”(s. 352)
Ölüler Evinden Anılar: Bir tabutta diri diri gömülmek…
Dostoyevski, Çarlık rejimini şiddet yoluyla devirmeyi hedefleyen bir derneğin faaliyetlerine ortak olduğu gerekçesiyle Sibirya-Omsk’ta dört yıl ceza çeker. Hayatın karanlık yüzüne çarptığı dört yılın ürünü, bu belgesel-gerçekçi anı-romandır. Öte yandan, bu cezayı, Rus halkına karşı işlediği günahın kefareti olarak yorumlayan yazar, kahramanı Goryançikov ve öteki mahkumların üzerinden derin iç dünya yolculuklarına çıkarak kurtuluşunu arar. […]
21. YY İnsanı hataını kabul etmiyor. Çabuk tüketiyor her şeyi çünkü birçok şeye fazla emek vermeden hemen ulaşabiliyor.