Cesare Pavese: İmgelerle olay örgüsünü birleştirme konusunda eşsiz biri varsa o da Shakespeare’ dır

Cesare PaveseHer şair tatmıştır acıyı, şaşkınlığı, sevinci. Büyük şakacısında duyduğumuz hayranlık, hiçbir zaman ondaki şaşırtıcı ustalıktan değil, içindeki yepyeni buluşlardan ileri gelir. Bir sıfatın daha önce birlikte görülmediği bir isimle yan yana getirildiğini gördüğümüzde heyecanlanıyorsak, bundaki incelik, yaratıcılık parıltısı, şairin ustalığı değil, bu birleşmenin aydınlığa çıkardığı yeni gerçeklerden duyduğumuz şaşkınlıktır bizi etkileyen.
İmgelerin etkileme gücü, üzerinde durulmaya değer bir konu. Sözgelimi, bir turnanın, bir yılanın ya da bir ağustosböceğinin; bir bahçenin, bir yosmanın ya da rüzgârın; bir öküzün, bir tazının, bir yol kavşağının biçimleri.

Her şeyden önce uzun soluklu eserlere uygun imgelerdir bunlar, çünkü insanlara ilişkin önemli olguların titizlikle anlatılması sürecinde dış nesnelere şöyle bir bakıvermeyi temsil ederler. Derin bir soluk almak gibidirler, pencereden dışarı bakmak gibi. Süslü ayrıntılarına rağmen, sert, çok renkli bir bütünden yalnız en gerekli çizgilerle yontulmuş olmalarında yaratıcılarının bilinçaltı yalınlığını belli eden bir hava var. Basit düşüncelerin doğal sınırlılığını koyuyorlar ortaya. Açıkça ve dürüst bir tutumla bir araç olarak kullanıyorlar doğayı, anlatının özüne göre nitelikçe daha aşağı bir şey gibi. Bir oyalanma gibi. Şunu da söyleyeyim ki, geleneksel görüş bu. İmgelerin bir temanın temel özü olduğunu ileri süren benim görüşümse, bu düşünceye karşı. Neden? Biz kısa şiir yazıyoruz, başlangıcı ve sonu kendisi olan belli bir duyuşu hemen bir anlam kalıbına döküyoruz da ondan. Bu yüzden, kısaltılmış konuşmamızın vurgusunu doğaya özgü birtakım iç dökmelerle süslemek bizim işimiz değil. Yapmacıktan başka bir şey olmaz bu. Biz ya başka bir konuyla ilgilenir, doğayı bütün o bereketli imgeleriyle bir yana bırakırız ya da ilgimizi doğrudan doğruya doğal nesneler üstünde toplarız. Bu durumda da pencereden dışarı bakmak bütün yapıtın özü olur. Ama öbür yazı türlerinde, günümüzde yazılmış uzun bir eseri daha çok romanlar geliyor aklıma düşünmek yeter; dizginleyemediğimiz düşçülüğümüz yüzünden, değişik anlatım yollan arasında doğal imgelere de yer verildiğini görürüz.
İmgelerle olay örgüsünü birleştirme konusunda eski ve yeni yazarlar arasında eşsiz biri varsa o da Shakespeare’ dır. Shakespeare’in sanatı hem büyük bir düzene göre kurulmuştur hem de bütünüyle bir “pencereden dışarıya bakış”tır. En olmadık bir insan yaşantısından göz kamaştırıcı imgeler çaktırırken, kendi duyuşunu da büyük bir esinle yorumlayarak bir sahnenin, koca bir oyunun yapısını kuruverir Shakespeare. Oyun yazan olarak insanlığın daha sınırlı bir ölçüde de doğanın her yönünü kapsayan ustalığıyla açıklayabiliriz bunu.
Elinin altında lirik parçalar vardır, bunlarla sağlam bir yapı kurar. Kısacası, dünyada benzeri olmayan bir biçimde, anlatı ile şiiri ayrılmaz bir bütüne dönüştürür.

Kendim için aydınlatmaya çalıştığım yeni tekniği bulduğumu düşünsek bile, bu tekniğin şurasında burasında başka tekniklerin tohumlarının bulunabileceğini de unutmamalıyız. Kendi anlatımımın başlıca niteliklerini açıkça görmeme engel oluyor bu düşünce. (Kendisine duyduğumuz tüm saygıya rağmen, Baudelaire’e karşı çikarak şiirde her şeyin önceden kestirilemeyeceğini söyleyebiliriz. Yazarken, belli bir nedene bağlı olarak değil de, içgüdüyle bir biçim seçer kişi, nasıl olduğunu kesin bir netlikle bilmeden yaratır.) Olay örgüsünü nesnel bir yöntem yerine, imgeleme yetisinin ayarlı, ama gene de düşe dayanan kurallarına göre kurduğum doğru, amacım da bu zaten. Gel gelelim, ayarlamanın sının nedir, düşe dayanan kurallara ne ölçüde önem vermeli, imgeleme yetisi nerede biter, mantık nerede başlar; küçük, şaşırtıcı sorunlar bunlar.

Bu akşam, ay ışığıyla aydınlanmış kızıl yarların altında yürürken, Tanrı’nın burada somutlaşmasını, böyle bir temaya uyan bütün anıştırmak imgeleriyle onu çizmenin ne büyük bir şiir olabileceğini düşündüm. Sonra böyle bir Tanrı’nın olmadığını hatırlayarak şaşırdım birdenbire. Biliyordum, iyice inanıyordum buna. Bu yüzden de, belki başka birisi yazabilirdi o şiiri, ama ben yazamazdım. Bu temayı kullanacak şairin kızıl kayalarda somutlaşan Tanrı’ya duyduğu inanç nasıl gerçek ve aüpervading bir inanç olacaksa, gelecekte benim için de her konunun öyle anıştırman ve aüperuading bir niteliği olması gerektiğini düşündüm.
Neden hiçbir şey yazamıyordum ayın aydınlattığı bu kızıl kayalar üstüne? Kendimden hiçbir şey yansıtmıyorlardı da ondan. Belirsiz bir tedirginliğin dışında hiçbir şey vermiyordu bu yer bana. Bu da bir şiir için hiçbir zaman yeterli bir neden olmamalı. Ama bu kayalar Piemonte’de olsaydı, onları kolayca hayal gücümün kapsamına sokar, bir anlam kazandırabilirdim. Şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir, demek de aynı kapıya çıkar.
Benim bile, konusu Piemonte’ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Çevremle doğuştan gelen bağlarımın varlık kazandırdığı imgeyi yeniden işlemenin ötesine geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemediğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu, yoksa kanıma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?

9 Ekim
Cesare Pavese
Yaşama Uğraşı [Günlükler]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz