Dere yatağından bir ağaca vurulmakta olan bir tahra sesi geldi, her vuruşta Cinto gözünü kırpıyordu.
“Babam” dedi, “orada, aşağıda.”
Kadınlar konuşurken ben ona baktığım sırada neden gözlerini kapalı tuttuğunu sordum. Birden, içgüdüsel olarak yine kapadı gözlerini ve öyle bir şey yapmadığını söyledi. Gülmeye başladım ve bu oyunu çocukken ben de oynardım, dedim — yalnızca görmek istediğim şeyi görürdüm, gözlerimi açtığımdaysa her şeyin gerçekten neye benzediğini görmek eğlenceli olurdu.
O zaman hoşlandı bundan, dişlerini gösterdi ve tavşanların da böyle yaptığım söyledi.
“O Alman,” dedim, “karıncalar yiyip bitirmiş olmalı onu.”
Harman yerindeki kadının Cinto’yu çağıran, Cinto’yu isteyen, Cinto’ya söven çığlığı gülümsetti bizi. Tepelerde sık sık böyle sesler duyarsınız.
“Onu nasıl öldürdükleri anlaşılamaz artık” dedi. “İki kış gömülü kalmış.”
Biz kalın yapraklar, böğürtlenler ve dere yatağının dibindeki naneler arasından aşağıya kayarken, Valino başını kaldırıp bakamadı bile bize nerdeyse. Tahrayla bir söğüt ağacının kırmızı dallarını budamakla uğraşıyordu. Su yolunun dışında oğustos sıcağına karşılık aşağısı soğuk ve yan karanlıktı her zamanki gibi. Buraya su yukardan gelir ve yazın göllenirdi. Söğüt dallarını kurumaları için bu yıl nereye koyduğunu sordum —hava öyle sıcaktı ki!— Dal demetini kaldırmak için eğildi sonra vazgeçti. Bir ayağı demetin üzerinde ayakta duruyor ve bana bakıyordu, tahrayı pantolonunun gerisine asarken. Üzümlere ilaç püskürtürken giyilen, çamura bulanmış bir pantolon ve bir şapka vardı üzerinde (hemen hemen gök mavisi renginde).
“Üzümler iyi bu yıl” dedim, “yalnız biraz daha su ister.”
“Hep bir şeyler isteriz” dedi Valino. “Nuto’yu arıyordum o tekne için” dedi. “O gelmiyor mu?”
Gaminella’dan gelirken şöyle bir uğradığımı, eski yerleri yeniden görmek istediğimi söyledim. Zor tanımıştım buraları, ne kadar çok uğraşılmış, ne kadar çok şey yapılmıştı üzerinde. Bağ üç yıl önce dikilmişti, değil mi? Evde de çok şey yapmışlar mıydı? Sordum. Ben burada kalırken, hep o pek iyi çekmeyen baca vardı, duvarı yıkmışlar mıydı?
Valino evde kadınların kaldığını söyledi. Bu onların işiydi. Kavakların küçük yapraklan arasından yukarıya dere yatağına baktı. Burada toprağın her yerdeki toprağın aynı olduğunu — ondan bir şeyler almak için onu işleyecek insana gerek olduğunu, insanlarınsa artık buradan gittiklerini söyledi.
Sonra savaştan, ölmüş olanlardan konuştuk. Oğulları hakkında hiçbir şey söylemedi. Ağzında bir şeyler geveledi. Ben partizanlardan ve Almanlardan söz edince omuzlanın silkti. O zaman Orto’da olduğunu ve onları bir evi yakarken gördüğünü söyledi. Bir yıl süreyle hiç kimse çalışmamış toprakta, bunun yerine herkes kendi yurduna gitseymiş —Almanlar kendi yurtlarına, genç insanlarsa çiftliklerine— ne kadar güzel olurmuş. Ne yabancı yüzler, ne yabancı insanlar — o zamana kadar dışardan gelmiş bu kadar çok adam görmemişlermiş, çocukken fuara gittiklerinde bile.
Cinto dineliyor ve bizi dinliyordu ağzı bir karış açık. “Kim bilir,” dedim, “onlardan kaçı daha gömülüdür ormanda?”
“Birkaç tane var orada” dedi. “Birkaç tane var. Yeter ki arayacak zamanın olsun.” Sesinde ne nefret, ne de acıma vardı. Sanki mantar ya da yakacak odun aramaya gitmekten söz ediyordu. Bir an aydınlandı yüzü, sonra “yaşıyorken hiç iyilik gelmedi onlardan, şimdi ölüyken mi gelecek.” dedi.
İşte, diye düşündüm, Nuto aptalın teki derdi onun için, dünyanın hep aynı olup olmadığını sorardı. O kadar köy görmüş, bütün bu yörelerdeki yoksulluğu tanımış olan Nuto, savaşın ne işe yaradığını hiç mi hiç sormamıştı. Dövüşmek zorundaydık, kaderimizdi bu, o kadar. Beyninde şu düşünce vardı Nuto’nun: Olması zorunlu olan şey herkesi ilgilendirir, ve dünya kötü kurulmuş, yeniden yapılması gerekir.
Valino yukarıya, evine bir bardak şarap içmeye çağırmadı beni. Söğüt dallarını topladı ve Cinto’ya tavşanlar için yeşil ot kesip kesmediğim sordu. Cinto geriledi ve hiçbir şey söylemeksizin yere baktı. O zaman Valino ileri çıktı ve serbest elindeki söğüt dalını salladı ona doğru. Cinto yana sıçradı, Valino tökezledi, sonra yemden dikildi ayağının üzerinde. Cinto şimdi dere yatağına inmiş ona bakıyordu. O ise hiçbir şey söylemeksizin bayıra doğru yöneldi, kollarında söğüt dalları. Tepeye vardığında bile dönüp bakmadı geriye. Cinto’yla oyun oynamaya gelmiş bir çocuk gibi hissettim kendimi — yaşlı adam ona el kaldırmıştı, çünkü bana yapamazdı bunu. Cinto ile ben birbirimize baktık, güldük konuşmaksızın.
Ağaçların serin gölgesinde dereden aşağı indik, fakat teri ve bunaltıcı sıcağı hissedebilmek için gölgelerin dışındaki su birikintilerini geçmemiz yetti. Il Morone’deki bağa destek olan, çayırımızın tam karşısındaki taş duvara bakıyordum. Tepede, böğürtlenlerin üzerinde ilk parlak yeşil bağ sürgünlerini ve yapraklarından bazıları daha şimdiden kızarmış güzel bir şeftali ağacını görebilirdiniz, tıpkı dereye yuvarlanmış ve bizimkilerden daha güzel görünen şeftalileriyle benim zamanımdaki ağaç gibi. Yazın kırmızı ve san yapraklarıyla bu elma ve şeftali ağaçları bugün bile ağzımı sulandırır, çünkü yapraklan olgun bir meyveye benzer, ağacın altında durup bakmak bir zevktir. Bana sorarsanız bütün ağaçların meyveleri olmalı, bağlarda böyle bu.
Cinto ile, pallone oynayanlar, daha sonra da kağıt oynayanlar üzerine konuştuk; akasya ağaçları arasında, derenin üzerindeki küçük köprünün altındaki yola çıktık. Cinto, piazza’da, elinde oyun kağıtları olan bir dükkâncı görmüştü; evde maça’nın İkilisi ile kupa’nın papazı varmış, anayolda birisi düşürmüş olmalı. Biraz kirliymişler ama oldukça iyi durumdaymışlar, ötekileri de bulabilirse işe yararlarmış. Ona, yaşamlarını kumarla kazanan, evlerini ve topraklarım kumara yatıran insanlar olduğunu söyledim.
Bir köydeydim, dedim ona, oyun oynuyorlardı, masanın üzerinde altın liralar yığılıydı, oyuncuların her birinin yelek cebinde de tabancalar vardı. Hatta ben çocukken bizim köyde bile, büyük çiftlik sahipleri üzümlerini ya da tahıllarını satar satmaz atlarını koşarlar ve akşamın serinliğinde, torbaları altın paralarla dolu Nizza’ya ya da Acqui’ye doğru yola çıkarlardı; bütün gece oynarlardı, paralarım yatırırlardı kumara, sonra ağaçlarını, sonra tarlalarını, en sonunda da çiftliklerini; daha sonra bir sabah onları handa Madonna tablosu ve zeytin dalı altında yataklarında ölü bulurlardı. Kimisi de tek atlı arabasına binip uzaklaşırdı oradan, bir daha kimse haber alamazdı ondan. Bir tanesi karısını bile basmıştı kumara da çocukları tek başına kalmıştı; çocukları evlerinden kovulmuştu, işte piç denenler bunlardı.
“Maurino’nun oğlu piç” dedi Cinto.
“İnsanlar onları evlerine alır” dedim ona. “Piçleri evlerine alanlar hep yoksul kimselerdir… Maurino’nun da bir oğlan çocuğa ihtiyacı vardı herhalde.”
“Piç olduğunu söyledin mi ona, deli oluyor” dedi Cinto.
“Söylememelisin. Baban seni başkasına verse suç senin mi olurdu? Sana gereken tek şey çalışma isteğidir. Büyük çiftlikler satın almış ne piçler bilirim ben,”
Dere yatağından çıkmıştık, Cinto önümden koşmuş, destek duvarı üzerine oturmuştu. Yolun öbür yakasındaki kavak ağaçlarının arkasında Belbo vardı. Bütün gün bayırlarda, dere yataklarında keçinin ardından koştuktan sonra oynamaya buraya gelirdik. Yoldaki taşlar aynıydı, kavakların yeşil gövdeleri akar su gibi kokuyordu.
“Tavşanlara biraz yeşil ot kesmeyecek misin?” diye sordum.
Cinto şimdi keseceğini söyledi. Sonra ben yola koyuldum, yoldaki dönemece gelinceye kadar gözlerini üzerimde hissettim.
Cesare Pavese
Ay ve Şenlik Ateşleri