Dante’den Mcluhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar
Cervantes ve Descartes başlığı altında, Jale Parla’yla konuşma yapmam önerildi. Ben de biraz önce Jale’ye önce Descartes anlatalım dedim. Çünkü herhalde çoğunluk Cervantes’i merak ediyordur diye düşünüyorum. Çünkü romanesk, yanında bir rasyonalist; kuru, matematikçi, bütün vasıflara, baştan, antipatik gelmek için, a priori, sahip bir adam Descartes. Bir zamanlar tabii çok tutulan bir filozoftu; 300 yıldır, İncil’den sonra en fazla okunmuş kitaptır Konuşmalar, Meditasyon olmazsa da Konuşmalar. Dolayısıyla popüler bir yazar olmuş Descartes. Ama bugün okuduğumuzda, bilmiyorum denediniz mi, elinizden düşen bir kitap. Nasıl okursak okuyalım elimizden düşen bir kitap. Bir felsefeci, bugünkü sorunlarımıza, içinde, o sorulara benzer soruları soran ve belki umabileceğimiz cevaplan veren bir filozof beklersek, çok cazip olduğunu söyleyemeyeceğim. Ben savunmaya çalışacağım Descartes’ı. Onu söyleyeyim önceden. Filozof olarak ne kadar savunabilirim, bilmiyorum, yine de içimden savunmak geliyor Descartes’ı; çok fazla eleştiriye maruz bu sıralar, postmodernler tarafından. Her şeyin müsebbibi Descartes. Modernitenin, bütün sorunların müsebbibi. Çünkü özne felsefesi onunla başladı. Mesela Heidegger, şu ara en moda filozof diyelim, taraftan olan bir filozof.
Modernitenin gerçekten en radikal felsefi eleştirmeni, Heidegger; ve Heidegger Descartes’ın dekonstrüksiyonuyla işe başlıyor. Tabii haklı olduğu yanlar var. Şöyle ki, moderniteyi savunmak değil benim amacım. Modernitenin savunulacak yanları da var ama eleştirileri açısından, bazı eleştirilerine tabii ki katılıyorum, hepimiz katılırız. Yani özne felsefelerinin dünya görüşleriyle birlikte birtakım totaliter rejimlerin çağımızda complese’i olduğu, suçortağı olduğu konusu, bayağı ciddi bir görüş, tartışılabilir bir görüş, ama yine de ciddi bir tezdir diye düşünüyorum. Bunun da Descartes’la başladığını söylüyor, isterseniz oradan girelim, oradan başlayayım. Nedir? Öznenin ortaya çıkışı, özne felsefesinin ortaya çıkışı, Descartes’la, daha sonra Kant’la gelişecek, “kritik felsefe” olarak sonra Hegel’de göreceğiz devamını ve ondan sonra hatta Heidegger’in dediğine göre, özne daha çok bir irade olarak tanımlanacak ve Kant’ta bu irade bir şeyi isteyen bir iradeyken, özgürlüğü isteyen bir iradeyken, mesela ondan sonra, artık Nietzsche’de “irade iradesi” ya da “istem istemi”ne dönüşecek ve ondan sonra “güç istemi”ne dönüşecek. Hikâye bu. Heidegger’in bize sunduğu resim, modernitenin serüveni olarak sunduğu resim bu. Doğru yanları var ama, ona girmeyeceğim, şu an için en azından. Şimdi ben, böyle eleştirilen bir adam olarak Descartes’ı biraz savunmak istiyorum derken, en azından, tahmin ettiğimizden daha bize yakın olduğunu söylemek istiyorum. Tabii şu anlamda yakın, onu hepimiz biliyoruz. Mesela Heidegger moderniteyi negatif anlamda Descartes’tan başlatırken, Hegel de pozitif anlamında Descartes’tan başlatır ve der ki işte orada insanlık uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, nihayet Descartes’ın düşüncesinde, nihayet kendisini yuvasında hisseder ilk defa… Modern insanın kendini evinde hissettiği bir düşüncedir, o da pozitif olarak savunduğu moderniteyi Descartes’tan başlatır. Ben iki ipucu vereceğim: Descartes’ı niçin sevebileceğimizi, her şeye rağmen söylemek için, kendisine başvuracağım, ipucu olarak. Bir defa şöyle bir şey diyor, çevirmesi zor: Nul n’a jamais pense plus pres de soi. Yani hiç kimse, düşünceyi bu kadar yakınında tutmadı. Çevirince biraz garip oluyor. Yani, düşünce bu kadar içinde bir şey olmadı hiç kimsenin. Nasıl bir anlama gelecek, bunu göreceğiz daha sonra. Herhalde ama, şunu düşünüyoruz herhalde değil mi? Herhalde, kişisel bir şey oradaki düşünce, bireysel bir şey. ‘Ben’ diyen bir düşünce. Belki heyecanlanan bir düşünce, korkan bir düşünce. Bu Descartes hakkındaki yerleşik yargıları belki biraz sarsabilecek, kuşku uyandırabilecek bir ipucu diye sunuyorum. İkincisi Derrida ve Foucault arasındaki bir tartışma. Cogito konusunda. Foucault, Descartes’ın Cogito’yla birlikte, aslında Ortaçağ’da her yerde dolaşan delileri, nasıl 17. yüzyılda bir yere kapattıysa toplum, onu izole ettiyse, ‘başka’ olarak dıştaladıysa Descartes’ın da felsefede bir anlamda, Cogito’yu tanımlarken aynı şeyi yaptığını söylüyor. Cogito’yu tanımlarken Descartes hakikaten, kuşku aşamasındaki delilikten bahseder; değişik zihin durumlarını örnek olarak verirken delilikten bahseder ve duyusal kuşku evresinde, metafizik değil ama duyusal kuşku evresinde, bu örneği hatırlar hatırlamaz da hemen bunu ciddi bir şey ı Tarak görmediğini ve söz konusu etmeyeceğini söyler. Burada Foucault, Descartes’ın filozof olarak, yani rasyonalitenin temsilcisi olarak deliliği dıştaladığını, küçümsediğini ve kendi çağındaki kapatılışının da felsefi meşruluğunun bir anda kurulduğunu düşünür. Derrida buna karşı çıkar ve Foucault’ya, daha sonra belki daha ayrıntılı göreceğiz, eğer ilgilenirseniz, Foucault’ya metafizik kuşku aşamasında Descartes’ın delilik örneğini kapsayacak bir başka örneğe yer verdiğini, işte “habis cin” örneği ve “rüya” örneği, bu iki örneğe yer verdiğini ve böylece aslında Cogito’nun kuruluşunda Descartes’ın tahmin edilenin aksine, dış dünyayla ilgili tasarımlarının objektifliği konusunda yanılıyor olsam da, yani deli olsam da “düşündüğüm sürece varım” diyerek, deliliği tam da bir epistemolojik imkân olarak, Cogito’nun içine dahil ettiğini söyler, Derrida. Bunu da ilginç buluyorum, çünkü bütün postmodern eleştirilerin içinde tahmin ettiğimizin tersine daha ince Descartes okumalarının olduğunu gösteriyor bu bize diye düşünüyorum. Şimdi biraz o zaman isterseniz, Descartes’ın dönemine de bakalım.
Biraz hayatına bakmak istiyorum, biraz dönemine bakmak istiyorum. 17. yüzyıla yani, 17. yüzyılın entelektüel resmini bir hatırlatmak istiyorum. En önemli olay, bir bakıma, doğa konusunda, doğa bilimleri konusundaki devrimdir diyebiliriz. Doğa zaten, her zaman filozoflar için önemli olmuştur, zaman zaman model olmuştur ve çoğu zaman da diğer konulardaki görüşlerini de belirlemiştir. Ne oluyor 17. yüzyılda doğa konusunda? Doğa, bir bilim konusu haline geliyor, ama pathos’un, heyecanın konusu olarak, imgelemin konusu olarak da aslında büyük bir düşüşe uğruyor. Ne demek bu? Daha öncesini hatırlarsak, Antik Yunan’daki doğa kavramını biliyoruz, içinde anlamları, erekleri barındıran bir doğa anlayışı var Antik Yunan’da. Ortaçağ’da Tann’nın içine işaretler yerleştirdiği, katıldığı bir doğa, bize Tanrı’dan söz eden ikinci bir İncil gibi bir doğa, sembolik yazıma izin veren, öyle okumamıza izin veren bir doğa anlayışı var. 16. yüzyıl, Rönesans, çok farklı, tahmin ettiğimizin tersine, aslında hiç de modern anlamdaki bilimin beşiği değil. Çünkü orada, Giordano Bruno’lar ve diğerleri var. Ve büyük ölçüde pre-logique (mantık öncesi) ve pre-science (bilim öncesi) bir yaklaşımla doğaya yaklaşıyorlar. Onlar, doğayı, Aristoteles tarzı yasalar çerçevesinde, indirgeyerek anlamak istemiyorlar. Yeni yasalar da henüz keşfedilmiş değil. Bir bakıma iki yasa arası dönem gibi. 16. yüzyılda kimya henüz yok, ama simya var. Astronomi yok, astroloji var. Daha çok, doğayla ‘magique’ ilişkilerin kurulduğu bir dönem. Bu tabii ki sonraki bilim için pek çok veriyi hazırlıyor. Ama kendisi modern bilim anlamında değil henüz; 17. yüzyıl tarzında bir dönem değil, doğaya bakış öyle değil. Doğa bir bakıma, bir tanrıça onlar için. İşte bu tanrıçalık mertebesinden 17. yüzyılda büyük bir düşüşe uğruyor ve doğa, makine oluyor. Nedir bunun anlamı, doğanın makine olması? Her şeyden önce içinde birtakım ereklerin bulunmaması. Yani bu anlamda, anlamın bulunmaması. Anlamın olduğu takdirde ona dışarıdan ancak verilebilmesi. Herhangi bir makinenin anlamı onun için bizim istediğimiz anlamdır, onu kendisi için yaptığımız anlamdır. Onun dışında kendisinin bir ereği yoktur. O halde sonuna kadar Aristoteles’in ereksel nedenlerinin doğadan kovulduğu bir dönem. Ve tam da bu enkazın üstünde, öznenin yükseldiği bir dönem. Burada işte sadece bu yüzyıla özgü bir değişiklik var; çünkü, burada hiçbir yüzyılda olmadığı tarzda, mekanik bir doğa anlayışı ile kilisenin anlaştığını görüyoruz, dindar bir dünya anlayışının yanyana olabildiğini görüyoruz. Yani doğanın artık insana erdemlerini telkin etmediğini, yön vermediğini görüyoruz. Bunun dışında mekanist doğa anlayışı zaman zaman olmuş, Antik Yunan’da Demokritos’lar var. Ama orada, tanrılar olsa bile, bu dünyaya artık bulaşmayacakları, ellerini uzatamayacakları birtakım uzak yerlere gönderilmişler, öyle düşünülüyorlar. Yani bizim anladığımız anlamda bir tanrısallık; dünyaya müdahale eden, insanın kaderiyle ilgilenen bir tanrısallık yok. Bu nasıl mümkün oldu? Çünkü, 18. yüzyılda da olmayacak. 18. yüzyılda Aristoteles’te sadece beden için düşünülen mekanizma ruhu da ele geçirecek ve tekrar bir üniter varlık anlayışına doğru gidilecek. İşte pozitivizm olacak, fenomenizm olacak ve ateizm olacak. 17. yüzyıl böyle değil, bu bakımdan biricik yüzyıl, eşi olmayan bir yüzyıl. İşte Descartes’ın burada bir katkısı var, filozof olarak. En azından Descartes, bunu meşrulaştırma görevini yerine getirmiş çağında. Yani Galilei de haklı olabilir matematik, fizik anlayışıyla, diyor Descartes; İsa da haklı olabilir, bize erdemlerimiz konusunda ilettiği mesajla. Ve ikisi birbiriyle çelişmez. Çünkü varlık iki ayrı düzlemden oluşmaktadır. Mekanik olan düzlem, doğal düzlem, ki bu düzlem insanın bedenini de içinde barındıran bir düzlemdir; diğeri ise politik vs düzlem. Ve tam da o zamanlar, mesela Hobbes, çağdaşıydı, yazışıyorlardı; Hobbes’un böyle bir doğa ve bilim tasarımından pratik sonuçlar çıkarmasını Descartes son derece zararlı ve hatla sansür edilmeye layık bulduğunu yazar bir yerde. O halde, metafiziğin, sandığımızın ötesinde birtakım meşrulaştırıcı, felsefenin de genel olarak, bir işlevi var. Descartes’ta bunun iyi bir örneğini görüyoruz. İyi bir şey yapıyor demiyorum ama sonuç olarak bir entelektüel dünyada böyle bir problem var ve filozof bu problemi çözmeye çalışıyor, bunu dert ediniyor. Ve sadece filozof bunu dert ediniyor, bilim adamı değil, teolog da değil, din adamı da değil, ama filozof. Çünkü bir bütün olarak düşünme gibi kendisine bir yükümlülük veren bir adam filozof, hele o zamanlar. Evet, mekanist bir doğa anlayışıyla Tanrı’nın uzlaştığı yegâne yüzyıl, İsa’yla Galilei’nin. Çünkü artık doğa model değil diyoruz. Şimdi, bir kere bunu yaptıktan sonra, tabii ünlü tezi Descartes’ın ya da istediği şey, insan doğanın sahibi ve efendisi olabilir. Bu makine mertebesine düşmüş olan doğanın sahibi ve efendisi. Şimdi burada sahip ve efendi deyince, Tanrı’yı rahatsız edecek bir şey var değil mi? Yani Tanrı’ya rakip neredeyse insan. O halde bunun icazetini almış olmalı. Alıyor da. Yani Tanrı’nın aslında doğayı bir makine olarak yaptığını, oraya hiçbir erek koymadığını, ama ondan apayrı bir varlık olarak da ruhu insana verdiğini, insanın özünü böyle tanımladığını, böyle yaptığını ve onun da tıpkı kendisi gibi, yani mühendis-tanrı gibi, -çünkü eseri bir makine olan Tanrı, kendisi de bir mühendis-tanrı’dır- kendi modelini taklit etmesine izin verdiğini söylüyor ve bunu teologlara da kabul ettiriyor, aralarında yazışmalar var. Mesela, o zamanın bir ünlü kardinali, ona “lütfen bu çok değerli düşüncelerinizi, geliştirdikten sonra, insanlara iletmekte gecikmeyin, son derece insanlık için yararlı düşünceler” diyor. Sadece bu yüzyılda olabilecek bir şey. Yine, Mercaine; teolog arkadaşı, devamlı yazıştığı biri; o da, bir an önce bunları yayması gerektiğini, dini açıdan hiçbir sakıncası olmadığını, tam tersine son derece önemli görüşler olduğunu söylüyor. Yadırgatıcı bir durum. Bir örnek vereceğim burada, Descartes’ın bu konudaki metafizik çabalarıyla ilgili. Descartes’la ilgili önemli bir tartışmadır ezeli-ebedi hakikatler konusu, matematik hakikatler. Ampirik konulara değinen hakikatler öyle değildir, biliyorsunuz. Ama matematik hakikatler, ezeli-ebedi olduğu düşünülür, öyledir. Bunların varlığı ortaçağda da problem olmuş, çünkü ezeli-ebedi dediğimiz zaman Tanrı’yı çağrıştıran sıfatlar bunlar. Nasıl olacak? Yani Tanrı bile isterse iki kere iki dört mü edecek? Beş etmesini isteyemez mi? Bize belki saçma gelen bir soru, Tanrı-merkezli bir akılsallık anlayışında ve evren tasarımında ciddi bir soru. Aynı şeyi, mesela Augustinus, Ortaçağ’da sormuş, iyi ve kötü ile ilgili, moralle ilgili. İyi nedir? Tanrı onu istediği için mi iyidir? Tanrı’nın buyruğu mu daha önemlidir yoksa iyi kendinde iyi midir? İnsanı öldürmemek, diğerlerini öldürmemek.
Bu kendinde bir değer midir? Yoksa bir Tanrı buyruğu mudur? Tanrı öyle buyursaydı, insanları öldürmek iyi olur muydu? Bu ciddi bir sorun. Descartes bunu moral planda değil ama matematiksel planda soruyor, çünkü konu doğa bilimi ve matematik. Ve bir matematikçi olarak, doğa bilimci olarak, o zamanda hiç de böyle bir sorun yok; aslında, değinmeyebilirdi buna, ama ezeli ve ebedi hakikatlerin yaratılmış olduğunu söylüyor. Yani Tanrı isteseydi onları başka türlü yaratabilirdi. Bunu anlamak da zor. Ama biraz yakından baktığımızda meseleye, görüyoruz ki, aslında Descartes’ın amacı belki Tanrı’nın çok güçlü olduğunu, matematik hakikatlerden de güçlü olduğunu söylemek; ama asıl amacı, doğa üzerinde insanın hâkimiyetine hiçbir sınır gelmemesini, tanrısal açıdan herhangi bir sakıncası olmamasını sağlamak. Nasıl? Eğer matematik hakikatler yaratmaksa, o zaman insan, kendisi de bir yaratılmış varlık olarak, onlara sonuna kadar nüfuz edebilir. Ve böylelikle, daha önce söylendiği gibi Tanrı’nın zihninin içeriğini oluşturmayan, yani ezeli-ebedi olmayan bu hakikatlere nüfuz etmesinde de hiçbir sakınca yoktur. Yani bu hakikatlerle ilişki, insanın ilişkisi, yaratık-yaratık ilişkisidir. O halde görüyoruz, en ince, en skolastik, hiç akla gelmeyecek, hatta problem olarak ortada bulunmayan sorularda bile, bunları dert edinmesinin arkasında bile Descartes’ın tabii ki karşısında olan, doğa bilimi ve bir bilim adamı olarak kendisi var, kaygı olarak. Evet, mühendis-filozof. Kendisini aslında, bir zanaatkâr olarak da görüyor, bir mühendis olarak da görüyor. Bu makine doğa tasarımının, doğanın o büyük düşüşünün olduğu ana, bir tarih de düşmemiz mümkün, 1632 diyebiliriz. Galilei orada İki Dünya Sistemi Üzerine Konuşmalar diye bir kitap yazmış. Aslında başlık gayet zararsız gibi, felsefi bir başlık. Ama senaryo hiç de öyle değil. Çünkü bu diyaloglar mesela Venedik Arsenali’nde geçiyor. Felsefi bir problemin bir Arsenal’de tartışılması enteresan. Yine, bunu tartışanlar filozoflar değil artık, mühendisler. Bu da ilginç! Yani bu, büyük kozmik sorunların artık mühendislerin konusu olduğunu, mühendisin bir düşünür mertebesine yükseldiğini gösteriyor. Bütün bunun arkasında da matematik ve fiziğin bir araya gelmesi var. Daha önce düşünülmemiş bir şey bu, matematik-fizik. Matematik Antik Yunan’da var ama daha çok astronomiye, mükemmellikler âlemi olduğu düşünülen gökyüzüne uygulanan bir bilim. Fizik ise ampirik, gelip geçici, ay-altı âlemine uygulanan.
İkisinin bir araya gelmesi hiçbir zaman düşünülmemiş. İşte Galilei devrimi ve 17. yüzyılın büyük bilim devrimi bu ikisinin karşılaşmasıyla oluyor. Daha önce birtakım deneyimler var Ortaçağ’da, Rönesans’ta, ama gidip baktığımızda sanki o deneyimler bir mutfak, yemek tarifi gibidir. Bir parça kükürt, bir kaşık tuz, biraz demir şeklindedir. Yani bir tür ‘aşağı-yukarı’lıklar evrenidir ampirik dünya. Oysa şimdi, geometrinin dünyasıyla aynı dünya haline geliyor. Rasyonel olan rasyonalite bu dünyayı kavrayabiliyor. Evet, bu rasyonalist filozof, ve kitabı olarak seçilen Meditasyon, “Düşünceler” diye de çevrildi Türkçeye. Tabii biz her şeye “düşünce” diyoruz. Meditasyon, düşünce de, nasıl bir düşünce? Karşılığını hemen bulamasak da aslında, Kenan Gürsoy belki bir şey önerebilir, meditasyon için… “Tefekkür” geldi aklıma, doğru mu? Şöyle bir düşünce, “uzun uzun düşünme”. Uzun uzun düşünme, hatta, derin derin düşünme, zamana yayarak üzerinde düşünme. Hatta, biraz, rüya ve hayalle karışıyor meditasyon, o kullanımı da var Fransızcada. Böyle bir düşünce. O halde insanın kendisini dünyadan biraz yalıtmasını, kendisine dönmesini gerektiriyor ve kendisine zaman vermesini gerektiriyor. Bu tarz bir düşünce. Meditasyon’un başlığı, şimdi daha önce Discours’u yazmış, Fransızca olarak yazmış, (Konuşmalar) ve “bunu köylülerin bile anlamasını istiyorum” demiş. Hatta “Kadınlar da anlayacaktır bunu umarım”. Ama tabii eğitimli olanlar da anlarsa, orada zekice bir şey bulursa bundan memnun olurum.” Popüler bir kitap niyetine. Meditasyon’’u Latince yazıyor. Ve başlığı, gerçekten rasyonalist. Katı; Descartes’ın kitabının başlığı olmaya uygun bir başlık: “Tanrı’nın Varlığı, Ruhun ve Bedenin Gerçek Ayrılığının İspatı Konusunda İlk Felsefi Düşünceler”. Ama içine baktığımızda tıpkı, Konuşmalarda (Discours’da) olduğu gibi farklı bir şeyle karşılaşıyoruz. Bir kere, durmadan, “Ben” diyen bir metin. “Ben şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum.” Maddeden bahsederken de “alıyorum, kokluyorum, rengi şöyle, odamda dolaşıyorum, penceremden bakıyorum, birtakım şapkalı adamlar görüyorum. Ama bunlar acaba gerçekten düşündüğüm, tasarıma sahip olduğum adamlar mı yoksa birtakım hayaletler ya da otomatlar mı? Bundan da emin olamıyorum.” Böyle bir dramaturg sanki ve ayrıca kendi canlı düşünme deneyimini anlattığını görüyoruz. Ve bunu bizim adım adım izlememizi istiyor. Kuşkusuz anlatırken de öyle. Zamandan bahsediyor mesela. İspatta zaman olmaz. Spinoza, “ezeli ebedi sonsuzluk görünüşü altında doğaya bakacağız” der. İspat böyledir, geometrinin ispatları böyledir. Oysa burada, zaman, “uzun zaman Önce karar vermiştim. Her şeyden kuşku duymaya karar vermiştim. Çünkü küçük yaşlarımdan itibaren edindiğim pek çok görüşün aslında yanlış olduğunu anladım. Ve ben sadece, sadece akla yatkın gelen bütün görüşlerden kuşku duyma kararını aldım. Ama bu kararımı hemen uygulamadım. 14 sene bekledim.” 40 yaşına kadar bekliyor. Çünkü zor bir deneyim. Bir de kuşkusundan kuşku duyuyor. Yerinde bir kuşku mu bu? Kolay bir iş değil. Bunları anlatıyor bize Meditasyon. Ama, tabii bizim artık, o zamanlar da, köylüler için, Discours özellikle köylüler için, kadınlar için, yazılmış kitabı, 350 yıl boyunca İncil kadar çok okunmuş kitabı, bugün böyle okumamız çok zor. Çünkü biz onu, bütün bu yorumlar, metafizik tartışmalardan oluşan bir dağın tepesinden okuyoruz. Descartes’ın çok yanında, içindeki düşüncesinin yanında olmamız çok zor. Doğal da tabii.
Ama böyle bir kitap olduğunu en azından bilmeliyiz diye düşünüyorum. Evet, bana göre, mesela şöyle diyor: Bütün bu fizik bilimleri, Galilei, çok doğru. Ama ya bütün bunlar bir fabl ise? Yani doğa üzerine anlatılan hikâyelerse? Nereden biliyoruz bunların gerçekten sadece bizim düşündüğümüz şeyler değil de bilimin ama doğanın yasaları olduğunu? Ve bu konuda, başlıkta ispattan bahsettiği halde, burada mefranchisse diyor, “okurlarıma ben samimiyetimi iletiyorum”. İşte belki burada Cervantes’le de bir bağ kurulabilir. Yani böyle bir birey, böyle bir özne, “ben” diye konuşan ve bir bakıma en rasyonalist, en bilimsel görünüşteki bir eserde bile, daha önce hiç kimse yaşamamışçasına, sıfırdan, sadece kendi düşüncesinin serüveninin ardına takılarak gidebilen bir düşünce. Bu daha önce rastlanmamış bir şey.
Böyle bilim yapmak, böyle felsefe yapmak daha önce hiç görmediğimiz bir şey. İşte onun için belki Hegel, “orada kendi yuvamızda hissediyoruz” diyor, modern öznenin doğduğu an. Bunu kitabın logos ‘undan çok pathos’unda, heyecanında bulabiliriz, diye düşünüyorum. Je deyişinde “ben” deyişinde, “bana göre” deyişinde, “samimiyetimi iletiyorum” deyişinde, kuşkusunu anlatırken heyecanlarından, bıkkınlığından ve sonunda sevincinden bahsedişinde. Ve bir bakıma belki de, böyle okununca, romanesk bir metin denilebilir diye düşünüyorum. Ayrıca da Descartes’ın, şu yönüyle de, şunu da hatırlarsak, karakterinin bu yönünü anlayabiliriz, radikal olarak modern yönünü böylece anlayabiliriz. Descartes bu iki kitabında böyle bir üslup güderken, daha sonra, mesela Principes’ten itibaren artık bu üslubunu terk edecektir. Bunu terk ettiği andan itibaren de yazmaktan hoşlanmamaya başlayacaktır. Bunun yerine, aynı üslupla yazdığı, bol miktarda Kraliçe Christine’e ve Prenses Elizabeth’e ve Chamin’e yazdığı mektuplarını bulacağız. Bol miktarda bireyden bireye yazmaya başlayacaktır. Interpersonnel bir ilişki. Yani, bir ‘özne’ kendisi, “ben” diyen bir özne ve karşısındaki de “biri”, onunla konuşmayı tercih ediyor. Bu da bana enteresan geliyor. Hayatından maalesef bahsedemedik, o da belki bize ilginç gelirdi ama bir tek şunu söyleyeyim hayatıyla ilgili olarak, merak etmenizi sağlamak için en azından: Descartes, La Creche Cizvit Koleji’nde okuyor. Amcasının da rektör olduğu bir kolej olduğu için de, çocukluğundan itibaren pek sağlıklı olmadığı için, sabahları uzun uzun yatakta kalmasına izin veriliyor. Hayatı boyunca da öyle yapmıştır. Çok geç saatlere kadar, en az 10 saat uyumuştur. Ve meditasyonlarının da, felsefi düşüncelerinin de senede bazı günler ve günde de ancak belli bir zaman yapılabilecek şeyler olduğunu söylemiştir, felsefi düşüncelerin. Ülkesinde çok az yaşamıştır. 20 yılı Hollanda’da geçmiştir. Bol seyahat etmiştir. Her zaman bağımsız olmayı seçmiştir. Kendi ailesinden kalan geliri dışında ona verilen hiçbir geliri, hiçbir ücreti kabul etmemiştir. En sonunda, hiç gitmek istemediği İsveç’e gitmiştir. Orada da, belki yine uykuya bağlayabileceğimiz bir nedenle ölmüştür. Çünkü, çok erken kalkmak zorunda. İsveç Kraliçesi sabahları öte sarayın kütüphanesinde kendisine ders vermesini istiyor. Zaten kışın “buzullar gibi, düşüncelerin bile donduğunu” söylediği bir ülkede, sabahları 5’te kalkarak, ancak kısa bir süre yaşayıp, ölüyor. Belki bu da sizin kalbinizi yumuşatır ona karşı, aslında söyleyecek çok şey var Cervantes’i yine de daha ilginç bulacaksınız, şu aralar. Sorularla dönebiliriz bazı şeylere.
Salı Toplantıları, 2001-2002 ,İstanbul
Konuşmacılar: Jale Parla, Tülin Bumin
“Cervantes-Don Quijote” “Descartes-Metafizik Düşünceler”
Kaynak: Dante’den Mcluhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar