“Rüzgâr esiyor” ya da “Nehir akıyor” gibi cümleleri düşünün yeter. İyi ama, “rüzgâr”, aslında “esme hareketinden” başka bir şey mi? Ya da nehir, “akarsu”, akan sudan farklı, ayrı bir şey mi? Esmeyen bir rüzgâr, akmayan bir akarsu ya da nehir düşünebilir miyiz? Aynı durum “zaman” kavramı için de geçerlidir.
Zaman sorunu üzerinde düşünürken, “zaman” sözcüğünün isim biçimi, kafamızı karıştırıp bizi yanlış yerlere yollamaktadır. Başka bir yerde de, nesneleştirilmiş isim sözcüklerle konuşmanın ve düşünmenin, olayların bağıntılarını algılamamızı son derece güçleştirebileceğini söyledim. Bu konuşma alışkanlığı, bugün hâlâ öyle tamamen ortadan kalkmamış olan bir eğilimi, eskilerin, soyutlukları kişileştirme eğilimini anımsatmaktadır. Adaletli davranmanın, Tanrıça Justitia kişiliğiyle sembolleştirilmesi gibi. Sosyal olarak standartlaştırılmış bir dilin, toplumun tek tek bireylerine, nesneleştirme içeren isim sözcüklerle konuşmayı dayatmasına sayısız örnek verilebilir. “Rüzgâr esiyor” ya da “Nehir akıyor” gibi cümleleri düşünün yeter. İyi ama, “rüzgâr”, aslında “esme hareketinden” başka bir şey mi? Ya da nehir, “akarsu”, akan sudan farklı, ayrı bir şey mi? Esmeyen bir rüzgâr, akmayan bir akarsu ya da nehir düşünebilir miyiz?
Aynı durum “zaman” kavramı için de geçerlidir. Örneğin İngilizcedeki fiil halini gösteren “timing” gibi bir fiil hali Almancada olsaydı, yani zamanlama ya da zamanlaştırma gibi “zaman”ın anlamını eylemleştiren bir sözcük bulunsaydı, “saate bakma edimi”nin, iki ya da daha fazla olayın akışı içindeki sekans ve pozisyonları birbirine uyumlama, “senkronize etme” anlamına geldiğini kavrar, anlardık. Bu durumda, zamanın ya da “zamanlaştırmanın”, araçsal karakteri gözden kaçmayacak kadar belirginleşirdi. Oysa örneğin Alman dilinin mevcut imkânları, “zamanı belirlemek”, “zamanı ölçmek” gibi ifadeleri gerek konuşmanın gerekse bu konuda düşünenin karşısına çıkartıp durur. Böyle olunca da, sanki ölçülebilecek, belirlenebilecek nesnelerin, örneğin “zaman” diye bir nesnenin var olduğu izleniminden kurtulamayız. Demek ki bu örnekte olduğu gibi, bir toplumun dilsel uzlaşımları, alışkanlıkları, konuşanı ve düşüneni, yanlış yola da sevk edebilmektedir. Bu alışkanlık, herhangi bir anlamda burada olan, var olan, nesne gibi varlıksal özellik taşıyan, insanların duyularıyla algılamadıkları bir şey bile olsa, ölçülüp belirlenebilen bir “zaman” anlayışına yol açıp, zaman konusundaki mitosu tazelemektedir. Böyle olunca da, zamanın bu kendine özgü varoluş biçimi üzerinde yüzyıllar boyunca felsefe yapıp durabilirsiniz artık. Gerek kendinizi gerekse de başkalarını o esrarengiz varlık üzerindeki, zaman üzerindeki spekülasyonlarla oyalayıp durur ve ortalıkta herhangi bir sır ya da esrarengiz durum olmadığı halde, sırların ustası olarak kasılabilirsiniz.
Sonunda Einstein zamanın öyle bir nesne olmayıp sadece bir ilişki biçimini temsil ettiğini ispatladı. Newton’un sandığı gibi, Tanrı’nın yarattığı, o gözle görünür nehirler ve dağlara benzeyen, onlardan tek farkı görünmezlik olan, ama yine onlar gibi insandan bağımsız nesnel bir oluş değildi. Ne var ki Einstein da bu müdahalesini gerektiği kadar derinleştiremedi. Kendisi de dilin sözcüklerinin fetişleştirici baskısından tam kurtulamadı ve nesne özelliği taşıyan zaman mitosu anlayışına, kendi kavlince bir destek vermeden edemedi. Zamanın belli koşullar altında hızlanabileceğini ya da yavaşlayabileceğini söylerken, bize karşımızda genleşen ya da büzülen bir nesne olduğu izlenimi verdi. Kısacası o da, zamanı, bir fizikçinin kısıtlı uzmanlık alanı çerçevesi içinde tartıştı. Oysa zaman kavramını eleştirel bir değerlendirmeden geçirmek, fiziksel zaman ile sosyal zaman arasındaki ilişkiyi, diğer deyişle sosyal alanda ve doğada zamanın belirlenmesi arasındaki ilişkiyi kavramamızı gerektirir. Ama işte, bu zaten Einstein’ın görevi olmadığı gibi, fizikçilerin uzmanlık alanı içine giren bir görev de değildi.
***
İnsan toplumlarının, yani sosyal adaların, dünyanın insan dışı ‘’doğal” alanının çemberi içinde gitgide genişlemesi “toplum” ile “doğanın” ayrı ayrı bölgelerde yer aldığı izlenimini veren bir dile ve konuşma tarzına yaramıştır. Doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin gittikçe birbirinden ayrılan yolları da bu izlenimi güçlendirmiştir. Ancak fiziksel zaman ile sosyal zaman, birbirinden bağımsız incelendikleri sürece, zaman olgusunu doğru dürüst kavramamız yine zaman olgusunun yapısı gereği olanaksızdır. “Zaman” sözcüğünün bu isim halini, fiil biçimine çevirip zaman belirleme sorununu çözmeye çalışırsak, sosyal olayların zaman belirleme faaliyeti ile fiziksel olayların zamanı belirleme faaliyetini birbirinden ayrı ele alamayacağımızı görürüz. İnsan yapımı zaman ölçerlerin gelişmesiyle birlikte, sosyal düzlemdeki zaman belirleme girişimleri yaygınlaşıp nispi bir özerklik kazanmaya başlamış, Güneş’in, Ay’ın hareketleri gibi, insan dışı doğal araçları kullanarak zaman belirleme alışkanlığı gerilemeye yüz tutmuştur. Doğal hareketler ile sosyal zaman belirleme faaliyetlerinin iki ayrı düzlemi arasındaki bağlantı doğrudanlığını kaybetmeye doğru evrilmiş, ama hiçbir zaman tümden kopmamıştır. Gerçekten de nihai bir kopuş zaten imkânsızdır. Ama çok uzun bir süre, insanların toplumsal ihtiyaçları, onları “gök cisimleri”nin zamanını belirlemeye itmiştir. Sosyal alanda zaman belirleme yönündeki gelişmeler her ne kadar sosyal gelişmelerden etkilenmişse de, kolayca gösterilebileceği gibi, bu, doğal alandan bağımsız değildi ve bu bağımlılık sürmektedir.
Evrenin fiziksel düzlemleri ile sosyal düzlemleri arasındaki kopmaz bağlantıları gözden kaçırdığımız sürece, başka deyişle, insan toplumlarının ortaya çıkışını ve gelişmesini, insan dışı o büyük doğal çemberin içinde kalan bir süreç olarak görmeyi beceremediğimiz sürece, zaman sorununun çok önemli bir yanını kavramamız olanaksızdır. Zamanın bu özelliğini, kabaca şöyle belirleyebiliriz: Gerek fiziğin gerekse de felsefenin hâkim geleneğinin çerçevesi içinde, zaman, çok gelişmiş bir sentez düzeyinin ürünü bir kavram olarak görünmektedir. İnsanların toplumsal pratiğinin alanına döndüğümüzde ise -hani önemli bir randevuya geç kaldığımızda hemen fark edebileceğimiz gibi- mecbur kılıcı gücü olan bir düzenleme ve ayarlama mekanizması olarak karşımıza çıkar zaman. “Doğa” ile “toplumu” birbirinden koparan, dolayısıyla da fiziksel ve sosyal zaman sorunlarını, bunları birbirinden tamamen bağımsız tutarak çözmeye kalkan geleneksel eğilim, ortaya paradoksal diyebileceğimiz bir sorun atmaktadır; zaman tartışmalarında genellikle sessiz sedasız geçiştirilen bir sorundur bu;.. Öyle ya, genellikle üstünde düşünüldüğünde çok üst düzeydeki bir sentezleme düzleminin kavramı olarak görünen bir şeyin, insanlar üzerinde böylesine güçlü bir baskı yapması, onları böylesine zorlaması nasıl mümkün olmaktadır? Zaman sosyolojisi üzerine araştırmalar bugün hâlâ yok denecek kadar azdır. Bunun nedenlerinden biri, zaman sorunlarının, hâlâ -hatta sosyologlarca bile- geleneksel felsefenin alışkanlıklarına göre tartışılmasıdır. Bir başka neden sosyal gelişmeyi, dar, kısa erimli bir perspektifle ele alma alışkanlığıdır. Gelişme süreçlerini izleyen ve farklı dönemleri karşılaştıran bir yaklaşım temel alınmadığı sürece, zamana yönelik sosyolojik araştırmalardan pek hayır gelmez.
Zaman Üzerine – Norbert Elias