Dört yanımız bir karanlık duvarıydı. Ne yana dönsen bir karanlık duvarına çarpıyordun. Bir de öldürülme korkusu… İnsan her şeye alışıyor, her şeyi kanıksıyor, işkenceyi, ölüm korkusunu bile.
Bizi zilli kurt yaparken devlet bize önem mi veriyordu, bizden bu kadar korkuyor muydu? Bunu çok düşündüm. Bu, baskıcı düzenlerin güvensizlikten gelen korkusuydu. Baskıcı düzenler hep altlarının oyulduğunu duyumsarlar. Kendilerini boşlukta yapayalnız sallanıyor sanırlar.
Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri sanatçıyı, düşünürleri, kendine aykırı gelen aydınları düşman bellemiş, hiçbirini de iflah etmemiştir.
YAŞAR KEMAL SOL VE SOSYALİZM İLE TANIŞMASINI ANLATIYOR
Zilli Kurt
Orta ve Doğu Anadoluda kurtlar bir köye girer ağıllardaki, damlardaki koyunlara saldırırlarsa, koyunlardan bir tekini parçalayıp yemezler, bir sürü koyunu gırtlaklarından yakalar bir yana atarlar, bundan sonra koyunun yaşaması olanak dışıdır. Koyun sahipleri de koyunları götürür kasabadaki kasaplara satarlar. Yaralı koyun yüzlerceyse yakın köylere dağıtırlar. Böylece de koyunları kırıma uğramış köylüler öç alma ardına düşerler. Atlanırlar, atlarını bozkıra sürerler ve yakalayıncaya kadar kurdu ararlar. Kurdu ararlarken yanlarına tabanca, mavzer, herhangi bir silah almazlar. Yanlarına köpek bile almazlar. Kurtlar koyunlara daha çok baharda, kışta saldırırlar. Kurt avcısı atlılar insan boyu karda kurtları günlerce ararlar. Bulduklarında kurdu hiç incitmez, işkence etmez, kılına bile dokunmazlar. Okşayarak onun boynuna kalın, kopmaz kirişlerle, zincir tellerle bir zil ya da çok küçük, sesi uzaklardan duyulur bir çan asar bırakırlar. Karda bozkırdan geçenler yer yer çan sesleri, keskin zil sesleri duyarlar. Issız karlı bozkırda herkes bu zil, çan seslerinin nerelerden geldiğini bilir. Bu zil sesleriyle bozkır pırıltıya boğulmuş ipileyen güneşli bir hüzündür.
Gençliğimde benim de başımdan böyle bir zilli kurt olayı geçmişti. Zilli kurt olmanın ne korkunç bir işkence olduğunu biliyordum. Daha birçok kişinin de…
Gazeteciliğimde bir kış Orta Anadolunun bir köyünde bir kurt yakalama törenine ben de katıldım. Atlara binip kurt yakalamaya çıktık. Birkaç gün bozkırda dolandıktan sonra kovalayarak üç tane kurt yakaladık. Atlar, diz boyu kara alışkınlardı. Kurtlar da öyle hızlı koşamıyorlardı. Kurtları yakaladığımızda zaten işleri bitikti, karınları karınlarına geçmişti açlıktan. Gözlerinin de feri sönmüştü. Kim bilir bozkırda kaç gündür aç aç dolaşıyorlardı. Köylüler zilleri kurtların boynuna taktılar, sağlam kırılmaz, kopmaz kirişlerle. Sonra da onları okşayarak, “güle güle” diyerek uğurladılar. Artık bu kurtlar ölüme mahkum edilmişlerdi. Ölümün en zalimine. Artık boğazındaki zillerden dolayı ne bir köye, ne bir ağıla, ne bir koyun damına yaklaşabilirlerdi. Yiyebilecekleri en küçük bir hayvana da yaklaşamazlardı. Boğazlarındaki zil onları hiçbir hayvana yaklaştırmazdı. Kurda kuşa, hiçbir canlı yaratığa… Ve zilli kurtlar ölümlerin en acısıyla, açlıkla cebelleşerek, günlerce can çekişerek ölürlerdi. Sonradan köye yaklaşmış bu zilli kurtları yakalayan köylüler de onları öldürmez sürüp bozkıra bırakırlardı.
Bu zilli kurt zulmünü görünce kendimle özdeşleştirdim. Beni de gençliğimin baharında zilli kurt yapmışlardı. Ben de bir zilli kurt olmuştum ya canımı kurtarmıştım. Zilli kurt olup da canını kurtaramayan çok insan da tanımıştım.
İlk karakola düştüğümde on yedi yaşımdaydım. O zamanlar sosyalizm sözcüğünü daha yeni yeni duyuyorduk. Yalnız toprak reformu sözcükleri bütün Çukurovayı sarmıştı. Benim doğduğum, büyüdüğüm Çukurova dünyanın en verimli topraklarındandı. Bu büyük Akdeniz ovası kırk elli, hadi diyelim yüz ailenin elindeydi. Köylülerin de küçük toprakları vardı ya devede kulak. Köylüler topraksızdı. Yaşam koşulları da inanılmayacak kadar bir yoksulluktu. Sıtma, her yaz yüzlerce çocuğu öldürüyordu. Her köyde, kasabada çocuk mezarları. Büyükler de ölüyorlardı ya çocuklar kadar değil. Sıtma bataklıklardan gelen sivrisineklerden dolayıydı. Bataklıklardan geçtik, her yaz olumsuz koşullarla ekilen pirinç tarlaları da birer büyük bataklık oluyordu. Ve köylerin üstüne bataklıklardan, pirinç tarlalarından bulut bulut sivrisinekler geliyordu. Ovada da sıtmalanmamış kimse kalmıyordu. Sıtma Savaş Müdürü Dr. Seyfettin Bey canını dişine takmış uğraşıyor, hiç olmazsa ovaya çeltik ekilmesin diye. Başa çıkamıyordu. Yalnız köylere bol bol kinin dağıtıyordu. Bu kininler çok insanın canını kurtarıyordu. Dr. Seyfettin Bey daha o çağı anımsayanların yüreklerinde bir sevgi anıtı olarak durur. O sıralar benim de bir kardeşim zehirli sıtmadan öldü. Doktor o gün yaylaya çıkmıştı. Kasabada doktor olsaydı kardeşim ölmezdi. Çünkü zehirli sıtmadan öldürmeyecek ilaçlar vardı.
O zamanlar bir de ırkçılar, Panturancılar türemişti Anadolu da. Bunlardan Çukurovada da vardı. Onlar da yoksulların yanında oluyorlardı, sözümona bizden daha çok. Biz Çukurovada çeltik ekimini yasaklama ve toprak reformu savaşımı veriyoruz, onlar bunu istemiyorlardı. Çünkü onları toprak sahipleri Ağalar ve Beyler tutuyorlardı.
Onlarla sokaklarda köylerde kıyasıya kavga ediyor, yaralıyor, yaralanıyor, bıçaklıyor bıçaklanıyorduk.
Bir gün polisler geldi beni kaldığım evden aldılar, karakola götürdüler. Daha ağzımı açtırmadan, sorgu sual etmeden yatırdılar falakaya. Falaka bütün gece sürdü. Gık demiyordum. Bu falaka benim için olağandı. Karakola düşüp de dayak yememiş köylü, yoksul bir kişi yoktu ki…
Sonra beni karakoldaki nezarete, yani gözaltı yerine koydular. Gözaltı yeri ayak bileğime kadar suyla doluydu. Ortalık o kadar pis kokuyordu ki insanın ciğerini delen. Orada, alacakaranlıkta birkaç da adam seçiliyordu, inleyen. Biliyordum, bu inilti sıtma iniltisiydi. Birkaç da dayaktan inleyen vardı. Biraz sonra gözüm karanlığa alıştı. Sıtmadan inleyenleri gördüm, titriyor, yanıyorlardı. İşkenceden inleyenlerin de yüzleri, üstleri başları kan içindeydi. Hele bir tanesi oluk oluk kanıyordu. Acaba benim ayaklarım da kanıyor muydu? Ayaklarım uyuşmuştu. Günler geçtikçe ayaklarımın ağrıdığını duyumsamaya başladım. Sonra da yüreğimi söken bir ağrı başladı. Belki bir hafta kaldım karakolda. Her gün küçücük bir parça ekmek veriyorlardı. Oysa su içindeydik. Nasıl olmuşsa sonra beni bir gün bıraktılar.
Toprak reformu isteyince niçin böyle zulmediyorlardı, hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik, Cumhurbaşkanı İnönü de istiyordu toprak reformunu. Adanaya bir profesör gelmiş, toprak reformunu bir güzel anlatmıştı. Onu da yakalayıp dövmüşler miydi? Arkadaşlarla araştırdık, bulduk da, ona hiçbir şey yapmamışlardı. İşte bugünlerde böyle şaşkın ortalıkta dolaşırken büyük ağabeylerle karşılaştık. Bunlar eski demiryolu işçileriydi. Yıllar önce Güney Demiryolu grevini yapmışlar, çok işkence görmüşler, çok hapis yatmışlardı. En az hapis yatanı üç yıl, dört yıl yatmıştı. Çoğunluğu beş yıl, yedi yıl yatmıştı. Bu işçilerle arkadaş olduk. Bunlar o zaman da Türkiyeden Almanyaya gitmişler, orada çalışmışlar, geri buralara dönmüşler, gene çalışmaya başlamışlardı. Birçoğu da demiryolu işçisiydi ve grevi çıkartmak zorunda kalmışlardı. Sanırım grev 1925 yıllarında gerçekleşmişti. Sonra onların ne düşündüklerini, eylemlerini yavaş yavaş öğrendim. İnanmış kişilerdi ve sosyalistlerdi. Bir dünya kardeşliği kuracaklardı. Hem de eşitliği, hem de özgürlüğü getireceklerdi. Ali Usta bize Marksizmi, İsmail Usta bize Lenini, Troçkiyi, Engelsi anlatıyordu.
Sonra lif lif olmuş, ince kağıda yazılmış, elden ele gizli dolaşmış Manifestoyu bulduk. Beş çocuk bir gece sabaha kadar, tartışarak Manifestoyu okuduk. Çok yerini anlamamıştık. İsmail Ustaya koştuk. İsmail Usta çok hapis yatmıştı. Üstelik de büyük şair Nazım Hikmetin hapis arkadaşıydı. Sonraları öğrendim ki Nazım Hikmet onun üstüne şiirler yazmıştı. Bize elinden geldiğince Manifestoyu anlattı. Başka da çok şey. Gittikçe bilinçleniyor, güçleniyorduk. Bunlar bu kadar şeyi nasıl öğrenmişlerdi? Onu da öğrendik. O zamanlar Almanyada işçilerin bir partisi vardı: Adı Spartakistler. Spartaküsü de, onun macerasını da öğrenmiştik. Artık her birimiz bir Spartaküstük.
Macera işte böyle başladı. Polis takibi, gözaltılar, işkenceler, küçük küçük hapislikler… Rusyaya casusluk, ev aramalar. En büyük gözaltı. Artık Çukurovada çok ünlenmiştik hepimiz. Üstelik de ben. Nereye gitsem insanlar bana gökten yeni inmiş bir yaratığa bakar gibi bakıyorlardı. Polis bunu öylesine bir ustalıkla yaymıştı ki, bizi soluk alamaz bir duruma getirmişti. Dört yanımız bir karanlık duvarıydı. Ne yana dönsen bir karanlık duvarına çarpıyordun. Bir de öldürülme korkusu… İnsan her şeye alışıyor, her şeyi kanıksıyor, işkenceyi, ölüm korkusunu bile.
İşte benim ZİLLİ KURT maceram böyle başladı.
Önce Devlet Pamuk Üretme Çiftliğinde bir iş buldum. Çok sevinçliydim. Pamuk çapalama zamanıydı. Irgatların gündeliklerini yazıyordum, haftadan haftaya ücretleri ödeniyordu. Bu işte bütün Akdeniz kıyılarından, Toroslardan, Güneydoğu Anadoludan gelmiş türlü türlü insanlar tanıyordum. Türküler, destanlar dinliyordum yaşlı, genç ırgatlardan Türkçe ve Kürtçe. Keyfime diyecek yoktu.
Bir sabah, ne oldu ne olmadı, müdür beni çağırdı. “Torlan toplan çiftlikten hemen ayrıl” dedi. Müdür o kadar heyecanlıydı ki, konuşurken dudakları titriyor, yüzüme bakamıyordu.
Gittim muhasebeden paramı aldım, hemen yandaki özel çiftliğe ırgat olup ırgatların içine katıldım, pamukların aralarındaki otları çapalamaya başladım. Irgatlığımdan çok kıvançlıydım. İnsanlar yoruluyorlardı ya çok da mutlu oluyorlardı. İşim bir hafta bile sürmedi. Elçi beni çağırdı, “Derhal buradan ayrıl” diye bağırdı. “Haydi derhal bir saniye durmak bile yok.”
Ben de hemen ayrılıp ötedeki çiftlikte çapa ırgatlarının arasına katıldım. Oradan da üç gün sonra daha bir sert kovuldum. Böyle böyle kovularak çok çiftlik dolaştım birkaç ayda. Şaşkınlık içindeydim, ne oluyordu? Ben de herkes kadar, belki de daha iyi çapa çapalamayı biliyordum. Ne istiyorlardı benden? Aklıma polis hiç gelmiyordu. Sonra Adanaya gittim, işçi ağabeyleri buldum, durumu anlattım, gülmeye başladılar. Sonra da başlarına gelen böyle birçok olay anlattılar bana. En çok da şaşkınlığıma gülüyorlardı. Olanı biteni bana bir iyice anlattılar. Beni kimlerin işçilerin arasından kovdurduğunu biliyordum artık. Biliyordum ya bundan sonra gene girdiğim işlerde kovulmalarım başladı. Ne işe girsem, nereye gitsem beni buluyor attırıyorlardı. Sonunda kasabaya döndüm, kendime bir iş düşünmeye başladım. İlk olarak kanal kazma işine girdim. Günde on iki saat çalıştırıyorlar, çok az para veriyorlardı. Dehşet yorucu bir işti. Yatağa ölü gibi giriyor, yarı uykuda bile kemiklerimin sızladığını hissediyordum. Kazdığımız kanallardan pirinç ekicileri tarlalara su götürecekler, Çukurova bataklık olacak, bataklıktan sivrisinekler… Ve sıtma… Yorgun argın, bitkin eve geldiğimde de anam başıma bela kesiliyordu. “Koca Sadık Ağanın oğlu gider de kanal işinde çalışır mı?” diye. Bir cehennem işte, bir cehennem de evde yaşıyordum. Sonunda gene imdadıma polis yetişti… On beş gün sonra beni gene işimden, işçilerin arasından kovdular. Artık işten kovulma şampiyonu olmuştum ya polisten kurtulma yollarını da aramaya başlamıştım. Soluğu Akdeniz kıyısındaki Yüreğir Ovasında aldım. Habib Ustanın yanına çırak olarak girdim. Habib Usta da Zilli Kurt sınavından geçmişti. Çok usta bir traktör onarım ustasıydı. Habib Usta ile birlikte adımı değiştirdik. Ben iyi bir traktör sürücüsü olmuştum kısa bir sürede Habib Usta çalıştırmasıyla.
“BU KARANLIK CEHENNEMDE DE KOSKOCAMAN BİR AYDINLIK, BİR CENNET VAR!”
Bir çiftliğe traktör sürücüsü olarak girdim. Artık yeni bir işim, yeni adım vardı. Traktör sürücülüğü de dünyanın belki de en güzel işiydi.
Girdiğim çiftliğin çok geniş toprakları vardı. Yirmi beşten çok traktörle biz sürücüler her gün ikindi üstü saat dörtte toprağı sürmeye çıkıyorduk. Dörtten önce sıcaktan tarlaya çıkmanın mümkünü yoktu, ortalık öylesine yanıyordu ki traktörün demirine elini süremiyordun. Toprak seher vakti öyle güzel, öyle mest edici, öyle büyülü bir kokuyla kokuyordu ki, insan kendinden geçiyordu.
Artık karar vermiştim, bundan başka bir işte öldürseler de çalışmayacaktım. Karanlık gecelerde Çukurova bir başka oluyordu. Ova sabahlara kadar, binlerce traktörün ışığıyla yıldız yıldızdı. Ve seher vakti, seher yelleri eser, kuyruk yıldızı tan yerinde dönerek savrulurdu. Ben bu işten hiç mi hiç ayrılmayacaktım. Polis de beni bulamıyordu. Bir traktörcüler sendikası kurmak uğruna sonunda traktör sürücülüğünden de ayrılmak zorunda kaldım. Dünya başıma yıkıldı sandım.
Sonra pirinç tarlalarında su bekçiliği, bu işte epey çalıştım. Çeltik komisyonu benden hoşnuttu. Suları, kimseye boyun eğmeden hakkıyla dağıtıyordum. Kasabanın candarma komutanı yüzbaşı da onu işe alalım da bizim kontrolümüzde olsun demişti. Sonra biçerdöver sürücülüğü, batöz ırgatlığı, daha akla hayale gelmedik bir sürü iş… Artık ad değiştirme de işime yaramıyordu. Sonunda kasabada arzuhalci oldum. İşler iyi giderken hapse girdim. Hapisten çıktıktan sonra, baktım ki, artık Çukurovada kalamayacağım. Zilli kurtluğa bir son vermek gerek.
İstanbula gittim, Cumhuriyet gazetesine girdim, kendime yeni bir ad taktım, bu yeni adla gazeteye röportajlar yapmaya başladım. Polis beni iki buçuk yıl ne kadar aradıysa da bulamadı. Sonra tanıdık bir polisle karşılaştık. Daha doğrusu bir sınıf arkadaşım polis olmuş, beni hemen tanıdı. Artık tanınmış bir röportaj yazarıydım. Gazetenin sahibi ve genel yayın müdürü liberal insanlardı, beni polise vermediler.
Her zaman söyledim. Dilime pelesenk ettim, bir yıl zilli kurt olmaktansa on yıl hapiste yatmayı yeğlerdim. Şimdi bu yaşımda da böyle düşünüyorum. Bunun içinde de, bu karanlık cehennemde de koskocaman bir aydınlık, bir cennet var: Traktör sürücülüğü…
Bizi zilli kurt yaparken devlet bize önem mi veriyordu, bizden bu kadar korkuyor muydu? Bunu çok düşündüm. Bu, baskıcı düzenlerin güvensizlikten gelen korkusuydu. Baskıcı düzenler hep altlarının oyulduğunu duyumsarlar. Kendilerini boşlukta yapayalnız sallanıyor sanırlar.
Bu korkunç, insanları aşağılayan, tüketen zilli kurt uygulaması Cumhuriyet kurulduğundan beri süregelmiş ve çok insanın kanına girmiştir. Bu uygulamanın ilk kurbanlarından biri de büyük şair Nazım Hikmet olmuştur. Uydurma bir suçtan on yedi yıla mahkum edilmiş, on beş yılını yatmış, hapisten çıktıktan sonra askere çağrılmış, öldürülmemek için Moskovaya kaçmış, yıllar sonra orada ölmüştür.
Nazımla birlikte hapse mahkum romancı Kemal Tahir 13 yıl, Orhan Kemal 5 yıl, şair A. Kadir, şair Hasan İzzettin Dinamo, Nail V., daha birçok şair, düşünce adamı hapislere düşmüşler, zilli kurt olmuşlardır. Adanaya sürgüne gelen ressam Arif Dino, Abidin Dino kardeşleri ben zilli kurtluk yaparken Adanada tanıdım. Onlar da bir miktar zilli kurttular.
Cumhuriyetin bir kısım sanatçı kuşağı ya hapishaneye girmişler ya da zilli kurt edilmişlerdir. Romancı Sabahattin Ali de Bulgaristan sınırında devletin gizli polis örgütlerince öldürülmüştür.
Cumhuriyetin bütün dönemlerinde iki kısım yazar şair çıkmıştır ortaya. Birileri devletten yana olmuşlar, onlar nimetlere konmuşlar, büyükelçi, milletvekili, büyük bürokrat yapılmışlar, muhaliflerse ya zilli kurt yapılmış, ya hapishanelere sokulmuş ya da öldürülmüşlerdir.
Türkiyenin sanatçıları 1970’lerde de büyük bir fırtınaya girmiş, birçok romancı, şair karikatürist, müzikçi hapse atılmış, işkenceden geçmiştir. İşkenceden geçmiş karikatürcülerimizden biri Turhan Selçuktur. Turhan Selçuk yüzyılımızın büyük ustalarından biridir. Kim olursa olsun sanatçı olsun da Türkiye yönetimi anasından emdiğini onun burnundan fitil fitil getirmesin… Zülfü Livaneli de uçak kaçırmıştır iftirasıyla hapse düşmüş, ardından zilli kurt edilmiş, kapağı İsveçe atmış, dokuz yıl kalmıştır. Bir biçim sürgün zilli kurt olmuştur. Yılmaz Güney politik olarak yıllarca hapiste yattıktan sonra, birini öldürdüğü iddiasıyla hapsedilmiş, sonra da Fransaya kaçmış orada ölmüştür. Adam öldürmeye götüren tahrik de politiktir.
Sevgi Soysal, Feride Çiçekoğlu bunlar da hapishanelerde ömür tüketmiş kadın hikayeci ve romancılarımızdandır.
Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri sanatçıyı, düşünürleri, kendine aykırı gelen aydınları düşman bellemiş, hiçbirini de iflah etmemiştir.
Türkiye sanatçıları, düşünürleri için hapishane ikinci okul olmuştur. Türkiyeli sanatçıların başındaki kadim püsküllü bela da daha sürüp geliyor.
Ve maceramız sürüp geliyor. Bu gidişle böylece sürüp gideceğe de benzer.
1994 yılı Ekim ayında yirmi beş yazar bir basın toplantısı düzenledik. Toplantının konusu “Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye” idi. Basın toplantısının gününü önceden bütün gazetelere, yerli yabancı ajanslara bildirdik. Toplantıya geldik ki, ne yerli ne yabancı hiçbir gazeteci, hiçbir televizyoncu yok. Peki bizim gazeteciler güdümlüydü, devletin buyruğundaydı, doğru, ya yabancı gazetecilere ne olmuştu? Haber için can atan ajanslar nereye gitmişlerdi? Ben bu Türkiyede yaşam boyunca şaşıracağa benzerim. Bir tek gazeteci, televizyon gelmeyen basın toplantısını ben açtım, dedim ki: “Dünyanın neresinde olursa olsun, örneğin yirmi beş tanınmış Amerikalı yazar New York’ta bir basın toplantısı yapsın basın toplantısına gelmeyen gazete kalmaz. Televizyon da öyle… Pariste, Londrada, herhangi bir ülkede… Anlıyorum bizim basın güdümlü, devletin borazanı, ya yabancı gazetelere ne olmuş, nereye girmişler, aşağı yukarı bütün büyük dünya gazetelerinin muhabiri var Türkiyede. Büyük ajansların da var… Türkiyede kala kala onlar da bizim medyaya benzemiş olmasınlar.”
Arkadaşlara sordum: “Ne yapalım? Sesimizi nasıl duyuralım? Benim bir önerim var. Yirmi beş yazar bir kitap yazalım. Düşüncelerimizi bu kitapta söyleyelim.” Arkadaşlar bu düşünceyi doğru buldular. Romancı Erdal Öz büyük bir yayınevinin sahibiydi, o da kitabı basacak oldu.
Ben kitaba iki yazı yazdım. Bu sırada Der Spiegel dergisi benden bir yazı istedi. Yayıncı arkadaştan izin alarak dergiye gönderdim. Arkasından Index on Censorship dergisi bir yazı istedi, ikinci yazıyı da ona gönderdim.
Yazılar yayımlanınca da, Der Siegeldeki yazıdan dolayı hemen mahkemeye verildim. İki yıldan altı yıla kadar mahkumiyetim isteniyor.
Ben mahkemeye verilmeden bir gün önce de Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye adlı ve 24 imzalı kitap çıkmış ve benim iki yazımdan dolayı iki saat içinde toplatılmıştı.
Sonra 81 kişi benim yazılarıma imza koyarak benim suçuma katıldı. Arkasından benim yazılarım da içinde 1081 gazeteci, yazar, ressam, aydın düşüncelerinden dolayı hapse girmiş yazarların, gazetecilerin yazılarından parçalar alarak bir kitap yaptılar, o kitabı da imzalayıp böylece suça katıldılar. Bugünlerde aldığım bir habere göre katılanların sayısı on beş bine çıkmış.
12 Temmuz 1995’te yargılanacağım yeniden. Bundan önceki yargılanmada yabancı ülkelerden gelen ve Türkiyeden katılan gazete ve televizyonların sayısı yüze yakındı.
Bu dünya çok tuhafıma gidiyor. Şaşkınlıklar içindeyim.
Bu haberi vermeden edemem, toplatılan kitabın ikincisini çıkardık. İkinci kitabın adı, Yine Düşünce Özgürlüğü Yine Türkiyedir. Bu sefer yirmi imza… Kitap çıkalı yirmi beş gün oldu ve daha toplatılmadı! Gene şaşkınlıklar içindeyim. Bu Türkiye, bu dünya çok çok tuhafıma gidiyor.
Haziran 1995, Gallimard Yayınevinin NRF dergisi
Yaşar Kemal
Binbir Çiçekli Bahçe
Yazılar – Konuşmalar, YKY