Yusuf Atılgan: “Doğru, hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor!”

Yusuf Atılgan“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”

“Gözlerini kaldırdığında birbirimizi göreceğiz…”

Önce oda kapısı kapandı, sonra dış kapı. Terliklerini giydi. Gitti pencereyi açtı. Soğuk. Dışarıya eğilip gökyüzüne baktı.

Kurşun rengi, yağmur yağacak bugün. Ceketini giyip ayakyoluna girdi. “Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra ağacın dibine işemiştir.” Ayakyolundan çıkınca tıraş oldu. Yüzünü yıkadı. Giyindi, çıktı.

Nişantaşı’ndan Maçka’ya tramvayla geldi. İnerken ayağı kaydı. Geceden ıslak taşlar donmuş, kaygan Yokuş aşağı yürüdü. Çekine çekine basıyor yere. Başında tablası, geç kalmış bir simitçi geçiyordu yanından; durdurdu, bir simit aldı. Kadının biri evinin önünde kilim silkiyordu. O geçerken durdu, sonra yine başladı. “Güzel kadın ama asık yüzlü. Hep asık yüzlü oluruz, ya da sırıtkan.” Simit yiyerek yürüyor. Tek tük geçenler dönüp ona bakıyorlar. “Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır. Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp, kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.”

Manav evinin ardına kadar açık sokak kapısından girerken simit bitti. Bir ağara yakıp ilk iki katın merdivenlerini tırmandı. Son katın sahanlığında yalnız bir kapı vardı. Kapıyı açıp durdu. Bu aydınlık, büyük odada ellerinde paletleri, sehpaların önünde dikilenler dönüp ona baktılar. Bir “Ooooo!” sesi duyuldu. Sonra bu koku… Birden az önce kararsız sokağa çıkalıberi duymak istediğinin hep bu koku olduğunu anladı. Yağlıboya, beziryağı kokusu…

— Gir de kapa yahu; donduracaksın bizi, diyordu Sadık.

Çok mu durmuştu kapıda? Girdi, kapadı.

— Hepinize merhaba, dedi.

— Merhaba.

Sadık’tan başka iki kız sekiz erkektiler. On öğrenciden fazla çalıştırmazdı Sadık. Beğendiklerini çalıştırırdı yalnız.

— Sabahleyin seni konuşuyorduk, dedi Sadık. Beş gün oldu galiba görünmüyorsun. Dayak yediği terzileri buldu herhalde, beş gündür herifleri dövüyordur diyorduk. Ya da otomobil çarptı, öldürdü. Buna en çok Sami üzüldü. Öldün diye değil, tabii portresi yarıda kalacak diye. Ne dersin, sonunda en olmayacak ihtimal üstünde anlaştık. Tutmuş bir işe girmiştir dedik.

— Tamam. Bu gerçeğe dayanarak bir genellemeye gidebiliriz: ‘Sanatçının sezgisi yanılmaz.’

Gülerek hep birden konuştular:

— Yalan.

— Yok canım, olmaz bu.

— Fırçalarımın üstüne bahse girerim…

— Alay ediyor.

Sandalyelerden birini her zamanki yerine, pencerenin önüne çekip oturdu.

— Alay falan değil, dedi, dört gün önce bir sokak levhasında ‘İki Öksüzler Sokağı’ adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. İspatı burda. (Eliyle defterinin bulunduğu cebi üstüne küt küt vurdu.) Üç gün çalıştım bu işte; dün öğlen bıraktım. Hangi sokağa gitsem ardında hep o bir omuzu düşük adam vardı. Şimdi yine aylakım. (Ayakkaplarına bakıyordu. Kimse konuşmadı.) İçinizde ‘İki Öksüzler Sokağı’ndan geçen olmuştur belki ama bilmezsiniz. Çoğu iki katlı, yeni ya da yeni görünen evler. Şarlo’nun ‘Easy Street’ dediği sokaklardan. Ben ‘Eli Paketliler sokağı diyorum. Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burda. Ama adı… Kimmiş bu iki öksüz? Adlarını sokağa verdirecek ne yapmışlar, nasıl yaşamışlar? O gece içmemiştim ama bir elektrik direğine yaslandım. Sokağa güney yönünden girer de bir direğe dayanmak gereğini duyarsanız üçüncü direğe dayanın. Boyunuz benimki kadarsa gözünüz hizasında çakıyla kazılmış bir “Ah” göreceksiniz. İstemiyordum; bunu kazıyan salt karşı evde oturması mümkün uzun tırnaklı bir kız yüzünden kazımış olsun. Eli paketlilerden bıkamaz mıy dı? Yine de yarım saatten fazla evin aydınlık perdelerine baktım. Kimseyi görmedim. Üç gündür başka sokaklar da gördüm. Bir ‘Aslan Yatağı Sokağı’ var, bol dönemeçli. Bir zamanlar köşelerden birine bir gerçek aslan yerleşti de bütün şehir onu seyre mi koştu, yoksa aslan dedikleri övüngen mahalle kopuklarından biri miydi? Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğiniz ‘Sıra Serviler Caddesi’: Asfalt, üst üste beton yapılar, otomobiller sürüsü, hızlıyürüyeninsanlar sürüsü… Bu yolun servili olduğu zamanlar da insanlar böyle mi yürürdü? (Kimse karşılık vermedi. Sol kulağının memesini kaşıdı.) Biriniz gitse ‘İki Öksüzler Sokağı’nın resmini yapsa ne olur! Hem sokağı, hem dirsekteki ‘Ah’ı, hem iki öksüzü bize anlatacak sizler değil misiniz? Ama çıkmazsınız burdan. Çekinirsiniz. Ya soğuktan, ya sıcaktan, ya da sokağın önüne sehpayı kurduğunuz zaman insanların alayından korkarsınız. Oysa bir başlasanız alışacak hepsi; bir gün yaptığınız resme merakla bakan bir haylaz oğlandan başka kimse görmeyecek sizi. Çekinmeyin…

— Ama omuzu düşük adamdan sen de çekinmedin mi? dedi Necmi gülerek.

— Ben başkayım.

— Ben de başkayım. (Fatma’ydı bu.)

— Doğru, hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. Her şey bizim çevremizde dönüyor…

Sadık fırçayla tahtaya vurdu.

— Haydi bakalım, dalga geçtiğimiz yeter, dedi. Sen de kes artık tıraşı da millet çalışsın.

Sehpalarının başına döndüler. Sami kendiniııkini getirdi, onun yakınma yerleştirdi. Tuvali çıkanp bir başkasını taktı.

Ara sıra benden yana da bakarsın elbet abi, dedi.

Karşı evin penceresindeki kocakarıya bakıyordu. Başını çevirdi. “Elbet sana da bakacam. Kaşlarını çatıp dudaklarını ıslık çalar gibi uzattığın zaman… Gözlerini kaldırdığında birbirimizi göreceğiz. Biliyorum mavi gözlüsün.” Üç hafta önce yüzünden sargıyı çıkardığı gün Sami resmini yapmak istemişti. “— Olur mu? Ne zaman geleceğim belli olmaz. Doğru dürüst de oturamam ben. Bakınırım, kıpırdar dururum.” “— Kıpırda var abi, fotoğraf çekmeyeceğiz.” Sadık izin verince daha o gün başlamışlardı. Burada öğleye değin kalırdı; öğle sonları başka bir atölyede olurdu. İşte beş gündür uğramıyordu. Demin anlattık lan doğru muydu? Eksikti: Beş gündür Ayşe yoktu.

Kulak memesini kaşıdı. Hep böyle olurdu burası. Sadık sehpaları dolaşır, fısıldar gibi konuşulur, arada biri öksürür, birisi sobaya kömür atardı. Selma bazen daldırıp bir hava tutturacak olsa nükte hazırdır: “— Dinleyin, Scala’dan konuğumuz var.” Kalktı; paltosunu çıkarıp yine oturdu. Resmini merak ediyor ama Sami bitmeden göstermez. Başladığının ikinci günü Sadık sehpanın yanına gelip durunca çocuğun yüzü kararır gibi olmuş, o da, Rahat bırak çocuğu, bildiği gibi yapsın şunu. Ukalâlığını başka zaman gösterirsin,” demişti. Sadık gülmüştü, çekilirken. Artık yanlarına gelmiyordu ama, biliyor, bir gün gelecek, “Sen bu eve manavın evi dedikçe kızardım ya hakkın varmış. Geçende doktora sordum. Evi dedesi yaptırmış; Beşiktaş pazarında manavmış,” diyecek. Oysa bir kere daha onun dostluğundan şüphelenecek, “Arada resim satın aldığım için mi…” diye düşünecek.

Saatine baktı, on ikiye geliyordu. Kocakarı camın ötesinde, yerindeydi. “Kadının aklından geçenleri biliyorum. İlgilendirmiyor beni, sevmiyorum.” Başını çevirince Sami’nin gözlerini gördü, sonra ötekileri. Bir-iki yıl sonra bunlar gidecekler, burada başkaları olacak. Bir başka mavi gözlü çocuk onun resmini yapacak. Değişmeyen Sadık, o, bir de karşı evin kocakarısı kalacaklar; bu hep sokağa bakan kadın. Birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. Yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgindi. Kalktı, paltosunu astığı köşeye yürüdü. Ardından Sami de geldi.

— Nereye abi?

— Hiç. Gidiyorum.

— Öğle yemeğine bize gitsek? Annem…

— Olmaz. Birisi bekleyecek beni. (Yalan söylüyor.)

Orada bilmediği insanlar vardır. “— Rica ederim, çıkarmayın ayakkaplarıruzı.” Çıkarmazsınız ama çıkarmadınız diye kızdıklarını sanırsınız. Hele hatır sormanın yapmacığı… Paltosunu giydi.

Eyvallah! dedi. Çıktı. Merdivenlerden hızla indi. Sokağa varınca baktı geç kaldığı bir şey yok. Her şey her zamanki gibiydi: Motor gürültüsü; kalkık yakalı, hızlı yürüyen, kayıtsız insanlar. Akaretler durağına yürüdü. Tramvaya binerken kaval kemiği basamağa çarptı. Cam yandı ama aldırmadı. Kalın enseli bir adamın arkasındaki boş yere oturdu. Sami’yi düşündü. “Çıkarılmadık ayakkaplara, şuraya buyurunlara, hatır sormalara rağmen gitseydim acaba kimleri görecektim?”

(Gitseydi B.’yi tanıyacaktı. Bu fırsat kaçtı. İkinci fırsatın bunca çabuk çıkacağını kim diyebilirdi? O da oldu. Dolmabahçe durağında iki yandan gelen iki tramvay yan yana durdular. Başını sola çevirseydi onu görecekti; B.’nin yüzü ondan yanaydı. Ama onun aklı fikri önündeki adamın kulağının ardındaki kirdeydi. Bu kirin biçimi onu müthiş ilgilendiriyordu. Sonunda Matisse’in bir desenine benzetti. İçi rahatladı.)

Karaköy’de de indi. Yemek yedi. Lokantadan çıkınca gökyüzüne baktı: Bulutlu. Yağmur mu, kar mı bir şeyler yağdı yağacak. Oysa yürüyerek sinemaya gitmek istiyordu. Yürüdü de. Yüksekkaldınm’ı tırmanıp Tünel’e varınca köşelerinden birinde kitapçı, ötekinde bakkal dükkânı olan sokağı gördü. Döner dönmez çevresindeki gürültüyü yitirir gibi oldu. Eskiden haftada iiç-dort gün yolu burada biterdi. Durup sağ ilerisindeki yapılardan birinin büyük pencereli üst katına baktı. Perdeler açıktı. “Orada!” Sonra kafasındaki alışverişten utandı. Geri dönüp sokaktan ayrılırken paltosunun yakasını kaldırdı; ellerini ceplerine sokup kalabalığa karıştı.

Sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı. Önce yüz numaraya girdi, çıktı Bir sigara içti. Salon pek kalabalık değildi. Paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu. Gelenlerin çoğu kadın. Bir de belki iki saatlik aylaklar, okul kaçakları… “Şunlann arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın? Tok karın iyimserliği mi yoksa?” Başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor. Bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi. Kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla Romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu. Koyu vişne kıpırdadı:

— Sahibi var mı efendim?

Orada duran paltosunu kucağına aldı. Kadın oturdu. Çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı. Az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı. Bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü. İçinde kıpkızıl bir öfke kabardı. “Hay lânet olası. İnsem mi beynine?” Kendini güç tuttu. Bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı. Seveceğini sandığı insanlar bunlar mıydı? Perdede dünya haberleri gösteriliyor. Bu “karı”nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek. Kalktı. Sıradan çıkarken birinm ayağına bastı. Adam hiç seslenmedi. “— Çüş!” falan deseydi bir yanını kırardı. Gitti ilerde boş bir yere oturdu. Arkasında, alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı. Ama onu kimse görmedi.

İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. “Eve gidip okusam.” Durağa yürüdü. “Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar…” Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. “Ne adamlar be. Güldüysem güldüm, size ne?” Duramadı orda, yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler. Sağ kalan sıkıntılı, kızgın. Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek. Yolun çivisiz yerinden karşıya geçti. Kayıp giden otomobiller duraksadılar. Bir şoför sövdü. O duymadı.

1959
Yusuf Atılgan
Kaynak: Aylak Adam

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz