“BAŞKALARININ HATALARINI TEKRARLAMAK APTALLIKTIR!” DENEYİM ÜZERİNE – MONTAIGNE

2

Oysa, yasalar adil olduklar için değil, yasa oldukları için itibar görürler. Bu, onların gizemli otoritelerinin temelidir ve bundan başka hiçbir otoriteleri yoktur; bu otoriteden de çok iyi yararlanırlar. Yasalar ekseriyetle aptallar tarafından, daha çok da eşitliğe düşman adaletten yoksun kişiler tarafından yapılmıştır – bu kişiler, her zaman boş ve istikrarsız kişilerdir.

Öğrenme arzusundan daha doğal bir arzu yoktur. Bizi buna götürebilecek tüm yolları deneriz ve akıl yetmediği zaman deneyime baş vururuz.

“Örnek bize yolu göstererek, farklı deneylerle sanatı meydana getiren deneyimdir.” (Manilius, I, LIX)

Deneyim daha zayıf ve daha az saygın bir yoldur. Ama gerçek öyle önemli bir şeydir ki, bizi ona götüren hiçbir yolu küçümsememeliyiz. Aklın o kadar çeşitli şekilleri vardır ki hangisini seçeceğimizi bilmeyiz; deneyimin şekilleri de ondan daha az değildir. Olayların benzerliğinden çıkarmak istediğimiz dersin büyük değeri yoktur; Çünkü aslında biri ötekini tutmaz. Bu olayların görüntüsünde değişiklik ve çeşitlilik kadar evrensel olan başka bir nitelik yoktur. Grekler ve Latinler gibi biz de en kusursuz benzerlik örneği olarak yumurtaları kullanıyoruz. Bununla beraber, yumurtaların arasındaki farkları bilen kişiler vardır ve özellikle de Delfli biri (Cicero), yumurtalar arasındaki ayırt edici işaretleri tanırdı ve yumurtaları birbirine hiç karıştırmazdı. Birçok tavuğu olduğu için, hangi yumurtanın hangi tavuktan olduğunu bilirdi. Benzeşmezlik eserlerimize kadar girdi; hiçbir sanat benzerliğe ulaşamaz. Ne Perrozet, ne de bir başkası oyun kâğıtların arkasını istediği kadar parlatsın, beyazlatsın, bazı oyuncuların elden ele geçerken kâğıtları seçmesini önleyemez. Benzerlik, benzemezliğin başkayı oluşturduğu kadar birliği oluşturmaz. Doğa için benzeri olmayacak şekilde yaratmak bir zorunluluktur.

Bundan dolayı, hangi kararı vereceklerini baştan belirleyerek, yasaların çeşitliliğiyle yargıçların yetkilerini sınırlandırmayı düşünenin (Justinius) görüşü pek hoşuma gitmiyor. Yasaların kaleme alınışları kadar yorumlanmalarında da esneklik ve özgürlük olduğunu anlamıyordu bu kişi. Ve tartışmalarımızı kısıtlayıp, bizi İncil’in kesin sözünü hatırlatarak bunlara bir son vermeyi hayal edenler ciddi olamazlar: Başkasının düşüncesini incelemek için aklımızın kendi anlayışını sunma alanı, başkasının düşüncesini denetleme alanından daha az geniş değildir; sanki yorumlamak buluştan daha az yaman ve zormuş gibi. Demek ki, bu yasa koyucunun (Justinius) ne kadar yanıldığını görüyoruz: Fransa’da tüm dünyadakinden ve Epikuros’un dünyalarını düzenleyen yasalardan daha çok yasa var; “ut olim flagitiis, sic nunc legibus laboramus.” [“Eskiden suçlardan çekerdik; şimdi, yasalardan çekiyoruz.” (Tacitius, Yıllıklar, III, XXV)]. Öte yandan, yargıçlarımıza görüş bildirme ve karar verme konusunda öyle büyük özgürlük tanıdık ki işin dozunu kaçırdılar. O halde, yüz bin tür ve özel olay seçmekle ve bunları yüz bin yasaya bağlamakla yasa koyucular ne kazandılar? Bu sayı, insan eylemlerinin sonsuz çeşitliliğiyle aynı oranda değildir. Buluşlarımızın çoğalması, örneklerin çeşitliliğine eşdeğer olmayacaktır. Buna bir yüz katını daha ekleyin: Seçilmiş ve kayıtlara geçmiş binlerce olay içinde, tam olarak eşleştirebileceği, birleştirebileceği bir olay ya çıkar ya çıkmaz; geriye bazı koşulların ve farklı görüşlerinin getirdiği çeşitlilik kalır. Sürekli değişim halinde olan eylemlerimizin, değişmez ve durağan yasalarla ilişkisi çok azdır. En arzulanır olanları en nadir, en basit ve en genel olanlarıdır; yine de, bizde olduğu gibi bu kadar çok yasa olacağına, hiç olmasa daha iyi olur diye düşünüyorum.

Doğa, bizim kendimize koyduğumuz yasalardan çok daha iyilerini her zaman bize sunuyor. Bunun kanıtı, şairlerin altınçağ tasvirleri ve doğa yasalarından başka yasaları olmayan ulusların durumudur. Dağlarında dolaşan ilk rastladıkları kişiyi davalarında yargıç olarak kullanırlar. Bazıları da, pazar kurulan günde tüm anlaşmazlıklarını çabucak çözüme bağlayacak bir kişiyi aralarından seçeler. En bilge olanların koşulları göz önünde bulundurarak ve kendi gözleriyle görerek, önceki davalara başvurmadan bu şekilde topluma düzen vermesinde ne tehlike olabilir? Her ayağa göre bir ayakkabı vardır! Kral Ferdinand Hint Adaları’na (Batı yönünde) sömürgecilerini yolladığı zaman, doğası gereği çekişmeleri ve bölünmeleri doğuran bir bilim olduğundan (hukuktan söz ediyorum) hiçbir hukukçuyu oralara göndermeme kararı aldı. Platon gibi bir ülkede hukukçuların ve hekimlerin artmasının hayra alamet olmadığını düşünüyordu.

O halde neden tüm başka kullanıma çok uygun olan gündelik dil, bir sözleşme ya da bir vasiyet söz konusu olduğu zaman kapalı ve anlaşılmaz bir hal alıyor? Ve sıradan zamanlarda konuşurken ve yazarken kendini açık ve net ifade eden bir kişi, bu durumda kuşkuya ve çelişkiye düşmeden neden niyetini ortaya koyamaz? Tumturaklı sözler seçmeye ve yapay yöntemler oluşturmaya özel bir özen gösteren bu sanatın hükümdarları her heceyi öylesine eksiksiz tartıp, her düşünceyi bağlama örneğini öylesine didik didik ettiler ki, hiçbir akla sığmayacak sonsuz mecazlar ve ince ayrıntılar içinde kaybolup gittiler. “Confusum est quidquid usque in pulverum sectum est.” [“Toz haline gelene kadar bölünen her şey karışır.” (Seneca, Ep., LXXXIX)]. Bir cıva kitlesini belirli sayıda parçalara ayırmaya çalışan çocuklar görmüşünüzdür. Çocuklar onu sıkıp yoğurdukça, kendi yasalarına boyun eğdirmeyi denedikçe, bu soylu metalin özgürlük hırsı daha da artar; cıva, parçalara bölünüp, etrafa saçılır; küçücük parçaları saymak mümkün olmaz. Yasalarımız da böyledir: İnceliklere bölündükçe, kuşkularımızı büyütürler, bizi güçlükleri yaymaya ve çeşitlendirmeye yöneltirler; bunlar artar ve yayılır. Sorular ekerek ve bunları tekrar biçerek, toprağın ufalanıp derin biçimde eşelenmesiyle gitgide verimli hale gelişi gibi belirsizlikler ve sert tartışmalar bollaşıyor ve dünyayı sarsıyor. “Difficultatem facit doctrina.” [“Güçlüğü yaratan bilimdir.” (Quintilianus, Inst. Orat., X, III)]. Ulpian’ı okuduktan sonra kuşku içindeydik; Bartolus ve Baldus’tan sonra daha fazla kuşku duyuyoruz. Bu farklı ve sayısız görüş çeşitliliğiyle donanmak; gelecek kuşakların kafalarını bunlarla doldurmak değil bunların izlerini silmek gerekir.

Bu konuda ne demeliyim pek bilmiyorum; Ama deneyimle bana öyle geliyor ki, bu kadar fazla yorum gerçeği paramparça ediyor ve bulanık hale getiriyor. Aristoteles, anlaşılmak için yazdı; bunu beremeseydi, ondan sonra daha az becerikli bir başkası hiç beceremezdi, kendi görüşlerini irdeleyen birisi üçte birini yazmayı başarırdı. Maddeyi açıyoruz ve ıslatarak dağıtıyoruz! Bir konudan bin tane konu yapıyoruz ve bunları çarpıp bölerek Epikuros’un atomlarının sonsuzluğuna ulaşıyoruz. İki insan, hiçbir zaman aynı şeyi aynı şekilde yargılamıyor ve sadece farklı kişilerde değil, farklı anlarda aynı kişide bile tıpatıp aynı görüşe rastlamak imkânsızdır. Genelde, yorumlayanın değinmeye tenezzül etmediği şeyden kuşku duyarım. Bazı atların tekdüze yollarda daha kolayca tökezledikleri gibi ben de düzlükte sendelerim.

İnsanların üzerinde çalıştığı, yorumu güçlüğü ortadan kaldırmamış ister insana ait, ister ilahi hiçbir kitap olmadığına göre, yorumlar kuşkuları ve cahilleri arttırır demeyen var mı? Bir kitabı okuyan kişiye aktarılan yorumun yüzde biri, onun ilk bulmuş olduğu yorumdan daha çetrefil ve daha güçtür. Aramızda filanca kitap yeterince yorumlanmış ve artık söylenecek bir şey yok diye hiç mi anlaşmadık? Hukuk davalarındaki sert tartışmalarda çok daha iyi görülüyor bu: Yasanın yetkesi sonsuz sayıda uzmana, tutuklama ve yorumlama yetkesi veriyor. Bunun için açıklama yapma ihtiyacına son verebiliyor muyuz? Yorumlayınca huzura doğru bir ilerleme mi oluyor? Hukuk dünyası henüz ilk başlangıcındayken bize daha az avukat ve daha az yargıç mı gerekiyor? Aksine, anlaşılır olanı karartıyoruz ve toprağa gömüyoruz. Bir sürü sınırı ve engeli aşarak onu keşfediyoruz. Kişiler, akıllarının bu doğal hastalığını bilmiyor: Bu hastalık her şeyi alt üst ediyor ve arıyor, ipekböceklerinin yaptığı gibi kavradığının içinde sıkışarak hiç durmadan kendi çevresinde dönüyor ve sonunda kendi içinde soluksuz kalıyor. “Mus in pice.” [“Ziftin içinde bir sıçan.” (çırpındıkça içine batar). (Latin atasözü; Erasmus, Eski sözler, II, III, 68)]. O, uzaktan bir parıltı ve hayali bir gerçek fark ettiğini sanır ve ona doğru koştukça yoluna çok sayıda güçlükler, engeller ve yeni arayışlar, tüm bunlar onu yolundan saptırıp sersemleştirir. Ezop’un köpeklerinin başına gelenden farkı bir şey değil bu; bu köpekler, denizin üzerinde cansız bir beden gibi bir şeyin yüzdüğünü görüp buna erişemeyince, aradaki suyu kurutacaklarını sanarak içmeye koyuldular ve bu suyla boğuldular. Heraclitus’un yazıları hakkında Crates’in anlattığıyla birleşiyor bu; “bilgisinin derinliğinde ve ağırlığı altında soluğunu kesilmemesi için onu okuyanların iyi yüzücü olması gerekir” demesi gibi.

Bu, bilgi avında, bizi başkalarının ya da bizzat kendimizin bulduklarıyla yetinmek zorunda bırakan, kişisel zayıflıktan başka bir şey değildir; bizden daha becerikli biri bununla yetinmeyecektir. Bir sonradan gelen için, hatta bizim için bile her zaman bir yer, başka bir yol vardır. Araştırmalarımızın bir sonu yoktur; ereğimiz öbür dünyadadır. Aklımızın yetinmesi daraldığının ya da usandığının belirtisidir. Hiçbir nitelikli akıl kendiliğinden durmaz; o, hep daha uzağa gitmeye çabalar ve tüm gücünün ötesine gider. Gerçek imkânlarının ötesine atılır, etkilerinden daha uzağa götürür. İlerlemiyor ve rahatsız olmuyorsa, zorlanmıyorsa ve çatışmıyorsa, yarı ölü demektir. Kovalamasının ne sonu, ne de kuralı vardır. Besini şaşkınlık, avı belirsizliktir. Bizimle hep ikili, üstü kapalı ve dolaylı konuşan, bizi doyurmayan, ama oyalayan ve eğlendiren Apollon’un çok iyi biçimde yaptığı budur. Aklın hareketi düzensiz, sürekli, örneksiz ve amaçsız bir harekettir. Fikirleri birbirini kışkırtır, birbirini izler ve birbirini doğurur.

Akan bir derede hep böyledir,
Sonsuz bir su, bir başkasını döndürmekte,
Ve hepsi sıralı ebedi bir oluğun içinde;
Biri diğerini izliyor ve beriki diğerinden kaçıyor,
Buradaki şuradakini iter,
Ve bir buradaki, bir başkası ilerler:
Su hep, su akar gider ve derede hep aynı derede
Ve su hep çeşitli nitelikte. (La Boëtie’nin nişanlısı Marguerite de Carle’ya yazdığı şiirden, Bonnefon, 255)

Yorumları yorumlamak, olayları yorumlamaktan daha fazla emek ister, başka konu üzerine yazılmış kitaplardan daha çok, kitaplar üzerine yazılmış kitaplar var. Bütün işimiz birbirimizi yorumlamak.

Her yer yorumcu kaynıyor; Ama yazarlar ortalıkta yok.

Yüzyıllarımızın en ünlü ve en önemli bilimi, bilginleri anlamak değil midir? Bütün öğrendiklerimizin ortak ve son amacı bu değil midir?

Görüşlerimiz birbirlerine aşılanıyor. Birinci, ikinciye; ikinciyse üçüncüye sap oluyor. Bu şekilde derece derece yükseliyoruz ve böylece en yukarıdaki çoğunlukla en saygın ve en değerli oluyor. Ne de olsa, kendinden öncekinin omuzlarının üzerinde sadece bir baş yükseğe tırmanmıştır.

Kaç kez ve belki aptalcasına, kitabın kendi hakkında konuşmasına fırsat verdim? Sadece bu nedenden dolayı bile aptalca bir şey bu! Böyle davranmış olan başkaları hakkında söylediklerimi hatırlamalıydım. Eserlerine sıkça göz atmalarının, onlara duydukları sevginin kanıtı olduğunu; onları hırpalarken gösterdikleri hoyrat sertliğin bile bir annenin kıskanç sevgisi ve gönül alıcı okşamaları olduğunu da hatırlamalıydım. En azından Aristo’ya göre, kendine güvenmede ve kendini küçümsede, kendisine aşırı güvenden kaynaklanır. Benim özürüm şu: Kendi hakkımda ve eylemlerim üzerinde hep doğruyu yazdığım için bu konuda benim daha fazla özgürlüğüm olmadı; aksi takdirde konum kendine ters düşer.

Almanya’da Luther’in, görüşleri kadar kutsal yazılar konusunda da bölünmelere ve tartışmalara yol açtığını gördüm. İtirazımız sözlere ilişkin itirazlardır Doğa, zevk, çevre, yerine koymanın neler olduğunu soruyorum, soru söze ilişkindir ve bunlara sözcüklerle cevap verilir. Taş, bir cisimdir; peki, cisim nedir şu halde? Maddedir. Peki madde nedir? Böylece sürüp giderse, sonunda cevap veren sözlükte madde bulunamaz hale getirilir. Bir sözcüğün yerine, çoğu kez de daha bilinen bir sözcük getirilir. Ben “insan”ın ne anlamı olduğunu “hayvan”dan ya da “ölümlü”den veya “akıllı”dan daha iyi biliyorum. Bir kuşkuyu gidereyim derken başıma Lerne yılanının başı gibi üç kuşku daha açıyorlar.[21]. Sokrates, Memnon’a erdemin ne olduğunu sordu. “Bir erkek erdemi, bir kadın erdemi, özel bir kişinin erdemi, yönetici erdemi, bir çocuğun erdemi ve bir ihtiyarın erdemi vardır” dedi Memnon. – “Hadi canım!” diye bağırdı Sokrates, “biz bir erdem ararken, erdem sürüsüne çattık!” Bir soru yöneltiyoruz ve sürüyle cevap alıyoruz. Hiçbir durum, hiçbir biçim bir başkasına tıpatıp benzemediği gibi, hiçbir durum, hiçbir biçim de bir başkasından tamamen farklı değildir. Doğanın ustalıkla harmanladığı bir karışım! Yüzlerimiz benzer olmasalardı, insan hayvandan ayırt edilemeyecekti ve birbirlerinden farklı olmasalardı, bir insan bir diğerinden ayırt edilemeyecekti. Her şey bir benzerliğe tutunur, her örnek bir yanıyla aksar; deneyimden çıkartılan her bağlantı, her zaman yetersiz ve kusurludur. Bununla beraber yine de bir ucundan kıyaslama çıkarılıyor. Yasalar böyle işliyor; saptırılmış, zorlama ve düzmece yorumlarla, onları davalarımıza uyduruyoruz.

Her birimizi bireysel olarak ilgilendiren ahlak yasalarını oluşturmak çok zor olduğuna göre, özel kişileri yöneten ahlak yasalarını oluşturmanın çok daha zor olmasına şaşırmamalı. Bizi yöneten şu hukuka bakın; hatalarla ve çelişkilerle doludur. Bizim adaletimizde bulduğumuz elverişli ve sert yanlar, bedenin kendisinde ve adaletin doğasında bulunan çürümüş ve hastalıklı organlarını oluşturuyor. Telaşla benim yanıma gelen köylüler, az önce bana ait bir ormanda yüz yerinden bıçaklanmış, hâlâ soluk alan bir adamın kendilerinden merhamet dileyip su istediğini söylediler; onu yerden kaldırmayı pek istedikleri halde güvenlik güçlerinin korkusundan adama yaklaşmaya cesaret edemediklerini ve oradan kaçtıklarını söylüyorlardı. Öldürülmüş bir adamın yanında bulunanlara yapıldığı gibi bu olayın hesabı çok sert bir biçimde sorulduğundan ve suçsuzluklarını savunacak yetenekleri ve paraları olmadığından bu adamlara ne denebilir? Bu insanlık görevi başlarına dert açardı.

Masum kişilerin, üstelik yargıçların hatası olmadan cezalandırıldığını kaç kez gördük? Bizim bilmediğimiz daha kaç kişi var kimbilir? İşte benim zamanımda olanlardan bir tanesi: Adamlar cinayetten idama mahkûm edildi; daha hüküm verilmemişti, ama karar belliydi. Tam bu sırada, yargıçlara yakın bir alt mahkemenin tutukladığı mahpusların bu cinayeti açıkça itiraf ettikleri ve bu suçu tartışılmaz bir biçimde aydınlattıkları bildirildi. Böyle bir durumda verilen kararı bozma infazını erteleme konusu tekrar görüşülür. Örneğin yeni hali ve sonuçları ve hükmün askıya alınıp alınmaması tartışılır, mahkûmiyet hukuken geçerli sayılır ve yargıçlar hiçbir vicdani sıkıntı yaşamazlar. Sonunda bu zavallı kişiler adaletin kalıplarına feda edilir. Philippus ya da bir başkası, benzer bir durumdan kendini şöyle kurtardı: O, adamın birini bir diğerine yüklü bir tazminat ödemeye mahkûm etmişti ve hüküm tebliğ edilmişti; kısa bir süre sonra gerçek ortaya çıkınca yanlış bir karar verdiğini anladı. Bir yanda davanın haklılığı, diğer yanda hukuksal kalıpların çıkarı vardı. O da kararını değiştirmeden, mahkûm ettiği adamın borcunu cebinden ödeyerek bir ölçüde her iki tarafı da gözetmiş oldu. Bu telafi edilebilir bir hukuksal kazaydı! Sözünü ettiğim adamlarsa telafisi mümkün olmayacak şekilde asıldılar. Cinayetten daha canice olan nice mahkûmiyetler gördüm.

Tüm bunlar bana eski hükümleri hatırlatıyor: Kaba çizgileriyle dürüstlük içinde hareket etmek isteniyorsa, ayrıntılarda kesinlikle hatalı davranmak gerekir; büyük olaylarda doğru olmak isteniyorsa, küçük olaylarda adaletsizlik yapılabilir. İnsan adaleti tıp örneğine göre oluşturulmuştur; buna göre, yararlı olan her şey, aynı zamanda doğru ve dürüsttür. Stoacılar, çoğu işinde doğanın adalete aykırı davrandığını düşünüyorlardı. Kirene okulu filozofları da, “kendiliğinden adil hiçbir şey yoktur, adaleti yapan töreler ve yasalardır” diyorlardı. Theodorcular ise, eğer kendisine yararlı görüyorsa bir bilgenin hırsızlık, kutsallığa saldırı ve her türlü şeyi yapmasını doğru buluyorlardı.

Demek ki, bunun çaresi yoktur. Alcibiades’le aynı noktadayım ve onun gibi düşünüyorum; elimden gelse, başım hakkında biri karar versin diye onurumun ve hayatımın, masumiyetimden ziyade avukatımın becerisine ve gayretine bağlı olduğu bir mahkemeye çıkmam. Kötü bir şey yaptığım gibi iyi şeyler de yaptığımı kabul eden, kortuğum gibi umut da besleyeceğim bir mahkemeye çıkabilirdim. Hiç hata yapmamış, hep iyi davranmış bir adamın ceza almadan kurtulması yeterli değildir. Adalet bize sadece bir elini uzatır; o da sol eli. Kim olursa olsun adaletten zararsız çıkmaz.

Çin krallığındaki yönetim ve sanatlar bizimkilerle hiçbir yakınlığı olmadığı halde, birçok bakımdan mükemmellikte bizim örneklerimizi geride bırakıyor; eskilerin de bizim de anlamadığımız tarihinden dünyanın ne kadar büyük ve çeşitli olduğunu öğreniyorum. Prens tarafından eyaletleri denetlemeye tayin edilen kişiler, yolsuzluk suçları işleyenleri cezalandırıyorlar ve aynı zamanda da özgür iradeleriyle, görevlerini ortalamanın üstünde ve gereğinden daha iyi yapanları ödüllendiriyorlar. Onların karşısına sadece kendini güvenceye almak için değil, kazanmak için ve sadece maaş almak için değil ödül almak için de çıkılıyor.

Tanrı’ya şükür, benimle ya da bir başkasıyla ilgili ne ceza hukuku, ne de özel hukuk konularında, şimdiye kadar benimle bir yargıç olarak konuşan bir yargıç olmadı. Gezmek için bile olsa, hiçbir zaman hapishaneye gitmedim. Dışarıdan da olsa, onun iç açıcı olmayan görüntüsünü hayal edebiliyorum. Özgürlüğüme öyle düşkünüm ki, bana Hint adalarının herhangi bir köşesine gitmem yasaklansaydı, biraz keyfim kaçardı. Başka yerlerde toprak ve açık hava bulduğum sürece, gizlenmek zorunda olduğum bir yerde çürümem. Tanrım! Yasalarımızla kavgalı diye, krallığın bir köşesine çakılıp kalmak zorunda bırakılan, önemli kentlere ve saraylara girmeleri ve kanu yollarını kullanmaları yasaklanan insanların durumuna katlanmak benim için ne kadar zor! Hizmet ettiğim yasalar parmağımın ucunu tehdit etse, orayı hemen terk ederdim ve gidip neresi olursa olsun başka yasalar arardım. İçinde bulunduğumuz şu iç savaşlarda tüm gösterişsiz bilgeliğimi, gidip gelme özgürlüğüm kesintiye uğramasın diye kullanıyorum.

Oysa, yasalar adil olduklar için değil, yasa oldukları için itibar görürler. Bu, onların gizemli otoritelerinin temelidir ve bundan başka hiçbir otoriteleri yoktur; bu otoriteden de çok iyi yararlanırlar. Yasalar ekseriyetle aptallar tarafından, daha çok da eşitliğe düşman adaletten yoksun kişiler tarafından yapılmıştır – bu kişiler, her zaman boş ve istikrarsız kişilerdir.

Yasalar kadar ağır ve onlar kadar geniş ve onlar kadar yanılabilen başka hiçbir şey yoktur. Onlara adil oldukları için itaat edenler, aslında itaat etmek zorunda oldukları yanlarıyla itaat etmiyorlar. Bizim yasalarımız, eksiklikleriyle ve tutarsızlıklarıyla uygulamalarında ve işleyişlerinde gördüğümüz düzenliğe ve bozulmaya bir anlamda yardımcı oluyorlar. Verdikleri karar o kadar bulanık ve belirsiz ki, yönetimde, yorumda ve uymada ki kusurunuda, itaatsizliği de bir ölçüde bağışlatır. Deneyimden elde edeceğimiz semere ne olursa olsun, başka toplumların örneklerinden elde edeceğimiz deneyimler bize basit bir eğitim sağlayacaktır, böyle eğitiminde bize fazla bir yararı olmaz.

Kendimi başka konulardan daha çok inceliyorum. Bu benim metafiziğim, benim bedenim.

“Tanrı, dünyayı hangi sanatla yönetiyor;
ay nasıl doğup, nasıl kayboluyor ve çift hilalini nasıl bir araya getirerek, her ay dolunay oluyor;
denizlere hükmeden rüzgârlar nereden geliyorlar ve güney rüzgârının etkisi nedir; bulutların tükenmeyen suyu nereden geliyor? Dünyanın kalelerini yıkacak olan o gün gelecek mi?
Dünyayı tanıma kaygısıyla kıvranan sizler araştırın bunu.” (İlk altı dize için, Propertius III, V, 26; son dize için, Lucanus, I, 417.)

Bu evrenselliğin içinde, hiçbir şey bilmeden ve umursamaz bir şekilde dünyanın genel yasasına bırakıyorum. Etkilerini hissedince bu yasayı iyice öğreneceğim; bilgim onu yolundan döndüremeyecektir. Yasa benim için değişmeyecek, bunu ummak çılgınlık, herkese aynı, açık ve ortak olduğuna göre bunun için zahmete girmek daha büyük çılgınlık olurdu.

Yöneticinin iyi niteliği ve gücü, bizi kendi yönetim kaygılarından uzak tutmalıdır.

Felsefi araştırmalar ve düşünceler sadece merakımızı doyurmaya yarar. Filozoflar haklı olarak bizi doğanın yasalarına gönderirler; ama bu yasaların ince bilgilerle bir alışverişi olmaz; onlar bu kuralları bozarlar; bize gösterdikleri doğanın yüzünü türlü renklere boyarlar: bu kadar yalın bir konudan bu kadar çeşitli portre işte böyle çıkar. Doğa nasıl bize yürümek için ayaklar donattıysa, yaşamda kendimizi yönetmemiz için bilgelik verdi. Filozofların uydurdukları pek kurnaz, sarsılmaz ve şatafatlı bilgelik değildir bu; Ama uyumlu kolay, sakin ve kurtarıcı olan, onların söylediklerini çok iyi yapan, saf ve içinden geldiği gibi yani doğallıkla davranan insandaki bilgeliktir. Kendini en yalın biçimde doğaya bırakmak, kendini ona en bilge biçimde emanet etmektir. Ah! bilgisizlik ve ilgisizlik kadar, iyi donatılmış sağlıklı bir kafanın dinlenmesi için yumuşak, rahat ve sağlıklı bir yastık var mıdır?

Cicero’yu anlamaktansa kendimi anlamayı tercih ederdim. İyi bir öğrenci olsaydım, kendi deneyimimle iyi bir öğrenci olurdum. Kim ki geçmiş aşırı öfkesini ve bu şiddetli ateşin onu nereye kadar götürdüğünü hatırlar, bu tutkunun çirkinliğini Aristoteles’ten daha iyi görüp, ona karşı haklı bir kin duyar. Kim ki yaşadığı acıları, onu tehdit eden kötülükleri ve hafif kazaların kendisini ne hallere koyduğunu hatırlar, gelecekteki değişikliklere ve duruma kendini hazırlar. Sezar’ın hayatında kendi yaşantımızdaki kadar ders alınacak örnekler yoktur; bu, ister bir imparatorun, isterse bir halktan birinin yaşamı olsun, tüm insanı kazaların yer aldığı bir yaşamdır. Sadece yaşamımıza kulak verelim; belli başlı ihtiyaçlarımızın hepsini biz söyleyelim. Yargısında defalarca yanıldığını hatırlayıpta ben hiç yanılmam diyen aptal değil midir? Bir başkasının yanlış görüşüne kendimi inandırdığım zaman artık onun yeni söylediklerini öğrenmiyorum; bu özel bilgisizliği genelde kendi zekâma ve kendi zayıflığıma olan ihanetime bağlıyorum. Yapacağım tüm iyileştirmeleri buradan çıkarıyorum. Tüm diğer yanlışlarım için de aynı şeyi uyguluyorum ve bu kuralın yaşamım için büyük yarar sağladığını düşünüyorum. Türe ve bireye ayağımın takıldığı taşa bakar gibi bakmıyorum; Her yerde atacağım adıma dikkat ediyorum ve bir kurala bağlıyorum. Bir aptallık yaptığımızı ya da söylediğimizi öğrenmek hiçbir şey değildir; önemli olan aptal olduğumuzu öğrenmektir; bu daha büyük daha önemli bir öğrenme. Belleğimizin kendinden en emin olduğu sırada, bana attırdığı yanlış adımlar, boşuna atılmış adımlar olmadı: Belleğim şimdi istediği kadar bana yemin etsin ve sadakatinden güvence versin kulaklarımı tıkıyorum; onun tanıklığına ilk karşı çıkıldığında biraz bocalıyorum ve önemli bir şeyde ona güvenemiyorum, başkalarını ilgilendiren konularda da ona kefil olamam. Ve benim unutkanlıktan yaptığımı, başkalarının kötü niyetle yaptıklarını bilmeseydim, gerçeği kendi ağzımdan değil, başkasının ağzından almayı kabul ederdim. Herkes kendisini yöneten tutkuların sonuçlarını ve koşullarını yakından gözleyecek olsaydı, benim kendi payıma düşen tutkumda yaptığım gibi, olacakları görürdü ve akışını ve azgınlığını yavaşlatırdı. Her zaman birdenbire yakamıza yapışmıyorlar; önce gözdağı veriyorlar, aşama aşama azıtıyorlar.

“Rüzgârin ilk esişinde denizin köpürmesi, sonra yavaş yavaş kabarması, dalgaların yükselmesi ve çok geçmeden en diplerden göğe yükselmesi gibi.” (Virgilius,Aeneas, VII, 528)

Yargılamanın benim gözümde önemli yeri vardır, en azından öyle olmasına çabalıyorum. Kimi de, dostluğu bozmadan ve değiştirmeden, duygularımı kendi haline bırakır. Ben var olan öteki nitelikleri düzeltemezse, en azından onların bozulmalarına izin vermez, o kendi görevini yapar.

Mademki bilim ve ışık tanrısı, bize salık vereceği her şeyi kapsıyor ve herkesin kendini tanıması uyarısını tapınağının alınlığına yazdırıyor, bu uyarının önemli sonuçlarının olması gerekiyor. Platon da, bilgeliğin bu uyarının yerine getirilmesinden başka bir şey olmadığını söylüyor; Sokrates de, “Ksenophon”da bunu ayrıntılarıyla gösteriyor. Bilimdeki zorlukları ve kararlılığı ancak oraya girenler algılarlar. Aslında neden habersiz olunduğunu fark etmek de belli bir zekâ gerektirir ve kapalı olduğunu öğrenmek için kapıyı itmek gerekir. “Bildikleri için, bilenlerin sadece sorup araştırması yeterlidir” diyen Platoncu incelik buradan gelir; bir şey sormak için neyi öğrenmek istediğini bilmek gerektiğine göre, bilmeyenler ne soracağını bilmez. Sokrates’in Ksenophon’da Euthydeme’e öğrettiği gibi, bu kendiliğinden bilmede herkesin kendinden çok emin olması ve kendini iyi bir uzman diye görmesi, kimsenin bir şey anlamadığı anlamına geliyor. Kendini tanımaktan başka bir şey yapmayan bir olarak, orada öyle sonsuz bir derinlik ve çeşitlilik bulurum ki daha öğrenecek çok şey olduğunu bana hissettirmesi, öğrendiklerinin tek meyvesidir. Zafiyetimi kabul etmem, alçakgönüllü olmamdan, bana emredilen inançlara itaatimden, görüşlerde sürekli soğukkanlı ve ılımlı olmamdan ileri geliyor. Ve aynı zamanda, sadece kendine inanıp güvendiği için, incelemenin ve gerçeğin baş düşmanı olan şu yersiz ve kavgacı kibire karşı bende oluşan kin de yine bu soğukkanlılığımdan ve ılımlılığımdan ileri geliyor. Yönetenlere kulak veriniz: Öne sürdükleri ilk aptallıklar, din ve yasalar için kullanılandıkları üslubun içindedir. Nil hoc est turpius quam cognitioni et perceptioni assertionem approbationemque præcurrere. [“Algılamadan ve tanımadan önce, iddia ve karar öne sürmek kadar ayıp hiçbir şey yoktur.” (Cicero, Akad., I, XII)]. Aristharcus, “eski çağda dünyada yedi bilge güçlükle bulunurdu, şimdilerde yedi cahil bulmak zor” derdi. Bu sözleri kendi zamanımız için söylesek daha haklı olmaz mıyız? İddiacılık ve inatçılık aptallığın açık belirtileridir. Böyle birisinin günde yüz kez burnu sürtülür; ama yine dediğim dediktir ve inatçılık eder. Sanki yeni bir ruh ve anlayış aşılanmış dersiniz, yere her düşüşünde daha azimli ve daha güçlü hale gelen yerin oğlu sanırsınız.

“Takatsiz organları annesine (Dünya) her dokunuşta güç kazanır, yeniden canlanır.” (Lucanus, IV, 599)

Bu dik kafalı sersem, yeni bir tartışmaya başlamak yeni bir ruh bakınmayı düşünmesin? İnsanoğlunun cahilliğini kendi deneyimimle kınıyorum; kanımca bu, dünya okulunun en güvenilir dersidir. Benimki ya da onlardaki gibi bu kadar boş bir örnekle ikna olmak istemeyenler, ustaların ustası Sokrates’e bakıp anlasınlar. Çünkü filozof Antisthenes gerçekten de çömezlerine, “Haydi siz ve ben, Sokrates’i dinleyelim. Orada, ben de sizin gibi öğrenci olacağım,” derdi. Ve o, stoacı öğretiyi desteklerken erdemin yaşamı tümüyle mutlu edeceğine inanıyordu ve başka hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadığını söylerken, “Sokrates’in gücünün dışında,” diye ekliyordu.

Kendimi incelerken harcadığım bu uzun çaba, beni başkalarını az çok yargılamaya da alıştırdı ve bu kadar isabetli ve kabul edilebilir sözler söylediğim çok nadirdir. Dostlarımın durumlarını kendilerinden daha iyi gördüğüm ve ayırt ettiğim zamanlar oluyor. Arkadaşlarımdan biri kendisiyle ilgili yaptığım tasvirin doğruluğu karşısında şaştı kaldı; ona kendisi hakkında bilgiler verdim ve önerilerde bulundum. Çocukluktan beri yaşamının başka yaşamlara nasıl yansıdığına baktığım için bu konuda hayli beceri kazandım. Ve bunu düşündüğüm zaman, çevremde yeteneklerime katkıda bulunabilen çok az şey gözümden kaçıyor: davranışlar, tatlar, konular tüm bunlar gözümden kaçmıyor. Nelerden kaçınmalıyım, neleri izlemeliyim, her şeyi inceliyorum. Dostlarımın içsel eğilimlerini dış davranışlarına göre bu şekilde ortaya çıkarıyorum. Bunu, sonsuz çok çeşitli ve sıralamalarda pek tutarsız eylem değişkenliklerini düzene sokmak için yapmadığım gibi, tespitlerimi ve bölmelerimi bilinen sınıflar ve alanlar içine yerleştirmek için de yapmıyorum:

“Ama her birinin türünü sıralamak ve adlarını tek tek söylemek imkânsız.” (Virgilius, Georg., II, 103)

Bilginler, fikirlerini daha özgün ve daha ayrıntılı biçimde irdelerler ve belirtirler. Kendimi bigilendirmek için pratiğin ötesine geçemeyen bense, böyle bir kurala sahip değilim ve bunu duyularımın yordamıyla yapıyorum. Örneğin, düşüncelerimi burada olduğu gibi birbirleriyle tutarsız öğeler halinde ifade ediyorum; Çünkü birden ve bütün olarak söylenemeyen bir şeydir bu. Bizimkiler gibi zayıf ve sıradan ruhlarda, bağlantı ve uygunluk asla bulunmaz. Bilgelik sağlam ve bütün bir yapıdır, her parçası kendi yerini alır ve kendi damgasını taşır. “Sola sapientia in set ota conversa est.” [“Tümüyle kendi içine kapanık bir tek bilgelik vardır.” (Cicero, De fin., III, VII)]. Bu kadar karışık, bu kadar ayrıntılı ve rastlantısal bir şeyin üstesinden gelirler mi bilemiyorum ama bu sonsuz çeşitlilikteki yüzleri bir başlık altında toplamayı, bir kararda kalmayaşımızı belirlemeyi ve bir sıraya sanatçılara bırakıyorum. Sadece eylemlerimizi birbirlerine bağlamak değil; değişik yansımalarla o kadar ikili ve renkliler ki, her birini belli bir nitelikle belirtmek de bana zor geliyor.

Makedonya kralı Perseus’un hiçbir koşula bağlı kalmayan bir akla sahip olduğu için çeşitli yaşam tarzları üzerinde gezindiği ve pek pervasız ve pek başıboş bir yaşamdan öbürüne –davranışları o kadar aşırı ve uçarıydı ki– gidip geldiği söylenirdi; nasıl bir adam olduğunu ne kendisi ne de başkaları bilmezdi. Bununla beraber, bu söz bana hemen herkese uyar gibi geliyor. Ve zaten, aynı düzeyde tanıdığım bir başkası içinde aynı sonuçlar geçerli sayılabilir diye düşünüyorum; tutarsız, her zaman aşırı bir uçtan öbür uca sürüklenir, durmadan yoldan çıkarak şaşırtan bir hayat tarzı, her yeteneği çarpık – o kadar ki, gerçekten tanınmaz biri olarak tanınmaya gayret ediyor dersiniz.

Kendini içtenlikle yargılamak için iyi kulaklara sahip olmak gerekiyor; çünkü yara almadan buna tahammül edebilecek az sayıda insan vardır; bizi yargılamayı göze alan kişiler bununla bize bir dostluk gösterirler, çünkü bir kişiyi gerçekten sevmek, iyiliği için onu yaralama ve incitme tehlikesini göze almaktır. Kusurları niteliklerinden fazla olan bir kişiyi yargılamanın çok zor olduğu düşüncesindeyim. Platon, bir başkasının ruhunu incelemek isteyende üç nitelik olmasını arzuluyor: Bilgi, iyi niyet, yüreklilik.

Bir gün bana, daha yaşım elverirken biri benden yardım isterse, nasıl bir iyilikte bulunacağım soruldu;

“Daha iyi bir kan bana güçler verseydi ve yaşlılık şakaklarına aklar düşürmeseydi.” (Virgilius, Aeneas, V, 415)

“Hiçbir şey” diye cevap verdim. Beni başkasına köle edecek bir şeyi yapmayı bilmediğim için bağışlasınlar. Ama eğer isteseydi ustama gerçekleri ve gözlemlediğim gelenekleri söylerdim; bunu da hiç bilmediğim skolastik derslerde (bu derslerle iyi yetişmiş hiç kimse görmedim) kaba bir şekilde değil, ama en uygun durumda, onları adım adım izleyerek, basitçe ve doğal olarak, gözlerimle tek tek yargılayarak, halkın gözünde nasıl biri olduğunu ona göstererek ve dalkavuklarına karşı çıkarak yapardım. Çevresindeki aşağılık kişiler tarafından sürekli şımartılan krallar gibilerse, içimizden hiç kimse, onlardan daha az değerli değildir. Büyük kral ve büyük filozof İskender bile bundan kurtulamadığına göre başka nasıl yapabilir? Ben olsam, bu ödevi yerine getirmek için yeterince sadakatim, sağduyum ve özgürlüğüm olurdu. Bu gizemli bir hizmet olurdu; aksi takdirde etkisi de inceliği de kalmazdı. Bu, öyle herkese verilecek bir görev değildir. Çünkü gerçeğin kendisinin bile her an ve nasıl olursa olsun kullanılan bir güç ayrıcalığı yoktur; ne kadar soylu olursa olsun kullanım alanının ve sınırları vardır. Çoğu zaman, prensin kulağına yararlı olmayan, zarar verici ve adaletsiz bir şekilde fısıldandığı olur – insanlar böyledir işte. Ve haklı bir azarın yanlış olacağına ve özün öneminin, biçimin önemine feda edilmesi gerektiğine beni kimse inandıramaz. Böyle bir göreve talihinden memnun, sıradan bir kısmetle dünyaya gelmiş birini getirmek isterdim.

“Ne olmak istediğini bilen, başka bir şey istemez.” (Martialis, X, XLVII, 12)

Çünkü o, bir yandan kariyerini etkileyeceği korkusuyla efendisinin yüreğine ve derinlemesine etkilemekten korkmazdı; diğer taraftan, orta halli biri olarak her türlü insanla daha kolay ilişki kurardı. Bu işi tek bir kişiye verirdim; Çünkü bu özgürlük ayrıcalığını ve mahremiyeti birçok kişiye vermek efendiye zarar verebilirdi. Ve de bu kişiden sessizliğe bağlı kalmasını isterdim

Kendi şanını düşünerek, düşmanla karşılaşmayı azimle beklediği için övünüyorsa ve kulağını çekmekten başka bir etkisi olmayan bir dostunun sözlerine tahammül edemiyorsa, bu kral inandırıcı olamaz. Çünkü hiç kimse kralın kendisi kadar gerçek ve içten uyarılara ihtiyaç duymaz. Onlar kamusal yaşamı ayakta tutarlar ve çok sayıda izleyicinin onayını almak zorundadırlar. Kralları yollarından saptıran her şeyi onlardan gizlemek alışkanlığına sahip olunduğu için, onlar bunu fark etmezler; kendilerinden nefret eden ve kendilerine kin besleyen halklarına karşı görevlerini, bu durumdan habersiz bir biçimde yerine getirirler. Eğer zamanında uyarılırlarsa ve durumdan haberdar edilirlerse, bu durumu yaratan nedenlerden kaçınarak, kendilerine zarar gelmemesini sağlayabilirler. Gözde kişileri, efendilerinden ziyade kendileriyle meşguldür ve bunda haklıdırlar; Çünkü aslında gerçek bir dostluk isteyen hizmetlerin çoğu hükümdarın çetin bir sınavına tabidir, sadece sevgi içten bağlılık değil yüreklilik de gerektirir.

Sonuç olarak, benim burada kaleme aldığım tüm bu karalama defteri, hayatımdaki deneylerin bir kayıtıdır; tersine bir model olarak ele alınırsa iç sağlığımız için bir örnek teşkil edebilir. Oysa, bedensel sağlığa gelince, kimse benimkinden daha yararlı bir örnek sunamaz; Çünkü sanatın ve görüşlerin hiçbir şekilde bozmadığı, değiştirmediği saf bir örneğim. Aklın yerini deneye bırakıp tıp alanı söz konusu olduğunda, deney özgün alanını bulur. Tibere (imparator), yirmi yıl yaşamış herkesin sağlığı için neyin zararlı, neyin yararlı olduğunu kesin olarak bilmesi ve hayatını tıpsız sürdürmeyi başarması gerektiğini söylerdi. Ve bunu kendi sağlıklarını incelemeyi, en önemli inceleme olarak öğrencilerine önemle tavsiye eden Sokrates’tan öğrenmişti; alıştırmalarına, yediğine, içtiğine dikkat eden aklı başında bir insanın kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğuna bir doktordan çok daha iyi karar vereceğini sözlerine eklerdi. Hekimlik, yine de deneyin her zaman tıbbın mihenk taşı olduğunu söyler. Demek ki Platon, gerçek bir hekim olmak için bu mesleğe hazırlanan kişinin iyileştirmeyi dilediği tüm hastalıkları geçirmesinin, hakkında karar vereceği bütün kazaları ve koşulları yaşamasının şart olduğunu söylemekte haklıydı. Frengiyi tedavi etmeyi öğrenmek istiyorsa, hekimin kesinlikle frengiye yakalanması gerekiyor! Gerçekten de, kendimi böyle bir hekime emanet ederdim. Çünkü diğerleri denizleri, kayalıkları ve limanları masa başına oturup resmeden ve orada bir gemi modelini tam bir güvence içinde gezdiren kişiler gibi bizi yönlendiriyorlar; Ama onlara “uygulayın” deyin, ne yapacaklarını bilmezler! Hekimler, hastalıklarımızı kaybolan bir atı ya da köpeği şu renkte, şöyle boyda, kulakları böyle diye bildiren bir tellal gibi tasvir ederler; Ama “işte bu” gösterin, tanımazlar bile!

Tanrım, tıp bir gün bana elle tutulur bir yardımda bulunsun; o zaman iyi niyetimle şöyle haykıracağım:

“Sonunda etkin bir bilime ellerimi uzatıyorum.” (Horatius, Epod., XVII, I)

Beden ve ruhu sağlıklı tutma vaadinde bulunan sanatlar, çok şey vaat ediyorlar, ama hiçbirini tutamıyorlar! Ve bu zamanda, aramızda bunu meslek edindiklerini söyleyenler, bunun etkisini diğer zamanlarda yaşayanlardan çok daha az gösteriyorlar. Dahası onlar için ilaç satıcısı denebilir; ama hekim oldukları söylenemez.

Beni uzaklara götüren yaşam tarzımın hesabını verecek kadar uzun yaşadım. Tatmak isteyen varsa, çeşnicibaşı olurum. İşte size hatırlayabildiğim bazı konular. Duruma göre değişmeyen bir tarzım yoktur, benimsediğim ve etkilendiğim durumları kaydederim. Hastaykende de yaşam tarzım aynıdır; aynı yatak, aynı saatler, aynı yiyecek ve aynı içecek. Buna kesinlikle hiçbir şey eklemem, sadece gücüme ve iştahıma göre azaltıp çoğaltırım. Sağlık, benim için, alışılmış durumumu bozmadan korumaktır. Hastalığın beni bir yana attığımı görüyorum hekimlere inanırsam, onlar beni başka yana atarlar; kaderden ya da sanattan sonuçta kendi yolumun dışındayım işte. Hiçbir şeye bundan daha fazla inanmıyorum; hiçbir şey, uzun zamandır alıştığım şeyleri değiştirmek kadar beni rahatsız etmez.

Yaşamımıza dilediği biçimi veren alışkanlıklardır; istediğini yapar o; hayatımızı istediği gibi değiştiren Kirke’nin iksiridir[22]. Bizden üç adım ötedeki uluslar, bizi korkutan bu akşam neminden, akşamın bu ince ve içe işleyen, bizi açıkça görülür biçimde etkileyen ıslaklığından korkmamızı gülünç sayıyor. Kayıkçılarımız ve köylülerimiz çok alay eder bu korkusuyla. Bir Almanı bir battaniyenin üzerine yatırın, bir İtalyan’ın kuştüyünde ve bir Fransız’ı perdesiz ve ateş yanmayan bir odada yatırın hasta edersiniz. Bir İspanyol’un midesi bizim yemek yeme biçimimize dayanmaz; bizim midemizin de İsviçreliler’in içki içme tarzına dayanamaz.

Augsbourg’da bir Alman’ın, bizim onların sobalarını kötülemek için kullandığımız gerçeklerle ocaklıklarımızın rahatsızlığını yermesi beni bayağı keyiflendirdi. Çünkü bu ağır sıcaklık ve ısındığı zaman sobaların yapıldıkları maddenin kokusu, alışık olmayan kişilerin çoğunun başını ağrıtır. Ama benim başımı ağrıtmaz. Sonuçta sürekli, ışıksız, dumansız ve şöminelerimizin deliğinden gelen rüzgârdan yoksun bu sıcaklık, birçok yanıyla bizim sıcaklığımızla boy ölçüşebilir. Roma mimarisini niye taklit etmiyoruz? Denildiğine göre, ateş eskiden evin dışında, evin alt tarafında yakılırmış; sıcaklık duvarın içinden borularla evin her tarafına dağıtılır ve geçtikleri yerleri ısıtırmış. Seneca’da ya da başka bir yerde açık anlatımı gördüm. Bu kişi (Alman), kentinin elverişliliğini ve güzelliklerini övdüğümü duyunca, oradan ayrılmak zorunda olduğum için yakınmaya başladım. Ve beni buna inandırmak için ileri sürdüğü ilk sakıncalardan biri başka yerlerdeki şöminelerin başımı ağrıtacağı oldu. Kendi evinde böyle bir şey olamayacağı için bunu bizim uygulamamıza bağlıyordu. Ateşten gelen tüm sıcaklık beni halsizleştirir ve ağırlaştırır. Ve bununla beraber, Evenus (Plutarkhos’dan) ateşin hayatın baharatının ateşi olduğunu söylerdi. Ben soğuktan kaçmak için başka yollar buluyorum.

Fıçının dibindeki şarabı sevmeyiz; Portekiz’de bu dumanlı tat eşsiz bir tat olarak değerlendirilir ve prenslerin içeceğidir. Kısacası, her milletin başka bir millete sadece yabancı değil yabanıl ve mucizevi de gelen birçok geleneği ve göreneği vardır.

Basılmış tanıklıklardan başkasına inanmayan, insanlara ancak kitapta adı geçiyorsa inanan, yaşı tutmayan birinden gelmeyen bir gerçeğe inanmayan bu halkla ne yapacağız? Bastırınca, aptallıklarımıza saygınlık kazandırıyoruz. Bu halkta “bunu okudum” demek, “bunun söylendiğini duydum” demekten çok başka bir şeydir. Ama insanların sözlerine yazdıklarından daha az güvenmem ve yazarken de konuşurken olduğu kadar sakınımsız olduklarını bilirim; bu yüzyıla geçmiş yüzyıl olarak kabul eden biri olarak, Aurle-Gelle ve Macrobe kadar kendi dostlarımı, onların yazdıkları kadar kendi gördüklerimi kanıt olarak öne sürerdim. Madem ki erdemin daha eski olunca daha büyük olmadığı ileri sürülüyor, ben de aynı şekilde gerçeğin daha eski olunca daha bilge olmadığı düşüncesindeyim. Bizi yabancı örneklerin ve okulda öğrendiğimiz şeylerin peşinde koşturan şeyin bu katıksız aptallık olduğunu sıkça söylerim; şimdiki verimliliğiyle, Homeros’un ve Platon’un zamanındaki verimlilikleri aynıdır. Ama sergilediğimiz gerçekten daha çok, saygın örnekler sıralama peşinde değil miyiz? Sanki kanıtlarımızı, Vascosan ya da Plantin mağazasından alınca kendi köyümüzde gördüklerimizden daha değerli oluyorlar. Ya da gözümüzün önünde olanı dikkatle inceleyecek ve değerlendirecek ve onlardan örnekler çıkarıp zekice yargılayacak akıl bizde yok. Kanıtlarımıza inandıracak otoriteye sahip olmadığımızı söylemek gereksiz bir şeydir: Kanımca, en olağanüstü olaylar ve en şaşırtıcı örnekler, insani eylemlerle ilgili olan örnekler ve onlara kendi ışıkları altında bakmayı bilirsek, en sıradan ve en günlük şeylerin üstesinden gelirler.

Kitaplarda bulduğum örnekleri ve Aristoteles’in Libya çölünü su içmeksizin geçen Argieli Andron hakkında dediklerini bir yana bırakalım. Soylu bir kişi, bir gün benim de bulunduğum bir yerde yazın ortasında Madrid’den Lisbon’a su içmeden gitmiş olduğunu söyledi. Yaşına göre çok sağlıklıydı ve bana dediğine göre, kendisi de bana iki, üç ay, hatta bir yıl su içmeden durduğunu söylemesinin dışında hayatında bir gariplik yoktu. Susuzluk hissediyordu, ama bunu geçiştiriyordu ve bunun kendiliğinden geçen bir gereksinim olduğunu düşünüyordu ya da zevkten ziyade kapris olsun diye su içtiğini ileri sürüyordu.

İşte bir başka örnek daha çok uzun zaman olmadı, Fransa’nın en bilgin, zengin kişilerinden birine rastladım; her yanı halılarla kaplı salonun bir köşesinde çalışıyordu. Çevresinde uşaklarının neden olduğu şaşırtıcı bir gürültü patırdı vardı ve bana –Seneca’nın da– derin düşünceye dalmak için bu şamatadan yararlandığını söyledi; sanki bu gürültüyle sarsılmış gibi büsbütün içine büzülüp kapandığını ve bu insan sesi fırtınasının içsel düşüncelerini güçlendirdiğini söyledi. Padoue’da öğrenci olduğu sırada, ikamet ettiği meydanda pek uzun süre araba gürültüsünde ve meydanın gürültüsü içinde çalışmıştı, gürültü içinde çalışmaya o kadar alışmıştı ki, gürültüsüz çalışamaz olmuştu. Sokrates de kendi yönünden, kötü huylu karısının sürekli dırdırlarına nasıl dayandığına şaşıran Alcibiades’e, “insanların su çeken kuyu çıkrığı çarklarının gürültüsüne alıştıkları gibi” diye cevap verdi. Bense tamamen karşıyım buna: Aklım pek hassastır ve kolaylıkla dağılır; düşüncelerle meşgul olduğu sırada, en ufak sinek vızıltısı onu rahatsız eder.

Seneca gençliğinde, ölü bulunmuş bir hayvanın etini yememeyi tavsiye eden Romalı filozof Sextius örneğini pek benimsemişti; hayvan eti yemeden mutlu bir yıl geçirdi; sırf aynı görüşü yayan bazı yeni dinleri kabul ettiğinden kuşkulanılmasın diye bu alışkanlığını bıraktı. Ve aynı zamanda, artık yumuşak şiltelerde yatmamayı salık veren Attalus’un kurallarını benimsedi ve yaşlılığına kadar sert şilteleri kullandı. Onun döneminin alışkanlıkları, onu sert koşullara alışmaya, bizimki ise yumuşak koşullarda yaşamaya neden oldu.

Ağır işlerimde kullandığım uşaklarımla adamlarım arasındaki yaşam farkına bakın: İskitler’in ve Kızılderililer’in yaşam biçimleri benim olanaklarımdan ve usullerimden bu kadar uzak değildir. Dilencilikten kurtarıp yanıma aldığım çocuklar eski hayatlarına dönmek için mutfağımı da ve uşak giysilerini de bıraktılar. Ve bunlardan biri kısa bir zaman sonra yemek için çöplükten salyangoz toplardı; ne ricalarım, ne de tehditlerim, onu yoksullukta bulduğu lezzeten ve tattan vazgeçemedi. Baldırı çıplakların, varlıklılar gibi zevkleri ve görkemleri vardır; onların da, saygınlıkları ve siyasal düzenleri olduğu söylenir. Bunlar alışkanlığın sonuçlarıdır: Alışkanlık bizi sadece kendine uygun olan bir yaşama biçimini benimsetmeye değil (ve bu nedenle, bilge kişiler en kolayını, en iyisini benimseyelim derler); öğretilerinin en soylusu ve en yararlısı olan değişiklik ve çeşitliliklerini de benimsetmeye yönlendirir. Bedensel yeteneklerimin en iyisi, esnekliğim ve az inatçı oluşumdur. Başkalarına nazaran daha kişisel ve daha alışılmış, aynı zamanda da hoş eğilimlerim vardır. Ama bunlardan fazla çaba göstermeksizin uzaklaştırıp, tam aksi bir tutumu benimserim. Genç insan, gücünü diri tutmak ve onu küflenip yavanlaşmaktan kurtarmak için kendi yaşam kurallarını sürekli değiştirmelidir. Buyruklara dayanan yaşama biçimi kadar aptalca ve zavallı olanı yoktur.

“İki adımlık bir yere mi gidecek, hareket saati müneccimlik kitabından alınır; ovuşturmaktan göz ucunda kaşıntı mı hissediyor, yıldız falına bakmadan asla gözüne damla damlatmaz.” (Juvenalis, VI, 576)

Bu genç adam, bana bu konuda inanırsa, kendini sıkça aşırılıklara atacaktır; Çünkü başka türlü en ufak sefahat onun felaketi olur, başkalarıyla ilişkilerinde beceriksiz ve çekilmez olur. Dürüst bir insana en aykırı özellik belli bir yaşam tarzına bağlı kalmak ve ondan ödün vermemektir; alışkanlık esnek değilse özeldir. Arkadaşlarının yaptığını gücü yetmediğinden yapmak ya da yapmamayı göze almak utanç verir. Böyle kişiler mutfaklarında kalsın! Başka yerlerde bu şekilde olmak yakışık almaz; Ama bir asker için ağır ve affedilmez bir kusurdur bu. Çünkü asker, Philopoemen’in dediği gibi, çok sık değişen ve çok çeşitli bir yaşama alışmak zorundadır.

Olabildiğince özgür ve her şeye uyum sağlamaya yatkın yetiştirildiğim halde, yaşlandıkça bazı şekillere daha bir bağlandım eğitim yaşım geçti ve bundan böyle ayakta kalmaktan başka hiçbir şey yapmak zorunda değilim. Alışkanlık, farkında olmadan beni öyle etkisi altına aldıki, bazı şeylerden vazgeçmeye aşırılık diyorum. Kendimi zorlamadan ışıkta uyuyamaz oldum, ne yemekler arasında bir şey yiyebiliyorum, ne kahvaltı edebiliyorum, ne akşam yemeğinin üzerinden üç saat geçmeden gidip yatabiliyorum, ne uyumadan önce, ne ayakta çocuk yapabiliyorum, ne saf su ya da saf şarap içebiliyorum, ne uzun zaman başı açık kalabiliyorum, ne de öğle yemeğinden sonra saç kestirebiliyorum: Ve eldivenlerimden de gömleğimden de kolay kolay vazgeçmem; masadan kalkınca ellerimi yıkamazsam, karyolamın tavanını ve perdelerini görmezsem olmaz: Bunlar benim için çok gerekli şeyler. Örtüsüz masada öğle yemeği yiyebilirim; Ama Alman gibi, beyaz peçetesiz yemek yiyince çok rahatsız olurum. Her ikisini de İtalyanlar’dan daha fazla kirletiyorum; Çünkü kaşıkla çatalı az kullanıyorum. Krallardan örnek alarak başladığını gördüğüm ve her yemek türünde bize tabak gibi peçete değiştirmeye dayanan bu davranış biçiminin benimsenmemesine hayıflanıyorum. Sert mizaçlı asker Marius’un yaşlandıkça içkisine titizlik gösterdiğini ve sadece kendi özel kadehinden içtiğini biliriz. Ben de, belirli biçimlerdeki bardakları tercih ediyorum; sıradan, hele herkesin içtiği bardaktan içmem. İçmek için, duru ve saydam olmayan hiçbir metal hoşuma gitmez. Gözlerim de kapasitelerine göre içkinin tadını çıkarsınlar diye!

Bu tür rehavetlerin çoğu alışkanlıktan ileri geliyor. Öte yandan doğa da kendi zayıflıklarını bana aktardı: Midemi fazla yüklemeden iki öğünden fazlasını kaldıramıyorum, gaz şişkinliğinden ve ağız kurumasından kurtulamıyorum. Akşam rutubeti denilen, akşamın serin ve nemli havasına da uzun süre maruz kalmaya da artık dayanamıyorum. Birkaç yıldır genellikle olduğu gibi bütün geceyi savaş angaryalarıyla geçirdikten sonra, saat beşten ya da altıdan itibaren, müthiş bir baş ağrısıyla midem bulanmaya başlıyor; kusmadan sabahı ettiğim tek bir gece yok. O sırada, diğer insanlar kalkıp sabah kahvaltısı etmeye giderlerken, ben uyumaya gidiyordum ve ancak uyuduktan sonra eskisi kadar dinç oluyordum. Hep akşam rutubeti geceyle birlikte ortaya çıkar diye biliyordum. Ama o yıllarda, akşam rutubetinin güneş batmadan bir ya da iki saat önce ufka yaklaştığında daha sert ve daha tehlikeli olduğuna inanan ve gecenin nemine aldırmayıp bundan özenle kaçınan bir büyük senyörle uzun süredir görüşüyordum; bunu bana öyle bir anlattı ki, düşüncelerinden çok duyguları beni etkiledi.

Buna ne demeli? Sağlığımızdan kuşkulanmak ve onunla kafamızı meşgul etmek hayal gücümüzde etki yapar ve davranışlarımızı değiştirir. Bu zorluklar karşısında hemen pes edenler, üstlerine gerçek bir felaketi çekerler. Ve birçok soylu kişinin, hekimlerin sersemliği yüzünden gencecik ve sağlık doluyken odalarına kapanmalarına acıyorum. Toplumda iyice yer etmiş alışkanlıkları bırakarak toplumsal ilişkilerden el çekmektense soğuk algınlığına katlanmak çok daha iyi olurdu! Günün en tatlı saatlerini bize kötüleyen bilim can sıkıcı bir bilimdir. Aksine, gücümüzü en son aşamasına kadar kullanalım. Genelde, hastalığa karşı ısrarla direnerek dayanıklılık kazanırız ve ona direnerek iyileşiriz; tıpkı sara nöbetlerini küçümseyen ve buna karşı direnerek iyileşmeyi başaran Sezar’ın yaptığı gibi. En iyi kurallara bağlanmalıyız; Ama onların kölesi olmamalıyız.

Krallar ve filozoflar bile büyük abdest yapar –kadınlar dahi–. Kamusal yaşamlar törenlere adanmıştır; karanlık ve özel olan benim yaşamımsa, doğanın ona izin verdiği her şeyden yararlanır. İnsan hem asker, hem de Gaskonyalı olunca, biraz patavatsız olabiliyor. Bu yüzden, bu eylem hakkında şunu söyleyeceğim: Bu işi gecenin belirli saatlerine bırakmaya, benim yaptığım gibi, bunu zorla alışkanlık haline getirmeye ve onu buna uydurtmaya ihtiyaç var. Ama benim yaşlandıkça yaptığım gibi ne özel bir yere, ne de özel bir oturağa sıkı sıkıya bağlanmalı ve bu işlevi fazlaca uzatıp, ondan hoşlanarak usandırıcı kılmamalı. Ama yine de, en pis işlerim söz konusu olduğunda, özen ve temizlik aranması biraz hoş görülemez mi? “Natura homo mundum et elegans animal est.” [“İnsan doğası gereği temiz ve naif bir hayvandır.” (Seneca, Ep., XCII)]. Tüm doğal eylemler içinde ara vermekten en rahatsızlık duyduğum eylem budur. Başkalarının düzensizliğinden rahatsız olan birçok savaşçı gördüm; halbuki ben ve barsaklarım, acil bir iş ya da hastalık olmazsa, yataktan kalkar kalkmaz randevu yerinde buluşuruz.

O halde, dediğim gibi, hastalar için yetiştikleri ve büyüdükleri yaşam tarzını sakin bir şekilde sürdürmeleri en güvenli bir durum olur. Değişiklik, neyle ilgili olursa olsun şaşırtır ve yaralar. Bir Perigordlu’ya ya da bir Lucques sakinine kestanenin, dağ köylülerine sütün ve peynirin dokunduğunu kim inanabilirdi? Onlara bırakın yeni bir yaşam tarzını, alışkanlıklarına ters düşen bir şey önerin, sağlıklı bir kişinin bile dayanamayacağı bir çalkantıya yol açar bu durum! Altmış iki yaşındaki bir Breton’a “su içeceksin” deyin, bir denizciyi hamama kapatın, Basquelı bir uşağa dolaşmayı yasaklayın; onları hareket, hava ve ışıktan mahrum etmektir bu.

“Alışkanlıklarımızdan vazgeçmeye zorlanıyoruz ve ve ömrümüzü uzatmak için yaşamayı bıraktık.
Soludukları havadan ve onları aydınlatan ışıktan mahrum edilenlere hâlâ yaşıyorlar diyebilir miyim?” (Maximianus, I, 155, 247)

Başkaca bir iyilikleri dokunmuyorsa da, hiç değilse şunu yapıyorlar: Hastalarını, yaşamla bağlarını yavaş yavaş kopararak erkenden ölüme hazırlıyorlar.

Sağlıklı ya da hasta olayım, genelde beni baskı altına alan arzularımı kendi gidişatına bırakırım. Arzularıma ve eğilimlerime büyük bir yetke veririm. Kötüyü kötüyle iyileştirmeyi hiç sevmiyorum ve hastalıktan daha fazla canımı sıkan ilaçlardan tiksiniyorum! Benim için böbrek taşı hastası olmak ve bunun için istiridye yemekten kaçınmak zorunda olmak bir yerine iki kötülük yapar! Hastalık bir yanımızdan bizi çimdikler, tıbbi kurallar öteki yanımızdan. Mademki kendimizi aldatma şansımız var, o zaman zevki seçelim. İnsanlar tamamen tersini yapıyor ve tüm yararlı olanların kesinlikle zahmetli olduğuna inanıyor; kolaylık onlarda kuşku uyandırıyor. Gençken acılı ve baharatlı soslar hoşuma giderdi; Ama midem bunlardan yorulunca, tat alışım da bu durumdan etkilendi. Şarap hastalara dokunur; ağzıma zehir gelen bir şeydir bu. Tiksintiyle tükettiğim şeyler beni rahatsız eder, iştahla ve keyifle tükettiğim hiçbir şey dokunmaz. Bunun için, bana zevk veren hiçbir eylemden hiçbir zaman zarar görmedim. Bu nedenle hoşuma giden ilaçları gerektiği gibi kullandım. Ve yine gençken,

“Pembe entarisi içinde tümüyle ışıldayan parlak Cupidon hiç durmaksızın çevremde uçuştuğu sırada.” (Catullus, LXVI, 133)

beni kıskıvrak yakalayan zevke pek özgürce ve pek düşüncesizce atıldım,

“Ve yine de şerefimle karşı koydum.” (Horatius, Odlar, III, XXVI, 2)

Yine de, zevk beni savurdukça, ben daha bir coşkuyla direndim.

“Altı kez karşı koyduğumu hatırlar gibiyim.” (Ovidius, Aşklar, III, VII, 26)

Kuşkusuz, Cupidon’a boyun eğdiğim zaman ne kadar genç olduğumu itiraf etmek bana sıkıntı verir, ama aynı zamanda olağanüstü bir şeydir bu! Seçme, öğrenme çağından çok önce olduğu için bir rastlantıyla oldu bu. Bendeki hatıralar ancak çok uzaklarda biraz belirginleşiyorlar. Kaderim, belki bir zamanlar yeni yetme olduğunu hatırlamayan Quartilla’nın kaderiyle bağdaştırılabilir.

“Koltuk altlarım pek erkenden kıllandı ve vaktinden önce çıkan sakalım annemi şaşırttı.”(Martialis, XI, XXII, 7)

Hekimler, genelde, reçetelerini yararlı bir biçimde hastalarda ortaya çıkan şiddetli arzulara uydururlar. Bu arzular pek büyük, pek tuhaf ve pek günahkârdır; öyle ki, bunların doğallıkla bir ilişkisi yoktur. Ve sonra, böyle bir hayal gücüyle yetinmek önemli değil midir? Bana göre, çok önemli bir şeydir bu; nasıl hoşnut edilebilir! En vahim ve en sık rastlanan hastalıklar, hayal gücümüzün bize yüklediği hastalıklardır. Şu İspanyol özdeyişi birçok bakımdan hoşuma gidiyor: “Defienda me Dios de my.” [“Tanrı beni benden korusun.”] Hastalandığım zaman, yerine getirebileceğim herhangi bir arzum olmayışından yakınıyorum; hekimler beni bundan zor alıkoyarlardı. Sağlıklı olduğum zaman da aynı özlemi duyuyorum; istemekte ve umut etmekte artık büyük bir şey görmüyorum. İnsanın isteklerinin azalması ve zayıflaması çok hüzün verici bir şey.

Tıp sanatı, o kadar belirsizliklerle dolu ki, yaptığımız her şeyde karar vermek bize düşüyor. Fanel’in ve Escale’in[23]göre, bölgelere ve gökteki aya göre değişiyor bu. Uyumanız, şarap içmeniz ya da şunu bunu yemeniz hekiminizin hoşuna gitmiyorsa dert etmeyin; size, onunla aynı fikirde olmayacak bir başkasını bulacağım. Hekimlerin kanıtları ve düşünceleri her türlü şekle girer. İyileşmek için susuzluktan can çekişir hale kadar gelip bayılan, sonra da bu tedaviyi zararlı bularak kınayan bir başka hekimin alaylarının kurbanı olan zavallı bir hasta gördüm; cezası yeterli olmuş muydu! Daha geçenlerde bu meslekten bir kişi böbrek taşları yüzünden öldü; hastalığıyla savaşmak için bu perhizi son derece ileri götürmüştü ve meslektaşlarının aksini söylemelerine karşın su içmeyerek kendini kuruttu ve böbreklerindeki kumu pişirdi.

Yaralıyken ya da hastayken, konuşmanın beni sarstığını ve başka bir aşırılık kadar, bana zarar verdiğini fark ettim. Sesim bana ağır geliyor ve beni yoruyor; Çünkü gür çıkıyor ve çınlıyor. Öyle ki, büyük kişilerin kulağına önemli meseleleri söylerken, sesimi çoğu zaman ayarlamaya özen gösteriyorum. Şu öykü konudan biraz uzaklaşsa da anlatmaya değer bir öyküdür. Grek okullarından birinde birisi benim gibi yüksek sesle konuşurmuş: Okulun ileri gelen üstadı, ondan daha alçak sesle konuşmasını istemiş. “Bana hangi tonda konuşacağımı göster de, ona göre konuşayım” diye karşılık vermiş bu kişi. Diğeri, konuştuğu kişinin kulaklarına uygun bir ses tonu kullanmasını söylemiş. Eğer anlaşıldıysa, güzel söylemiş: “Muhatabınıza göre konuşun.” Bu şu demektir: “Yeter ki o sizi anlasın” ya da “kendinizi ona göre ayarlayın” bunun iyi bir tavsiye olduğunu sanmıyorum. Sesin tonunda ve ritminde bir biçimde düşündüğüm ifadesi anlamı vardır; kendimi anlatmak için onu istediğim gibi ayarlamak bana düşer. Eğitmek için ayrı bir ses, övmek ya da azarlamak için ayrı bir ses vardır. Sesimin dinleyiciye sadece ulaşmasını istemem, yerine göre ona vursun, yerine göre içine işlesin isterim. Uşağımı ekşi ve kaba bir ses tonuyla azarladığım zaman, onun bana, “Daha yumuşak tonda konuşun, sizi işitiyorum, efendim,” demesi eğlenceli olurdu. “Est quædam vox ad auditùm accomodata, non magnitudine, sed proprietate.” [“Gürültü ile değil, niteliğiyle işitmeye elverişli bir ses türü vardır.” (Quintilien, Instit. Orat., XI, III)] Sözün yarısı konuşana, yarısı dinleyene aittir. Dinleyen, sesi özgün hareketine göre almaya hazırlanmalıdır; aynen top oynayanlarda olduğu gibi: Topu yakalayan geriye çekilip, topu atanın davranışına orantılı ve topun aldığı yola göre hazırlanır.

Deneyim bana şunu da öğretti: Sabırsızlıktan kendimizi kaybediyoruz. Ağrıların da kendi hayatları, sınırları, hastalıkları ve sağlığı vardır.

Michel de Montaigne
Denemeler (IV. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar | Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz